Son haftalarda futbol camiası üzerinden Türkiye'nin gündemine oturan gelişmeler ve ortaya dökülmeye başlayan kirli çamaşırlar, "futbol sadece futbol değildir" deyişini tekrar hatırlatmış ve profesyonel futbolun neye hizmet ettiğini bir kez daha göstermiştir: kapitalizme ve burjuva siyasete! Futbol da, tüm diğer popüler profesyonel spor dalları gibi, egemenlerin kitleleri manipüle etme araçlarından biridir. Popüler sporların ya da eğlencelerin, tam da popüler olmalarından yani geniş kitlelerin ilgisini çekiyor olmalarından dolayı siyasi çekişmelerin de bir alanı-aracı olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü tarih boyunca bu alanı ve aracı kullanarak iktidar sahipleri ve adayları, kitleleri kendi siyasetlerine çekmeye çalışmışlardır.
Bu bakış açısı, Fenerbahçe kulübü başkanı Aziz Yıldırım'ın tutuklanmasıyla zirve yapan süreçteki tartışmalarda ortaya atılan soruların birçoğuna kolayca cevap verebilmemizi de sağlayacaktır. Bunların başında "neden şimdi" sorusu gelmektedir. Öyle ya, dünya çapında milyar dolarların döndüğü devasa bir sektör haline gelmiş futbolda şikenin varlığı yeni bir şey değildir. Şikenin yanı sıra, mafyanın futbol kulüpleriyle olan ilişkisi, kara paraların aklandığı gibi gerçekler de uzun yıllardır bilinen olgulardır. O halde AKP neden şimdi düğmeye basmış ve futbolda "temiz krampon" operasyonu başlatmıştır? Burjuva medyada yer alan yorumcular, meseleye kendi durdukları noktadan çeşitli cevaplar getirmektedirler. Kimileri, özellikle AKP'ye yakın olanlar, AKP'nin Ergenekon davasıyla başlattığı "toplumu temizleme" sürecinin devam ettiğini ve futboldaki şike soruşturmalarının da bunun bir parçası olduğunu söylüyorlar. Daha çok statükocu-Kemalist cenaha yakın duranlar veya AKP karşıtı kesimde yer alanlar ise, iktidarını her alanda adım adım inşa eden AKP'nin şimdi de bu alana el attığından, futbolda da tarikatların önünün açıldığından vs. dem vuruyorlar.
Bu görüşlerin her ikisinde de belli ölçüde doğruluk payı vardır. Ancak daha önemlisi, bu tür yorumların hepsi de futbolun nasıl da siyasetin bir parçası haline geldiğini, bir başka açıdan somut olarak ortaya koymaktadır. Tabloyu tam olarak görebilmek ve burjuva düzende, her alanda olduğu gibi, futbolda da nasıl bir kirlenmenin yaşandığını kavrayabilmek için meseleye biraz daha geniş açıdan bakmak gerekiyor.
Neden şimdi?
Dikkat etmek gereken husus, meselenin çıkış kaynağının yalnızca Türkiye'nin iç siyasetiyle ilgisinin olmayışıdır. Hatırlanacak olursa, 2008'de küresel piyasaları sarsan ekonomik krizin ilk dalgasının ardından yapılan G-20 ve IMF-DB toplantılarında alınan kararlardan bir kısmı da kayıt dışı ekonomiye müdahale edilmesiyle ve kredi mekanizmasının sıkılaştırılmasıyla ilgiliydi. Başta IMF olmak üzere uluslararası kredi kuruluşları ve bankalar, kredi verilecek veya yatırım yapılacak ülkelerin kayıt dışı ekonomiye el atmasını, mali saydamlığın getirilmesini; yolsuzlukların, kara para ticaretinin, rüşvetin, mafya ekonomisinin üzerine gidilmesini şart koşmaya başladılar. Bu açıdan bakıldığında, ekonomisi içinde yabancı sermayenin oldukça önemli yer tuttuğu bir ülke olan Türkiye için bu tür düzenlemeleri yapmak kaçınılmaz bir gerekliliktir. Uluslararası Saydamlık Örgütü'nün 178 ülke arasında "temizlik derecesi"ne göre yaptığı sıralamada Türkiye sonlarda yer alıyor. Yani kirli ülkeler gurubunda.
Benzer biçimde, OECD bünyesinde kurulmuş olan FATF'ın (Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin Mali Çalışma Grubu) hazırladığı bir rapora göre, sadece Avrupa'da futbolun yıllık cirosu 20 milyar avroya yaklaşmıştır. Yan kollarıyla birlikte sektörün dünya genelindeki hacmi ise 500 milyar dolara ulaşmıştır. Bu iştah açıcı pasta nedeniyle şike, yolsuzluk, vergi kaçakçılığı ve kara para aklama açısından futbol sektörü oldukça cazip hale gelmiştir. Raporda yer alan ifadelere göre sektörde, TV ve sponsorluk gelirleri sürekli arttığından, futbolcuların transfer bedelleri astronomik rakamlara ulaştığından büyük hacimli para işlemlerinin yapılması olağan hale gelmiş durumdadır ve bu da para akışında hileli işlemlerin gizlenmesini kolaylaştırmakta, kara para aklanmasına fırsat tanımaktadır. Futbol kulüplerinin başkanlarının çoğunlukla mafyatik ilişkileri olan kişilerden ve yöneticilerin ağırlıklı bölümünün inşaat sektöründe faaliyet gösteren işadamlarından oluşması (çünkü devletten ihale almakta kulüp yöneticiliği önemli avantajlar sağlamaktadır) da raporda yer almaktadır. Bahis oyunlarından kazanılan paraların büyüklüğü, medyayla ve siyasetle ilişkiler, şike olayları, dopingler ve ilaç şirketleriyle bağlantılar ve hatta yasadışı insan trafiği bile raporda yer alan hususlardandır.
