Son zamanlarda medyaya yansıyan bazı olaylar günümüz futbolunun karakteri açısından önemli ipuçları veriyor. Bunlardan birisi ölüm yıldönümü vesilesiyle, Taçsız Kral olarak da bilinen Metin Oktay ile ilgiliydi. Burjuva medyada yıllarca beyefendi kişiliğiyle öne çıkan Oktay’ın bu sene muhalif medyada solculuğu öne çıktı. Taçsız Kral’ın, TİP’e oy verdiği ve Denizlerin idamını engellemek için başlatılan imza kampanyasına katıldığı haberlere konu oldu. Futbol ticarileştikçe böyle futbolcuların sayısı azaldığı gibi, kapitalizmin çürümüşlük düzeyine paralel olarak kendi meşrebine uygun futbolcular daha fazla öne çıkmaya başladı. Meselâ Arda’nın uçakta bir gazeteciye saldırması, Fatih Terim’in mekân basması, Gençlerbirliği teknik direktörünün Yahudilere yönelik ırkçı açıklaması Türk futbolu ve “yıldızları” hakkında fikir veriyor. Futbolun nasıl büyük bir ekonomik sektör haline geldiğine dair veriyi ise son transfer rekoru gösteriyor. Barcelonalı Neymar daha önceki en pahalı futbolcu transferini ikiye katlayarak 222 milyon avroya Fransız PSG’ye transfer oldu. Futbol tarihindeki ilk transferin 615 sterlin olduğunu düşünürsek yıldız futbolcu transferleri için astronomik sıfatı yetersiz kalıyor. Örnekler çoğaltılabilir ama kitleleri uyuşturan, diğer taraftan büyük bir piyasaya dönüşen futbolun politik, ekonomik ve sosyolojik boyutlarının anlaşılması için bunlar yeterince çarpıcı örnekler.
Arsadan borsaya
Bugün yüz milyonlarca insanın tutkusu haline gelen futbol İngiltere’de doğdu. 11 futbol kulübünün bir araya gelerek Futbol Birliğini oluşturduğu 1863 yılı modern futbolun kurumsallaşmasının miladı kabul edilir. O günden bu yana 150 yılı aşkın bir süre geçti ve futbol muazzam bir evrim geçirdi. Bizi ilgilendiren değişen futbol kuralları değil elbette. Ama bir eğlence aracı olarak ortaya çıkan futbolun ekonomik, politik ve sosyolojik etkilerinin değişimi ilgiyi hak ediyor.
Futbolu diğer spor dallarından bariz bir biçimde ayıran özelliğinin ekonomik boyutu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bugün dünyanın en fazla takip edilen ve sevilen spor dalı olan futbol aynı zamanda en büyük pazar payına sahip spor dalı haline gelmiş durumda. Bu ekonomik boyut futbola olan ilgiyi arttırıyor, ilgi arttıkça da ekonomik boyut büyüyor.
Futbolun bir eğlence veya spor dalı olmanın çok ötesine geçmesinde 1980’li yıllar çoğu uzman tarafından bir dönemeç noktası olarak görülüyor. Başka bir deyişle futbolun endüstriyel/ticari niteliğinin yeni bir aşamanın arifesinde olduğu yıllardır bu yıllar. Ama modern futbol kapitalizmin çocuğudur ve bu yüzden de doğumundan kısa bir süre sonra, kapitalizm her şeyi (kültür, sanat, bilim) olduğu gibi futbolu da kendi özüne uygun bir biçimde bir değişim sürecine sokmuştur.
“1870’li yıllardan sonra maç biletinin satılmaya başlaması eskiden hayal bile edilemeyecek bir yenilikti. Kupa maçlarında elde edilen gelirin büyük bir kısmı federasyonun o sırada tamtakır olan kasasına akardı. Federasyonun kurulduğu 1863 yılında kasada yalnızca beş sterlin vardı, bu rakam 1904 yılında 17.000 sterline çıkmıştır. Henüz 1880’li yıllarda oyuncuların çoğu ücretleri gizlice ödenen profesyonellerdi. 1885’te futbolculara açıktan açığa ödeme yapılmasına resmen izin verilir. Bazı kulüpler daha o zamanda bile ticari bir kuruluş haline gelir.” (Stemmler, Futbolun Kısa Tarihi, s.100, Dost Yay., 2000)
Yani aslında futbol 1980’lerden çok önce bir endüstri haline gelmeye başlamıştı. Ama futbolun bugün kullanılan anlamıyla endüstriyelleşmesi için televizyonun yaygınlaşması gerekiyordu. Birinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’da on binlerce seyirci kapasiteli devasa stadyumlar inşa edilse de bunların televizyon gibi evlere girerek milyonlarca insanı etkileme ve bir kazanç kapısı haline getirme gücü yoktu. Televizyon 60’lı yıllardan itibaren gelişkin ülkelerde giderek yaygınlaşan bir biçimde kullanılmaya başlandı ve futbol maçları radyodan farklı olarak görselliğiyle birlikte statların dışına taşmaya başladı.
