Devlet aklının yeni gözdesi Özgür Özel, yerel seçimlerin ardından Saray ve ortaklarına zeytin dalı uzatarak bir “normalleşme” sürecinin başlayabileceği hayallerini pompalamaya girişti. Erdoğan da CHP’nin yarattığı aldatıcı iklimden faydalanarak “normalleşme” söylemini kullanmaya başladı. Bu durum birçok burjuva yorumcu ve siyasetçi tarafından “rejim yumuşuyor” şeklinde lanse edilse de gerçekte yumuşayan, zaten hiçbir zaman çok da sert olmayan CHP’nin Saray iktidarına yaklaşımıdır. CHP genel başkanının tercih ettiği kavram bile bir şey anlatıyor. Özel, “yumuşama” sözcüğünü doğru bulmadığını, “normalleşme” demek gerektiğini söylüyor. Oysa bu kavram çok daha fazlasını anlatır. Böylelikle faşist rejim kolaylıkla normalleşebilirmiş gibi gösterilmekte, yani meşrulaştırılmaktadır.
Erdoğan’ın sertleşmesi
AKP’nin iktidar koltuğuna oturuşunu takip eden ilk dönemde dinci-laik şeklinde toplumu alabildiğine geren bir kutuplaştırma kampanyası esas olarak Deniz Baykal’ın başında olduğu CHP’den kaynaklanmıştı. CHP üst yönetiminden kimilerinin de dâhil olduğu darbeci güçleri püskürttükten sonra Erdoğan bu yöntemi bu kez kendisi devraldı ve bunu 17-25 Aralık 2013 dönemecinden sonra götürebildiği kadar ileri götürdü. Toplumu yapay temellerde kutuplaştırırken, burjuva siyaset alanı sertleştikçe sertleşti. Bu aslında iktidarın giderek daha da otoriterleşmesinin bir dışavurumuydu. O günden bugüne TC devletinin biçimi hızlı bir değişim geçirdi. Bonapartlaşan Erdoğan’ın otoriter yönetimi faşist bir tırmanış sürecinin önünü açtı. Süreç toplumu derinden sarsan kumpaslar, askeri darbe tezgâhları, büyük kentlerdeki şüpheli bombalamalar ve elbette ki Kürtlere ve sosyalistlere dönük kitle katliamlarıyla iç içe ilerledi. AKP-MHP-Ergenekon ittifakıyla kurulan faşizmin iktidara oturmasıyla birlikte bu sertlik, gerginlik ve yapay kutuplaştırma operasyonları kurumsal-sistematik bir boyut kazandı. Erdoğan son seçimlere kadar, muarızlarını, vatan hainliğiyle, bölücülükle, teröristlikle, emperyalizm işbirlikçiliğiyle vb. suçladı. Sahte iddialar, düzmece videoların yüz binlerce insanın bulunduğu miting alanlarında bizzat Erdoğan tarafından “bakın seyredin işte” teşvikiyle gösterilmesine kadar vardı.
Bugün gelinen noktada AKP yerel seçimlerden ilk kez 2. parti olarak çıkmanın da yarattığı sarsıntıyı atlatabileceği bir nefeslenme süresi kazanmak için “yumuşama” tartışmalarıyla toplumu oyalamaya girişmiştir. Rejimin yumuşadığı da yoktur, yumuşama yeteneği de. Ama bu yemi yutanların sayısı hayli fazladır. Özel, Erdoğan’dan sonra Bahçeli’yi de ziyaret ederek, yaratılan yanılsamayı bilinçli şekilde güçlendirmiştir. Özel’in bu siyaset tarzının “doğruluğu” hakkında anketler yaptırılıp, kamuoyu da manipüle ediliyor. Emekçiler örgütsüzlük koşullarında her şeyi hızla unuturlar. Bu nedenle, faşistler hakkındaki gerçekleri ve onların kanlı geçmişlerini (ve bugününü) sistematik şekilde teşhir edip, unutanlara hatırlatmak, bilmeyenlere öğretmek gerekir. Ama solcu geçinen CHP’nin başındakiler, eli kanlı faşistlerin siyasi nezaket ve diplomasi adına hüsnükabul görmesine vesile oluyorlar. Özel’in Bahçeli’yi de ziyaret edip aynı sırıtkan pozları vermesinin anlamı budur. Faşistlerle el sıkışıp basına sırıtan pozlar vermeyi normalleşmek olarak yutturmaya çalışıyorlar.
Saldırılar artarak sürüyor
Yaygınlaştırılan bu yumuşama söylemine rağmen gerçeklik bambaşkadır. CHP genel başkanı, Erdoğan ve ardından Bahçeli’yle görüşürken, polis sosyalistlere ve Kürtlere karşı terör estiriyordu ve bu terör halen de sürüyor. Filmler yasaklanmaya, konserler iptal edilmeye ya da vali veya kaymakamlar tarafından yasaklanmaya devam ediliyor. Gün geçmiyor ki cumhurbaşkanına hakaret davalarına bir yenisi eklenmesin.