FATF'nin raporu çerçevesinde Türkiye'nin gri listeye alınması da AKP hükümetini tetikleyen bir gelişme oldu. Çünkü gerekçe, Türkiye'nin kara paranın aklanması ve yolsuzluk, rüşvet gibi konuların üzerine yeterince gitmemesiydi. Mali alanda gördüğü bu küresel baskı, AKP'yi ekonomisini temizlemek anlamında bir şeyler yapmaya itmekte ve bunun bir ayağını da futbol sektörüne yönelik "temizlik" operasyonları oluşturmaktadır. Seçimlerin hemen ardından Deniz Feneri davasına ve şike soruşturmalarına hız kazandırılmasında bu basınçların etkisinin olduğunu gözardı etmemek gerekir. Ergenekon ve KCK davalarında uluslararası kamuoyunda olumsuz tepkiler uyandıran AKP hükümeti, biraz bu imajını düzeltmek, biraz finans kuruluşlarının baskısı, biraz da Almanya'da süren soruşturmaların sonucunda bu adımları attı.
Bir diğer önemli faktör de son söylediğimiz husustur. Futbol kulüplerine yönelik şike soruşturmaları Türkiye'yle veya AKP'yle başlamış değildir. Uluslararası finans kuruluşlarının yukarıda bahsettiğimiz kararlarının ardından FIFA ve UEFA harekete geçmiş ve başta Avrupa ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede benzer operasyonlara girişilmiştir. Türkiye'den hemen önce Yunanistan ve Almanya'da, daha evvel de İtalya'da başlayan soruşturmalar bu durumun örneklerindendir. Zaten şike soruşturmalarının Türkiye'ye sıçraması da Almanya'daki bir mahkemenin aldığı karar sonucu olmuştur.
Kuşkusuz bunlara AKP'nin burjuvazinin iç kapışması sürecinde ileriye dönük hamleler yapma güdüsü de eklenmelidir. AKP'nin niyeti bir taşla iki kuş vurmak, yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı belirli ölçüde girişmek zorunda olduğu "temizlik" operasyonlarını kendi siyasi çıkarları doğrultusunda kullanmaktır.
Futbol ve siyaset
Futbol, ulaştığı düzey ve gördüğü işlev bakımından, din, okul, sanat gibi burjuva ideolojisini ve politikalarını yayan bir kurum-aygıt haline gelmiştir. Bunun en önemli kanıtı ve sonucu da, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de büyük futbol kulüplerinin siyasetle ve iktidar odaklarıyla yakından ilişkisidir.
Örneğin üç büyüklerden biri olan ve "halk takımı" olarak nam salan Beşiktaş, daha kuruluş döneminde Osmanlı sarayıyla ilişkileri olan ve sarayın desteklediği (kurucuları ve yöneticileri arasında iki veliaht prens bulunmaktaydı) bir takımdı.[*] Zaten kulüp de Osman Paşa'nın konağında kurulmuştu. Sarayla bu yakın ilişkiler sayesinde oyuncuların her birinin o zamanın lüks arabaları sayılacak faytonlarla maçlara, antrenmanlara gidip gelmesi nedeniyle "arabalılar" takımı olarak anılmaya başlayan Beşiktaş'ın yöneticileri, sonradan bu "arabalılar" kelimesini "arabacılar" olarak –emekçi şoförlerin tuttuğu takım manasında– değiştirmiş ve Beşiktaş'ın "halk takımı" imajını desteklemekte kullanmışlardır. Kulüp başkanlarının tek parti döneminde CHP'den, sonrasında Demokrat Parti'den olması da üç büyüklerin geleneklerinden biriydi. Beşiktaşlı oyuncular, 27 Mayıs darbesinin sonrasındaki bir maça da göğüslerinde darbeci general Cemal Gürsel'in isminin harfleri yazılı olarak çıkmışlardı. 27 Mayıs'ın generalleri yerini Adalet Partisi'nin ileri gelenlerine, onlar da MİT'çi Süleyman Seba ve OHAL valisi Ünal Erkan gibilerin yönetimine bıraktı.