“On yıllar önce 1938’de İngiliz Federasyon Kupası ilk kez BBC tarafından yayınlandığında her şey çok masum görünüyordu. Diğer ülkeler de aşama aşama televizyonda futbol sahnesine adım atıyorlardı, ama futbolun televizyonda çiçek açması ya da bakış açınıza bağlı olarak kanserin yayılması 1950 ve 1960’larda başladı. İtalyan şirketi RAI 1956’da Serie A maçlarını düzenli olarak yayınlamaya başladı ve iki yıl sonra dünya çapında ilk Dünya Kupası yayını yapıldı.” (Craig McGill, Futbolun Kârhanesi, İthaki Yay., 2006, s.113)
Böylece futbolun yerelliği radikal bir biçimde ortadan kalkıyordu. Dünyanın öbür ucunda oynanan maçların izlenmesi mümkün hale geldi. Futbol küresel bir pazarda büyük kâr marjlarıyla satışa çıkarılabilirdi artık.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin bir canlanma dönemine girmesi ve maçların naklen yayınlanabilmesini sağlayan teknolojik gelişmeler futbolun endüstriyel anlamda dönüşümü için gerekli altyapıyı hazırladı. Öncelikle gelişkin kapitalist ülkelerde futbol kulüpleri belirgin bir şekilde şirketlere, taraftarlar ise müşterilere dönüşmeye başladı.
Futbolun endüstriyel değişim ve dönüşümü kapitalizmin genel gidişatından bağımsız değildir. Kapitalistler 70’li yıllarda girdikleri bunalımdan çıkış için hem yeni pazar alanları hem de mevcut pazarları daha yoğun bir biçimde sömürmenin yollarını arıyorlardı. Ardından kapitalizmin piyasaya sürdüğü küreselleşme ideolojisi, egemenlerin sistemin tıkanıklığını aşmak için başvuracakları çözüm yöntemlerine emekçileri razı etmekten başka bir amaç taşımıyordu. İşte futbol da aynı dönemde yeni bir aşamaya geçişin sancılarını çekiyordu.
Nihayetinde 90’lı yıllara gelindiğinde bu sancılı süreçten yeni bir aşamaya geçildi. Bu değişime yol açan en önemli faktörlerin başında dijital yayın platformlarının sahneye çıkışı geliyordu. Çünkü dijital yayın platformları yayın gelirlerinde muazzam bir artış olanağı sunuyordu. Futbolun beşiği İngiltere’de 1992’de Premiere Lig kurulduğunda yayın bedeli maç başına 640 bin sterlinden yıllık toplam 51 milyon sterlindi. Premiere Lig’in kurulmasının sebebi de aslında futbolun ekonomik dönüşümünün geldiği noktaydı. Ama yine de yayın haklarının bu kadar yüksek bir bedelle verilmesi beklenmiyordu.
Milenyumla birlikte endüstriyelleşme sürecinde ilerleme tam gaz devam etti. İnternet ve cep telefonlarının muazzam gelişimi ve yaygınlaşması futbol pazarının katlanarak genişlemesini sağladı. Pazar büyüdükçe, konuşulan rakamlar arttıkça saha dışındaki rekabet de arttı. Saha içindeki iki takım arasındaki rekabetse saha dışındaki (futbol pazarındaki) rekabetin bir uzantısına dönüştü. Yaygın tabirle futbol “22 kişinin bir topun peşinden koştuğu ve sonunda Almanların kazandığı” basit bir oyun olma vasfını artık kaybetmişti. Futboldan para kazananların istek ve çıkarlarına göre oyun kurallarında bazı değişiklikler olsa da futbol halen 22 futbolcunun bir topun peşinden koştuğu basit bir oyundu, fakat artık Almanlar değil mali yapısı en güçlü olan kulüpler kazanmaya başlamıştı.