1 Mayıs’ta CHP-DİSK-KESK eliyle sergilenen manzara, muhalefetin pespayeliğini ortaya koymuştu. Polis barikatlarını zorlayan az sayıdaki sosyalist gencin görsellerinin internet ortamında yayınlanışını takiben, AKtrol ordusu “bu hainlere neden müsamaha gösteriliyor” diye veryansın etmiş, İstanbul valisi de, “devlet yarına bırakır, yanına bırakmaz” açıklamasında bulunmuştu. 1 Mayıs’ın hemen ertesinde sabah erken saatlerde kapısı kırılan evlerden gözaltına alınan gençler, devletin “yanına bırakmadığının” kanıtıydı aslında. Bu faşist baskıların göstermelik olmadığı, takip eden günlerde defalarca yinelenmesiyle ve toplamda yüze yakın sosyalist gencin gözaltına alınmasıyla ortaya çıktı. Bunların onlarcası da tutuklandı. Peki iktidardan sonra bu rezilliğin esas sorumlusu olan CHP ve onun sendikal üst bürokrasi içindeki uzantıları ne yaptılar bu gençler için? Hemen hemen hiçbir şey!
İktidar bir yandan yeni bir anayasa yapmaktan bahsedip, tek tek partilerin kapılarını çalarken, diğer yandan mevcut anayasanın hükümlerini her gün tepe tepe çiğniyor. Anayasanın herkesi bağlar dediği AYM ve AİHM kararları rahatlıkla yok sayılıyor. Demirtaş, Kavala ve Can Atalay, mahkeme kararlarına rağmen yıllarca zindanda tutuldular, sonunda da düzmece iddialarla ağır cezalar aldılar. Osman Kavala’nın serbest bırakılabileceği haberleri, hatta iktidarın önde gelen yalakalarından Abdulkadir Selvi’nin bile bu yönde teşviklerine rağmen, bir kez daha fos çıkmıştır. Onun yeniden yargılanmak üzere 13. Ağır Ceza Mahkemesine yaptığı başvuru bir kez daha hem de oybirliğiyle reddedilmiştir. Halbuki mahkeme heyeti değiştirilmiş ve bu da serbest bırakılabileceğinin bir işareti olarak yorumlanmıştı rejimin gerçekliğini görmek istemeyen hayalperestler tarafından.
İnsan haklarından bahsetmek, Amerikancılık-Avrupacılık olarak suçlanıyor, AİHM ve AYM kararlarına uymak da “yarı-sömürge olmaya geri dönmek” olarak. Bahçeli Meclisteki makam odasında yumuşatıcı CHP genel başkanını ağırlamadan hemen önce partisinin grup toplantısında bu açıklamayı yapıyordu.
Hazırlanan son yargı paketi de “yumuşama ve “normalleşme” çabasının bir başka belirtisi! Buna göre, siyasi iktidarın ya da devletin işine gelmeyen bilgileri toplama faaliyeti, şu ya da bu yabancı devletin ya da organizasyonun “çıkarına hizmet ediyor” denerek ajanlık olarak değerlendirilip ona göre cezalandırılabilecektir.[*]
Baskılar en çok da Kürt halkının payına düşüyor. Kürt halkı ve siyasetçileri ile gazetecilerin üzerindeki devlet terörü aynen devam ediyor. Ev baskınları, kadın gazetecilerin çıplak aramaya tabi tutulması, gözaltı sürelerinin uzatılması uygulamaları tam gaz sürüyor. Kayyumların yolda olduğunun işareti 27 Kürt belediye başkanına soruşturma açılmasıyla verilmiş oldu. Ve bu süreçte Kobanê davası da sonuçlandı. 18’i tutuklu olmak üzere 108 kişi her çeşit suçtan onlarca kez ağırlaştırılmış müebbet hapse varan cezalarla yargılandılar. Birkaç istisnasıyla “sanık”ların büyük çoğunluğu ağır cezalar aldılar. Seçimi takiben yaratılan havanın da etkisiyle “acaba beraat çıkar mı”, “diyalog ve müzakere yolu yeniden açılır mı” şeklindeki boş hayaller, faşizmin duvarına tosladı.
