Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de siyasi iktidar, enflasyonla mücadele adı altında bir kemer sıkma programıyla emeğe saldırıyor. Üstelik emekçileri içine sürüklediği yoksulluk yetmezmiş gibi, insanlara ekonominin hiç de kötü durumda olmadığı yalanını tekrarlıyor.
Son haftalarda iktidar 2023 yılı itibarıyla satın alma gücü paritesiyle ölçülen GSYH büyüklüğüne göre Avrupa’nın 4., dünyanın 11. büyük ekonomisi olmakla övünüp, göz boyamaya çalışıyor.[1] Tekeli altında tuttuğu medyanın yanı sıra beslediği yüzlerce belki de binlerce trol aracılığıyla sosyal medyada da bu veri köpürtülüp, ülke ekonomisinin ne denli iyi gittiğine dair dev bir yalan kampanyası örgütleniyor. Açıkladıkları veriler doğru olsa bile, bu sıralamanın ve bu ölçüm yönteminin Türkiye ve benzeri sorunlar yaşayan ülkeler açısından kesinlikle sağlıksız ve güvenilmez olduğunu, bizzat aklı başında burjuva iktisatçılar açıklamış bulunuyorlar. Bu ölçüte[2] göre yapılan karşılaştırmalar benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkeler açısından bir anlam ifade edebilse de, çok farklı gelişmişlik düzeyindeki ülkelerin karşılaştırılmasında saçma sonuçlar üretmektedir. Bu açıdan şu örneği vermek yeterli olacaktır: Çin satın alma gücü paritesiyle ölçülen GSYH büyüklüğüne göre ABD’nin açık ara önündedir; Hindistan ise Japonya ve Almanya’yı ikiye katlayarak dünya üçüncüsüdür. Bunu öne çıkaranlar, ortalama ücret düzeyinin düşüklüğünü, farklı ülkelerdeki emekçilerin kültürel ve sosyal yaşam koşullarını, o ülkelerdeki mal ve hizmetlerin niteliğini vb. tümüyle gözlerden saklayan ölçütlerden hareket etmektedirler.
Kendisini devler liginde gösterip övünen iktidar sahiplerinin yalanlarının aksine, ülke emekçilerinin durumu Avrupa’nın çoğu tarım ülkesi olan en geri ve küçük ülkelerindeki emekçilerle aynı düzeydedir. Türkiye Avrupa’nın en düşük asgari ücrete sahip 5 ülkesinden biridir, diğerleri de Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Arnavutluk’tur. Üstelik Türkiye’de asgari ücret yalnızca çok düşük olmakla kalmıyor, emekçilerin neredeyse 2/3’ü asgari ücret civarında bir gelirle yaşam savaşı veriyor.
Son yıllarda Türkiyeli emekçilerin bu denli yoksullaşmasında adeta göstere göstere fırlatılan enflasyon kuşku yok ki başrol oyuncusu durumundadır. Her ne kadar kontrolden tümüyle çıktığı için tekrar kontrol altına almaya ve Türkiye ölçütlerine göre makul bir seviyeye indirmeye çalışsalar da, açık ki enflasyon her sınıfı aynı ölçüde etkilemiyor. Emekçiler açısından doğrudan yoksullaşma anlamına gelen enflasyon sermaye sınıfının özellikle tekelci kesimleri için bazı dönem ve koşullarda ciddi fırsatlar anlamına da gelebiliyor. O nedenle de burjuva iktidarlar enflasyonu tamamen yok etmek üzere değil (zaten isteseler de yapamazlar), onu makul bir düzeyde tutmak üzerine plan yapıyorlar. Çünkü enflasyon yalnızca reel ücretleri düşürerek değil, bilhassa büyük tekellerin (ve onları takiben diğer irili ufaklı şirketlerin) fiyatları arttırmasına elverişli bir ortam (fiyat artışlarının makul karşılanması, enflasyonun daha da artacağı beklentisiyle tüketim talebinin artması gibi) yaratarak kârları korumayı ya da arttırmayı mümkün kılabiliyor. Bu yüzden de burjuva iktidarlar dönem dönem enflasyonist politikalara başvurmayı ekonomiyi canlandırıcı bir çözüm olarak uygulayabiliyorlar. Toplamda bakıldığında, enflasyonla ücretlerin aşınması ve kârların artması olgusunun birebir olmasa da kabataslak bir göstergesini milli gelirin “paylaşımı”nda ücretler payına düşen kısmın azalışında, şirket kârlarının oluşturduğu kısmınsa artışında görmek mümkündür.