Sahada büyük başarılar elde etmek için altyapıdan yetenekli oyuncuların yetiştirilmesinin eskisi kadar kıymeti kalmadı. Çünkü futbolcular veya teknik direktörler parayı verenin düdüğü çaldığı bir ortamda mali açıdan güçlü olan kulüplere transfer oluyorlar. Bir futbol kulübünün elindeki yetenekli bir futbolcuyu kaptırması veya mali hesapları göz önünde bulundurarak elinden çıkartması işten değil. Veya bedeli ödendikten sonra yıldız futbolcular transfer edilebilir, güçlü bir takım kurulabilir. Meselâ eski günlerinden uzakta olan Manchester City takımı, Arap sermayesi tarafından satın alındıktan sonra, iki Premiere Lig şampiyonluğu da dâhil olmak üzere önemli başarılar elde etti. Bu olgu futbol kulüplerinin bir şirket gibi piyasada faaliyet göstermesini zorunlu hale getiriyordu. 1980’ler futbol kulüplerinin şirketleşme sürecine girmeye başladıkları yıllardı. 1990’la birlikte kulüpler kurdukları şirketlerle borsada yer almaya başladı. Borsaya ilk adım atan İngiliz futbol kulüpleri oldu ve peşlerinden Avrupa’nın diğer futbol kulüpleri geldi. 2000’li yıllarda Türk futbol kulüpleri de borsada yerlerini almaya başladılar. Artık ligdeki puan durumu kadar borsada hisse senetlerinin değeri de kulübün başarısında önemli kriterlerden biri haline geldi.
Kulüplerin şirketleşmesi ve borsada faaliyet göstermeye başlaması futbol piyasasını iyice harladı. Uluslararası denetim firması KPMG’nin 2017 yılında yayınladığı rapora göre, sadece Avrupa futbol liglerinden elde edilen toplam gelir 25 milyar avroya ulaşmış durumda. Ve bu rakam her yıl artmaya devam ediyor. En büyük 32 Avrupa futbol kulübünün kurumsal değeri ise toplamda 31 milyar doların üzerinde. İngiliz futbol takımı Manchester United 3,2 milyar dolar, İspanyol Real Madrid 3,1 milyar dolar ve yine İspanyol Barcelona 2,9 milyar dolarlık değerleriyle en zengin futbol kulüpleri listesinde en üstte yer alıyorlar. Bu takımlar yıllardır bu listenin tepesine demir atmış durumdalar. Listenin gerisinde ise ağırlıklı olarak yine İtalya, Almanya, Fransa gibi Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinin futbol kulüpleri yer almakta.
Türk futbolunun gelişimi ile Türkiye ekonomisinin gelişmesi arasındaki paralellik de dikkat çekici. Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına giren Türkiye’nin Süper Ligi de dünyanın sayılı ligleri arasında yer alıyor. Süper Lig futbol ekonomisinin büyüklüğüne göre Avrupa’nın altıncı büyük ligi pozisyonunda. 2016-2017 futbol sezonunda Süper Ligin piyasa hacmi 2,3 milyar liraya ulaştı. Aynı sezonda bu pastadan dört büyükler 1,4 milyar lira gelir elde ettiler. KPMG’nin en zengin kulüpler listesinde Türkiye’den Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş yer alıyor.