Mahkeme salonunu dolduran 200’ü aşkın avukata ve 10’dan fazla baro başkanına rağmen, salonda hukukun zerresinin olmadığı bir kez daha görüldü. Yine salonu dolduran DEM Partiden CHP’ye, TİP’ten EMEP’e kadar çeşitli partilerin milletvekili heyetlerinin yarattığı siyasi baskı, bu kararların alınmasında mahkeme heyetinin elinin titremesine yol açmadı. Zira bizzat kendileri sanık sandalyesine oturmayı göze alamadıkları sürece, hiçbir mahkeme heyeti “en yukarıdan gelen esas siyasi baskı”ya karşı çıkamaz. Hele de içinden geçtiğimiz dönemde, basın açıklamalarıyla, sembolik protestolarla vb. oluşturulmaya çalışılan basıncın mağdurlara moral destek vermenin ötesinde hiçbir anlamı kalmamıştır. Rejime geri adım attırabilecek tek şey, toplumsal muhalefetin kitlesel eylemlerle ortaya koyduğu güçlü tepkiler olabilir ancak.
Bu kararla Kürt hareketine tanınan legal alan daha da daraltılırken, dışarıdakilere gözdağı verilmektedir. Zira devam eden HDP’nin kapatma davasının esasen Kobanê davasına dayandırıldığı düşünülürse, onu ve ardından da DEM Partiyi kapatma planlarının hızlanması muhtemeldir. Önümüzdeki dönemde sınır ötesi operasyonların şiddetleneceği de açıktır. Türkiye’deki mevcut rejimin temel direklerinden biri Kürt hareketine duyulan düşmanlık olduğuna ve verilen yargı kararının da artan saldırıların da anlamı belli olduğuna göre, mevcut rejimin normalleşmesinden bahsetmenin gerçeklerle alay etmek olduğu apaçık değil midir?
Kobanê davasında kararın açıklandığı gece, 28 Şubat davasından tutuklu 7 general için af kararı çıkartılmıştır. Yani rejim kendi iç koalisyonunu (özellikle de askeri bürokrasinin sunduğu desteği) sağlamlaştırmaya ve kalıcılaşma olanaklarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi Özel’in Erdoğan’la görüşmesinde dile getirdiği taleplerden birisi de buydu ve bu adım sözde “yumuşama”nın göstergelerinden biri olarak değerlendiriliyordu.
Rejimin bekası açısından yalnızca Kürtlerin değil, ciddi ekonomik sıkıntı içindeki emekçilerin tepkisinin de dizginlenmesi gerekmektedir. Ve gelinen noktada, rejimin bu olası tepkileri eskisi gibi kitleleri uyutarak kontrol edebilme yeteneği azalmış, rıza oluşturma gücü zayıflamıştır. Bu nedenle bir yandan baskıyı daha da arttırırken bir yandan da CHP’yi çok daha etkin biçimde işe koşması gerekmektedir. İşte bu noktada besbelli ki devletin üst aklı, CHP’ye de daha aktif bir rol biçmekte, yükselen toplumsal muhalefeti onun yardımıyla kontrol altında tutup sınırlamayı ve sükûneti sağlamayı hedeflemektedir. Devletin tepesi açısından, Kürtlere karşı yükseltilecek bir savaşa CHP’nin ses çıkarmaması kritik bir önem taşımaktadır.
Genel seçimlerin ardından yapılan parti kongresinde Kılıçdaroğlu’nun yönettiği CHP’nin iktidara doğru yol alamayacağı, etkin muhalefet yapamayacağı eleştirileriyle ve “değişim”, “yenilenme” gibi iddialarla gelip CHP’nin liderlik koltuğuna oturan Özel’in CHP’sinde “değişim” rejimi meşrulaştırmak olarak tecelli etti. Yani üstü örtük biçimde yapılan şey daha aleni biçimde yapılmaya başlandı. “Normalleşme” adı altında dış politikadan Kürt halkına yönelik baskılara, 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında patlayan bombalardan depremin yıkıma dönüşmesine, rejimin tüm günahları siliniverdi, rejim normal yollarla iktidarda duran, olağan bir rejim olarak ambalajlanmak istendi. Oysa bu, kesinlikle olağan değil faşist bir rejimdir. Böyle bir olağanüstü rejim söz konusuyken, burjuva siyasetçiler “normalleşme”den söz ediyorlarsa olağan devlet biçimi olan (burjuva) demokratik rejime geçişi kastediyor olmalılar. Peki olağanüstü bir rejim olağan bir rejime kendiliğinden dönüşür mü? Emekçi halk ayağa kalkmadan, iktidar üzerindeki iç ve dış basınç dayanılmaz bir noktaya gelmeden, iktidardaki faşizmin muktedirleri –sırf bir yerel seçimde başarısız oldukları için– ellerindeki merkezi güçten vazgeçmeye hazır olabilirler mi? Bunun tarihte bir örneği yoktur. Dolayısıyla bu rejimin yıkılması için gereken şey, emekçi kitlelere ve ezilenlere dayanan gerçek bir toplumsal mücadeledir.
link: Oktay Baran, Yayılan Yumuşama Hayalleri ve Gerçekler, 17 Mayıs 2024, https://marksist.net/node/8267
Öğretmenler Son Yılların En Büyük Grevini Yaptı
California Üniversitesinde Filistin Eylemleriyle Dayanışma Grevi