Bu tabloya rağmen ekonominin başındaki Şimşek ve güdümündeki MB yöneticileri, Türkiye’deki enflasyonun durumu, nedenleri ve gidişat konusunda açıkça halka yalan söylemeye devam ediyorlar. Tıpkı ileri kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de enflasyonun yüksek talepten kaynaklandığını iddia edip, onu düşürmek için ekonomiyi soğutmak gerektiğini savunuyorlar. Bunun için de faiz artışı ve ücretleri baskılama politikası izlemenin kaçınılmaz olduğunu söyleyip, bunun iktisat biliminin bir gereği olduğunu vurguluyorlar.
Benzer doğrultuda Ağustos 2024 tarihli TCMB Enflasyon Raporunda da enflasyonun kontrol altına alınması için uzun süreli bir daralma öngörülüyor. Tüm dünyada sözümona enflasyonla mücadele adına uygulanan reçete bu. Her ne kadar siyasi kaygılarla Şimşek’in izlediği politikalar mümkün olduğunca yumuşatılmaya çalışıldıysa da, “yumuşak iniş” dedikleri bir ekonomik daralmayı tek yol olarak sunuyorlar.
Buna rağmen enflasyon düşmüyor, kendi uydurdukları veriler bile enflasyonda hedefledikleri ölçüde hızlı bir gerileme yakalayamadıklarının itirafı niteliğinde. Ekonomi yavaşlıyor ve hatta daralıyorken ve işsizlik de artışa geçmişken başarı masalları okuyup, programın “işe yaradığı”nı iddia ediyorlar. Ne başarı ama! Ateşten kavrulan bir hastayı tedavi etmek için onu komaya sokuyor hatta ölümün eşiğine getiriyorlar, sonra da ateşinin düşmesiyle övünüp, programın başarısından bahsediyorlar!
Enflasyon düşmüyor, stagflasyon olgunlaşıyor
Hatırlanacağı gibi, 2023’teki seçimlerden önce iflaslar engellenmiş, şirketlere işçi çıkartmayacaksınız talimatı verilmiş, ne olursa olsun işsizlikte bir patlamanın önüne geçilmeye çalışılmıştı. Düşürülen reel ücretlere rağmen istihdam korunmuş, hatta artıyor gösterilmişti. Şükür kültürüyle yetiştirilen emekçilerin önemli bir bölümü de “en azından işimiz var” diyerek dişlerini sıkmaya devam etmişlerdi. Fakat Temmuz ayında sahtekâr TÜİK’in açıkladığı veriler bile işsizliğin hızlı şekilde artışa geçtiğini gösteriyor.
Bu yılın ilk çeyreğinde %5,7’lik büyüme olduğunu açıklayan TÜİK bile küçülme verileri açıklamaya başlamıştır. Temmuz ayı için açıklanan sınai üretim rakamlarını doğru kabul edersek, sınai üretimin, özellikle de imalat sanayiinin %7’lere varan bir yıllık küçülme içinde olduğu görünüyor. Dış ticaret açığı daraldı diye halkı aldatmaya çalışıyorlar. Ama bu daralmanın nedeni ithalattaki azalmadır ki, ithalata bağımlı bir üretime sahip ülke ekonomisinde, bu durum esasen ciddi bir üretim azalışı olduğuna işaret etmektedir. Demek ki talebi kısmak için attıkları adımlar üretimi de fazlasıyla vurmuş, üstelik ihracat artışına bağladıkları umutlar da fos çıkmıştır.
Artan ya da yerinde sayan yüksek enflasyon, artan işsizlik, küçülen ekonomi! Bunlar stagflasyonun tanımıdır, demek ki artık Türkiye ekonomisi bir ayağını stagflasyon alanının içerisine atmış bulunmaktadır! Ekonomi küçülmesine, işsizlik artmasına ve emekçiler daha da yoksullaşmasına rağmen enflasyonu düşüremiyorlar. Demek ki tüm aksi iddialarına rağmen izledikleri sözümona enflasyonla mücadele programı başarısızdır. Bu başarısızlık izledikleri programın temel kabullerinin doğru olmamasından, teşhisin de tedavinin de doğru olmamasından kaynaklanıyor. Ama mesele doğruluk yanlışlık meselesinden ibaret değildir. Uyguladıkları bu sözde programın son dönemlerde kârlarını ikiye üçe katlayan büyük tekellerin ve vurguncuların işine yaradığı apaçıktır. İşte bu gerçeği gizlemek için yalan söylüyorlar.