Futbol piyasasını büyüten faktörlerden biri de sponsorluk anlaşmaları. Yıllar önce ayakkabı şirketlerinin reklâm amacıyla futbol kulüplerine veya milli takımlara bilabedel ayakkabı vermesiyle başlayan sponsorluk bugün milyarların döndüğü bir sektör oldu. 70’li yıllarda Dünya Kupası sponsorluk ve reklâm anlaşmalarıyla para kazandırmaya başladı ve ilerleyen dönemde Coca Cola, Gilette, Nike, Adidas gibi markalar çok büyük paralarla sponsorluk anlaşmaları imzaladılar. Avrupa’da ise futbol kulüplerinin formalarına reklâm almaları halen yasaktı. Bu yıllar, futbol kulüpleri, televizyon kanalları ve federasyonlar arasındaki mücadeleye de sahne oldu. Kulüpler ek gelirlerle daha fazla kazanç elde etmek istiyorlardı fakat o günün yasaları buna izin vermiyordu. İngiltere’de 1977 yılında çıkarılan sponsorluk yasasıyla takımların reklâm almalarının önündeki yasaklar kalktı. 1982 yılında Manchester United 2,5 milyon sterlin karşılığında Sharp ile 5 yıl sürecek sponsorluk anlaşması yaptı. Bu sponsorluk anlaşmalarına yatırım yapan markalar verdikleri paranın karşılığını almak istiyorlar, hem de fazlasıyla. Bir şirket için yatırım yaptığı alanın ne olduğunun bir önemi yoktur, önemli olan ondan kâr elde etmesidir. Kapitalizm zaten her türlü romantik duygunun, ahlâkın, manevi değerin yerine paranın egemenliğini koymuştur. Fransa ‘98 Dünya Kupası bunun çarpıcı bir örneğini sunar. Dünya Kupası için Nike ile Brezilyalı futbolcu Ronaldo arasında bir sponsorluk anlaşması imzalanmıştı. Final maçının oynanacağı günün sabahında açıklanan kadroda Ronaldo sakatlığından dolayı yer almıyordu. Fakat ne hikmetse maça saatler kala Ronaldo’nun iyileştiği ve oynayabileceği açıklandı. Ronaldo sahaya çıksa da pek de bir dünya yıldızı gibi oynamadı. Sonrasında ise 250 milyon dolarlık sponsorluk anlaşması olan firmanın baskısıyla oyuncunun sahaya çıktığı iddia edildi. Firma ise “neden karışalım ki?” sorusuyla iddiaları yalanladı. Acaba neden?
Sponsorluk anlaşmaları futbol kulüplerinin gelirlerinin önemli bir parçasını oluşturuyor. 2015/16 sezonunda sponsorluktan Galatasaray 100, Fenerbahçe 39, Beşiktaş 35 ve Trabzonspor 8 milyon lira gelir elde etti. Avrupa’nın daha büyük kulüplerinin sponsorluk gelirleri de daha fazla. Yıllarca formasına reklâm almayan Barcelona da 2010’da Katar Vakfı ile yaptığı anlaşma uyarınca yıllık 30 milyon avro gelir elde etti. Bu sezon için Japon firması Rakuten ile yapılan anlaşmadan ise yıllık 55 milyon avro kazanacak. Bu paraların döndüğü bir oyun artık bambaşka bir şeye dönüşüyor, oyuncular da:
“Bir futbol yıldızı ayakkabılarını bağlama işini uzatıyorsa, bu onun ellerinin beceriksizliğinden değildir; olsa olsa cebiyle alakalı bir kurnazlık vardır işin içinde; büyük bir olasılıkla Adidas’ın, Nike’ın ya da Reebok’ın reklâmını yapıyordur.” (Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol, Can Yay. , s.138)
Futbol, ekonomik boyutunun geldiği düzeyle kapitalizmin çürümüşlüğünün çarpıcı tezahürlerini de sunuyor. Bu kadar büyük rakamların telaffuz edildiği bir sektörde futbolun kurallarına göre oynanması mümkün değildir. Futbolun şeffaf ve adil bir oyun olarak oynanmasını sağlamak ve buna uygun davranmayan kişi ve kulüplere yaptırım uygulamakla mükellef uluslararası futbol kuruluşlarının karıştığı skandalları, şike ve yolsuzlukları göz önünde bulundurursak futboldaki kirlenme hakkında daha kesin bir fikre sahip oluruz. İşin aslına bakacak olursak UEFA, FIFA gibi kuruluşlar futbolun sportif yanından çok onun ekonomisiyle ilgililer. Meselâ futbol pastasının en büyük dilimini oluşturan Avrupa’nın kıtasal futbol kurumu UEFA, 1954’te futbolu para getiren bir oyun haline getirmek için kuruldu. FIFA ise bundan iki sene önce yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle FBI tarafından üst düzey yöneticilerine yapılan operasyonla gündeme geldi. İtalya’dan Türkiye’ye, Fransa’dan İngiltere’ye dünyanın her yerinde futbol kulüpleri şike yapıyorlar.
Futbol ticarileştikçe şikenin boyutları da değişiyor. Şike sadece bir futbolcunun veya futbol takımının para karşılığında maçı satmasından ibaret değil. Hatta bunların eskisi kadar önemli olmadığını da söyleyebiliriz. Asıl şike sahanın dışında yapılıyor. Ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşların ülke veya takımlar lehine karar vermeleri, maçların nerede ve ne zaman oynanacağı, futbol kurumlarının yöneticiliğine kimlerin getirileceği, büyük turnuvaların hangi ülkede yapılacağı veya final maçlarının nerede oynanacağı gibi konularda rüşvetle avantaj elde etmeye çalışmak başta olmak üzere pek çok kirli yöntem kullanılıyor.
Rus oligarklar, Arap şeyhleri paralarını Avrupalı futbol kulüplerine yatırıyorlar. Meselâ BAE şeyhi Mansur, İngiliz futbol kulübü Manchester City’yi 2009’da 400 milyon dolara satın aldı. Birkaç yıl sonra ise hisselerin sadece %13’ünü aynı paraya Çinlilere sattı. PSG, 2011’de Katar sermayesi tarafından satın alındı. Chelsea ise Rus oligark Roman Abramoviç tarafından satın alındı. Futbol bu milyarderler için hem kazanç kaynağı, hem itibar kaynağı, hem de kara para aklama alanı işlevi görüyor.
Futbolun sosyal boyutu
Futbolun çeşitli kurallara bağlandığı ve kurumsallaşmaya başladığı 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar işçi sınıfının bu oyunu yaygın biçimde oynayabileceği koşullar yoktu. Öyle ki o yüzyılın ilk yarısında sanayileşmeyle birlikte işçi sınıfının çalışma saatleri günlük 14-16 saati buluyordu. Ağır koşullarda çalışarak geçirilen uzun saatlerden sonra işçilerin futbol gibi yorucu bir oyuna harcayacak enerjileri de kalmıyordu. Üstelik sanayileşmeyle birlikte futbol oynanan alanlar özelleştiriliyor ve çitlerle çevriliyordu; işçilerin futbol oynayacağı alanlar eskiye nazaran azalıyordu. Hatta İngiltere’de bir dönem polis sokakta futbol oynanmasını yasaklamıştı. Futbolun bir dönem işçilerin ilgi duyduğu bir spor olamamasının önemli faktörlerinden biri de kuşkusuz kilisenin etkisiydi. Kapitalizmin ruhuna uygun bir mezhep olarak Protestanlık her şeyin önüne çalışmayı koyuyor, çalışmayı en büyük erdem sayıyor ve onu engelleyecek her türlü faaliyeti yasaklıyordu. Eğlence, dinlence, serbest zaman gibi olguları günah sayan kilisenin bu yasakları elbette emekçiler içindi. Marx’ın dediği gibi, kapitalist toplumda halk kitlelerinin bütün yaşamı emek zamanına dönüştürülerek, tek bir sınıfa (burjuvaziye) bolca boş zaman sağlanır.
Dolayısıyla nesnel koşulların yanı sıra kilisenin de etkisiyle futbol varlıklı ve soylu kesimlerin eğlencesine dönüştü. Özellikle okullarda, kolejlerde oynanan bir oyun haline geldi. Futbolun daha dar bir kesime hitap etmeye başladığı bu yıllarda sanki futbol ölmektedir, bugünkü futbola dönüşmesinin potansiyelleri yok gibidir. Fakat 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte tablo yavaş yavaş değişmeye başlayacaktı. 1870’li yıllardan itibarense futbolun toplumsal yapısı bariz bir biçimde değişmeye başladı:
“O yıllarda, hem üye kulüplerin hem de kulüp üyelerinin toplumsal bileşimi inanılmaz bir değişime uğrar. Birçok futbol kulübü özel okul mezunları tarafından kurulduğu halde, özel okullar ve öğrencileri yavaş yavaş arka planda kalmaya başlar. Yeni kulüpler, özellikle de İngiltere’nin kuzeyindeki sanayi bölgelerinde açılan yeni kulüpler, eskisi gibi toprak soyluları ve varlıklı burjuvalara değil, işçiler, zanaatkârlar ve memurlara yöneliktir. İşçilere giderek daha fazla boş zaman imkânı tanıyan «Factory Acts» (Fabrika Yasaları) bu ivmeye hız kazandırır. İşçiler günde on iki saat yerine (hatta eskiden on altı, on dört saat çalışmaları gerekiyordu), artık “yalnızca” on saat çalışıyor, Cumartesi öğleden sonraları da paydos yapılıyordu.” (Stemmler, age, s. 98-99)
Böylece emekçiler hem sahalarda top koşturmaya başladılar hem de yapılan maçları izleyebilme imkânına kavuştular. 1870’li yıllar aynı zamanda maç bileti satışlarının da başladığı yıllardır. Futbol ilgisi kısa sürede adadan, önce kıta Avrupa’sına sonrasında ise tüm dünyaya yayılacaktı.