Önümüzdeki aylarda şapkadan tavşan çıkartıp bu durumu değiştiremezlerse, artık inkâr edemeyecekleri tüm “teknik tanımları”yla birlikte nur topu gibi bir stagflasyonu kucaklarında bulacaklar. Kısacası, her ne olursa olsun her halükârda faturanın emekçilerin sırtına bineceği apaçıktır. Emekçileri çok daha derin bir sefalet bekliyor. Yaz ayları geride kaldığında, sonbahar ayları çok daha ağır saldırılara şahitlik edecektir. Daha şimdiden iktidarın uluslararası finans-kapitale ücret artışlarını çok sınırlı tutma sözü verdiği görülüyor. Merkez Bankası Başkanı Karahan, Londra’da finans kuruluşlarına yaptığı bir sunumda, asgari ücret ve emekli maaşlarına yılbaşında yapılacak zamların sınırlı tutulacağını, en fazla %15-20 oranında olacağını belirtmiştir. 2025 yılı için hedefledikleri enflasyon oranının %14 olduğunu (en fazla %21 olabileceğini) belirtip, zamların “beklenen enflasyona göre” yapılacağı sözünü vermiştir.
Enflasyon bir sınıf mücadelesi sorunudur
Enflasyonu telafi edecek ücret artışları yapılıp, ücretler düzenli olarak enflasyon oranında arttırılmadığı sürece, reel ücretler gün be gün düşmeye devam edecektir. Bu da diğer faktörler aynı kaldığında, işçilerin daha da yoksullaşması, sömürünün ve kapitalistlerin kârlarının artması anlamına gelir. Daha önce de çok vurguladık: Enflasyon bir sınıf mücadelesi sorunudur. Hem sömüren ve sömürülen sınıf arasında bir mücadele, hem de sömüren sermaye sınıfının farklı kesimleri arasındaki bir mücadele.
Bilhassa faizlerin yüksekliğinden ötürü, burjuvazinin daha zayıf kesimlerinin rahatsızlığı devam ediyor. Aslında tam da rejimin faşist karakterine de uygun şekilde izlenen politikalarla büyük tekeller ve finans kurumları kârlarını arttırırken, daha küçük şirketlerin üzerine daha fazla yük biniyor. Faşist iktidarın tepesindekiler, oralara yükselirken dayanıp destek aldıkları toplumsal kesimlerden giderek daha hızlı şekilde uzaklaşıyor, faşizmin tekelci sermayenin sopası olduğu gerçeğini daha çok görünür hale getiriyorlar. Getirdikleri yeni vergi düzenlemeleri de büyük şirketleri değil küçük ve orta büyüklükteki işletmeleri ve esnafları vuruyor. Büyük tekeller çeşitli muafiyet ve teşviklerle korunmaya devam ediliyor. Erdoğancı sermaye kesiminin örgütü olarak bilinen MÜSİAD bile, son vergi düzenlemeleriyle beraber, “KOBİ’lerimiz başta olmak üzere sanayicimizin bu ay uygulanması istenen enflasyon muhasebesinin oluşturacağı bu haksız vergiyi yüklenecek durumu ve imkânı bulunmamaktadır” şeklinde bir açıklama yaptı. İstanbul Sanayi Odası (İSO), İstanbul Ticaret Odası (İTO) ve Ankara Sanayi Odası (ASO) da benzer açıklamalarla enflasyon muhasebesi düzenlemesinin iptalini istediler. Görünen o ki, küçük-burjuvazi içerisinde de burjuvazinin alt ve orta katmanları içerisinde de rahatsızlık daha da gelişecektir.
Örgütsüz durumdaki emekçiler ise seslerini yeterince güçlü bir şekilde çıkaramıyorlar. Memleket hem gerçek hem mecazi anlamda yanıyor, Temmuzda zam alma umutları da sönen asgari ücretliler ve emekliler perişan durumda.Sözde emekten yana pozlar kesen CHP göstermelik mitinglerle gaz alırken sendikalar işçilerin ne kadar zorda olduğunu, geçinemediğini anlatmakla meşgul!