Futbol 20. yüzyılın ilk yarısında faşizme ve iki dünya savaşına rağmen popülerleşmeye devam etti. Yukarıda da anlattığımız üzere, televizyonda maçların yayınlanmasıyla birlikte geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında dünyanın bir numaralı sporu haline geldi. Geçmişin işçi ve emekçilerden veya mütevazı bedellerle top koşturan oyunculardan oluşan futbol takımlarının yerini, milyon dolarlık profesyonel futbolculardan kurulu takımlar aldı. Modern futbol, oyuna seyirci kalan emekçi kitleleri uyutmanın en önemli araçlarından birine dönüştü.
İşsizlik, yoksulluk, geçim sıkıntısı, gelecek kaygısı tüm dünyada emekçi kitleleri bunaltıyor. Geniş emekçi kitlelerin bu sorunlarının tek kaynağı kapitalizm. Kapitalizm çeşitli araçlarla kitlelerin gerçekleri görmesini ve bu sorunların müsebbibi olan kapitalizme karşı mücadelesini engelliyor. Kitlelerin yeni afyonu olarak adlandırılan futbol, burjuvazinin en işlevli araçlarından birisi. Üstelik burjuvazi bir taşla iki kuş vuruyor: Hem milyarlarca doları cebe indiriyor, hem de yüz milyonlarca emekçiyi uyutuyor!
Modern futbolun ortaya çıktığı dönemin arifesinde uzun çalışma saatleri işçilerin futbolla eğlenmesini fiilen engelliyordu. Düşük ücretlerle çalışan işçiler ancak fazla mesailerle geçimlerini sağlayabildikleri için bugün de ortalama çalışma 12 saati buluyor, hatta bazen aşıyor da. Ancak işçilerde futbola olan ilgi azalmak bir yana artıyor. İşçilerin önemli bir kısmı çalışmadan geçirdikleri saatlerin büyük bölümünü futbol izleyerek, oynayarak, bahislere girerek, futbol üzerine tartışarak geçiriyor. İşçi, kendi sınıfına, yaşamına ve gerçeklere bir kez daha yabancılaşıyor.
Bugün büyük paralar dökülerek inşa edilen stadyumlara “arena” denmesi tesadüf değil. Roma İmparatorluğunda halkın mevcut düzene boyun eğmesi için arenalarda gösteriler düzenleniyordu. Bu gösterilerde gladyatörler dövüştürülüyor ve kimi zaman ölümüne dövüşlerle seyircilerin deşarj olması sağlanıyordu. Roma’da halkın kolay yönetilebilmesi, karnının doyması ve aklını eğlenceyle meşgul etmesi “ekmek ve sirk” formülü olarak tarif ediliyor. Bugün kimseye bedava ekmek verilmese de günümüz futbol stadyumlarını da modern arenalar olarak tanımlamak yanlış olmaz.
Yıllar önce emekçilerin daha kolay girebildikleri futbol stadyumlarının yerini giderek dünyanın her yerinde bu modern arenalar alıyor. Modern arenalarda maç biletlerinin ücreti daha yüksek olduğu için seyirci kitlesinin sınıfsal bileşimi de değişiyor. Modern arenalarda lüks localar, pozisyonların tekrar ve farklı açılardan izlenmesini sağlayan dev ekranlar, lüks restoranlar, internet bağlantısı vb. her türlü konfor bulunuyor. Hem televizyon ekranlarından hem de tribünlerden futbol maçlarının coşkulu bir biçimde izlenebilmesi için her türlü detay var. Böylece ister ekran başında olsun isterse tribünlerde olsun seyirciler 90 dakika ile sınırlı olmayacak şekilde yaşadıkları dünyadan kopuyorlar. Taraftarlık psikolojisi ve maç heyecanı izleyicilerde terapi etkisi yaptığı gibi, sınıfsal ayrımları da emekçilerin zihninde ortadan kaldırıyor. Her ne kadar aynı takımın bir burjuva taraftarı ile emekçi taraftarının maç izleme olanağı ve konforu farklı olsa da, bu, emekçi izleyicilerin kafasında oluşan sınıfsal özdeşleşmeyi ortadan kaldırmaya yetmiyor. Kulüpler makbul taraftarın, takımına para kazandıran taraftar olduğu algısını oluşturuyor. Taraftarlarını bin bir türlü yolla takım formaları, takıma özel kredi kartları ve cep telefonu hatları gibi hiç de ucuz olmayan lisanslı ürünlerini satın almaya zorluyorlar. Emekçiler çoğunlukla kredi kartlarına başvurarak bu tuzağa düşüyorlar.