Örgütlü işçi kesimleri kapitalistlerin ve sendikal bürokrasinin baskı ve saldırılarına rağmen seslerini yükseltmeye çalışıyorlar. Hemen her gün farklı bir işyerinden işten atılmalara karşı ya da ücret artışları talebiyle eylem haberleri geliyor. Sendikalaşma mücadelesi de geçmiş dönemlere kıyasla cılız da olsa bir canlanma içerisindedir. Önümüzdeki dönemde bu hareketliliğin daha da yükselmesini bekleyebiliriz. Üstelik artık izlenen politikalar nedeniyle yıkımla karşı karşıya olan geniş bir çiftçi kesim de söz konusudur. Geçtiğimiz yıllarda çok yerel ve sınırlı da olsa tepkilerini dile getiren, seçimlerde de tepkileri siyaseten gösteren çiftçiler son haftalarda alışılmadık protesto gösterileri organize ettiler. Geçen yılki seçimlere kadar AKP-MHP’nin oy deposu olarak görülen çiftçilerin “hükümet istifa” sloganları eşliğinde yolları keserek saatlerce protesto gösterileri yapması anlamlıdır.
Normal koşullar altında bu iktisadi yıkım tablosu karşısında emekçilerin tepkilerinin çok daha sert ve yaygın olması beklenir. Ama karşımızda faşist bir rejim bulunmaktadır ve yapılan değerlendirmelerde bu hususun atlanmaması elzemdir. Ayrıca ekonomik mücadele bağlamında bile örgütsüz ve kendiliğinden tepkilere bel bağlamak doğru değildir. Sendikaların bu boşluğu doldurmanın doğal özneleri olması gerekirken, devlet güdümündeki sendikal bürokrasinin tavrı ortadadır. Gaz alıcı eylemlerle günü kurtarma derdindeler. Türk-İş bürokratları “zordayız, geçinemiyoruz” diyerek iktidara el açarak adeta sadaka dilenmektedir. Türkiye’nin sanayi merkezlerini ve en başta da İstanbul’u es geçerek turistik gezi mahiyetinde mitingler yapacakları takvimler ilan ediyorlar. Belli ki herkes kendi fıtratına uygun rolü oynuyor. Mücadeleci işçiler, emekçiler de, bu saldırılara ve faşist rejime hayır demek için kendi fıtratlarına uygun olarak çok daha örgütlü biçimde ayağa kalkmak zorundadırlar. Nihayetinde “örgütlüysen her şeysin, örgütsüzsen hiçbir şey” sloganı döne dolaşa hükmünü icra ediyor!
[1] Ticaret Bakanlığı, Ekonomik Görünüm -Haziran 2024, https://ticaret.gov.tr/data/5e18288613b8761dccd355ce/...
[2] Satın alma gücü paritesi hesaplanırken, temel tüketim maddelerinden ve hizmetlerden oluşan bir sepetin o ülkenin ulusal para birimiyle hangi fiyata alınacağı hesaplanır, ardından geçerli ortalama kur üzerinden bu fiyatlar dolar cinsine çevrilir. Ücretlerin düşük olduğu ülkelerde genellikle sepetin dolar cinsinden değeri de daha düşüktür. Bu oran (ABD’de sepetin değeri / Türkiye’de sepetin dolar cinsinden değeri), cari fiyatlarla hesaplanan dolar cinsinden GSYH büyüklüğüyle çarpılarak sonuç bulunur. Dolayısıyla bu oran ne kadar büyükse, SGP’ye göre hesaplanmış GSYH de o kadar büyük olur. Oran ise sepet ne kadar ucuzsa (ve dolayısıyla ücretler ne kadar düşükse) o kadar yüksek olacaktır. Dahası doların baskılanıp ucuz tutulması da hem GSYH büyüklüğünü olduğundan daha fazla, hem de söz konusu oranı olduğundan daha büyük olarak işleme sokmayı gerektireceğinden sonuç daha da artacaktır.
link: Oktay Baran, Övünün Dedikleri Ekonomik Yıkım Tablosu, 25 Ağustos 2024, https://marksist.net/node/8344
Olimpiyat Aynasından Yansıyanlar
Mücadeleyi Var Eden Keskin Kılıç