Futbolun endüstriyelleşmesine karşı çıkan ve takımlarının çeşitli sermaye gruplarının değil kendilerinin olması gerektiğini savunan taraftar grupları da var. Meselâ Manchester United takımı Amerikan şirketine satılınca taraftarlar kitlesel eylemler yaptılar ama gidişata engel olamadılar. Taraftarların bir kısmı kendilerinin yönettiği yeni bir kulüp kurdu. Almanya’da ise maçların gece değil gündüz yapılmasını istediği için “15.30 hareketi” adını alan muhalif oluşum “Cumartesi Futbol, Pazar Aile” sloganını kullanıyordu. Türkiye’de de çeşitli sol taraftar grupları endüstriyel futbola karşı faaliyet yürütüyorlar ama taraftar gruplarının bu çabasının futbolu borsadan kurtarıp emekçilerin oynayabileceği “arsalara” getirebilmesi mümkün değil.
Kapitalizm yeryüzünde egemenliğini kurarken her şeyi büyük bir değişim ve dönüşümün içerisine soktu. Kültürü, sanatı, sporu yerellikten kurtararak evrenselleştirdi ve bunlardan ideolojik, ekonomik ve siyasi kazanç elde etti. Ama çürüme çağındaki kapitalizm elini attığı her şeyi çürütmeye, yozlaştırmaya başladı. Endüstriyel futbol bu bakımdan çürüyen kapitalizmin en “başarılı” ürünlerinden birisidir. Endüstriyel futbolun pislikleri ortadadır. Siyasetin kirletmediği, paranın yozlaştırmadığı, rekabetin taraftarları ve oyuncuları çığırından çıkarmadığı bir futbol, yani endüstriyel olmayan bir futbol kapitalizmde mümkün değildir. Suç bir eğlence aracı, bir oyun olarak ortaya çıkan futbolda değil. Her şey çok açık:
“17. yüzyılın ortalarında, bugünkü futbolun başlangıcı sayılabilecek oyunlar İngiltere’de halk arasında ilk yayılmaya başladığında ve bir yüzyıl sonra hemen hemen tüm Avrupa’da işçi sınıfının en gözde sporu haline geldiğinde, futbol, «kolektif mücadelenin ve bireysel yaratıcılığın bütünleştiği keyif verici bir oyun» olarak tanımlanıyordu. Maalesef kapitalizm, işçi sınıfının ve ezilenlerin yarattığı birçok güzel değer gibi futbolu da uzun zaman önce kirletmiş ve çıkarlarına alet etmiş bulunuyor. Futbol ve tüm diğer popüler spor dalları, kapitalizmin endüstriyel dallarından biri haline gelmiş durumdadır. Bu oyunlar artık spor olmaktan çıkmış ve burjuvazinin iktidar araçlarından biri durumuna gelmişlerdir. Artık siyasetsiz bir futbol düşünmek mümkün değildir. Mafyadan ve kirli ilişkilerden bağımsız bir futbol düşünmek mümkün değildir. Futbol, çocukluğumuzda veya gençliğimizde mahalle aralarında oynadığımız bir oyun olmaktan çıkalı çok oluyor. Yapılması gereken anıların peşine takılmak değil, futbol dâhil olmak üzere toplumsal yaşantının her alanını büyük bir hızla kirleten ve yozlaştıran kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. İşçi sınıfının devrimcileri olarak takımımızı iyi kurmalı, maça iyi hazırlanmalı, sonucu ve skoru belirleyecek golü atmasını becermeliyiz. Bugün avantaj burjuvazide olsa da unutmayalım, top yuvarlaktır ve maç henüz bitmemiştir…” (Kerem Dağlı, Burjuva Siyasetin Aracı Olarak Futbol, MT, Ağustos 2011)
link: Suphi Koray, Çürüyen Kapitalizmin Eşliğinde Ticarileşen Futbol, 1 Ocak 2018, https://marksist.net/node/6138
Rejim KHK’larla Yol Alıyor
KHK’yla Taşeron İşçisine “Şartsız, Ayrımsız Kadro” Aldatmacası