Galatasaray'ın durumu da farklı değildir. Asıl dayanağı, adını aldığı Galatasaray Mekteb-i Sultanisi olduğundan, Osmanlı'nın ve sonrasında da cumhuriyetin üst düzey bürokratlarının takımı olmuş, bu kesimlerden destek görmüştür. Bu yüzden futbol federasyonundan beden terbiyesine kadar sporla ilgili devlet kademelerinde ağırlıklı olarak Galatasaraylılar, yani moda deyimle "monşerler" yer almıştır. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi sayesinde sarayla ilişkileri her daim iyi olan takım, bir dönem padişaha kombine bilet bile satmış, bu sayede Fenerbahçe'yi destekleyen İttihatçıların şerrinden korunabilmiştir. Bu gelenek, yani siyasi partilerden ziyade devletin seçim dönemlerinde değişmeyen üst düzey bürokrasisine dayanma geleneği, Galatasaray'da uzun süre devam etmiştir. 90'lardan itibaren ise, dönemin koşullarına uygun olarak Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar takıma el atmış, devletin derinlerinde kök salmış yapılanmaların uzantıları kulübe de yerleşmeye başlamış, bu sürecin görünürdeki sonucu olarak da milliyetçiliğiyle öne çıkan Fatih Terim hem Galatasaray'ın hem de milli takımın teknik direktörlüğüne getirilmiştir. Bu sayede hangi futbolcuların kadroya alınacağından malzeme alımına, ihalelere kimlerle girileceğinden yönetime kimlerin seçileceğine kadar her konuda hâkim burjuva siyasetin isteği doğrultusunda adımlar atılmıştır.
Türk futbolunun siyasetle ve iktidar odaklarıyla geliştirdiği ilişkilere en bariz örnekleri ise Fenerbahçe'den vermek mümkündür. Fenerbahçe'nin bu açıdan da rakiplerine fark attığını söylemek yanlış olmayacaktır. Fenerbahçe futbol kulübü en başından itibaren sırtını İttihatçılara dayamış ve yönetiminde de İttihatçı kadrolara yer vermiştir. İttihatçıların bu desteği, gerek İstanbul'un işgali sırasında gerekse de cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında kulübe ciddi sorun yaratmıştır. 30'lu yıllardan itibaren diğer takımlarda olduğu gibi Fenerbahçe'de de CHP'li Kemalist seçkinlerin hâkimiyeti kurulmuştur. Zaten, örnek alınan Nazi modeline uygun olarak, tüm kulüpler CHP'nin il veya ilçe başkanlıklarına bağlıdır ve oyuncular da CHP üyesidir. Dönemin maliye bakanı Şükrü Saraçoğlu'nun başkanlığa getirilmesiyle arkasını epeyce sağlama alan Fenerbahçe, iktidarın nimetlerinden de uzun süre faydalanır. Ardından gelen DP döneminde, bu kez de bizzat Adnan Menderes Fenerbahçe'yle ilgilenir ve destek olur. DP'nin ileri gelenleri kulübün yöneticiliğini yapmaya başlarlar. Ancak bu durum da, 27 Mayıs darbesi sonrasında Fenerbahçe'ye problem yaratır. Kulüp, DP'li başkanı Medeni Berk'in Yassıada'da yargılananlardan olması yüzünden kapatılmanın eşiğinden döner. 60'ların başındaki koalisyona uygun olarak yönetimde de, başkanlığı CHP ve yardımcılığını da AP kapar. 12 Mart ve 12 Eylül'ün faşist darbecileri ise Fenerbahçe'yi pek severler. Bu ilgi Özal'la devam eder. "Boş verin cezaevlerini, Galatasaray'a bakın Galatasaray'a" lafıyla hatırlarda yer eden Özal, üçüncü ligi de kurarak özellikle Kürt illerinin takımlarının ve böylece Kürtlerin düzen dışına düşmesinin önünü almaya çalışır. Yine Özal döneminde mafya babaları ve hayali ihracatçılar futbola, özellikle de Fenerbahçe'ye el atarlar. Fenerbahçe'nin iktidarla bu sıkı fıkı görüntüsünün son örneği de Yaşar Büyükanıt olmuştur. 12 Mart'tan bu yana futboldaki tercihini ağırlıklı olarak Fenerbahçe'den yana koyan Genelkurmay'ın halkla ilişkilerini Yaşar Büyükanıt Fenerbahçe üzerinden yürütmüştür.
Futbolda bugün hüküm süren siyasi ilişkilerin temelleri en belirgin anlamda Özal zamanında atılmıştır. Özal zamanında, Samsunspor'un başına Hasbi Menteşoğlu, Malatyaspor'un başına Nurettin Güven, Bursaspor'un başına Cavit Çağlar ve Trabzonspor'un başına da M. Ali Yılmaz gibi hayali ihracatçıların, Fenerbahçe'nin başına ise cuntacı generallerden askeri-NATO ihalelerini alan Ali Şen'in gelmesi tesadüf değildir. 90'lı yıllarla birlikte Kürtlerin özgürlük mücadelesi yükselişe geçmeye başlayınca, bunların yerini milliyetçi-faşist mafya babaları (veya onların adamları), polis şefleri ve Fethullahçılar almaya başladılar. Öncelikli amaç, futbol aracılığıyla Türk milliyetçiliğinin kitlelere empoze edilmesiydi. Kulüp başkanlarının yanı sıra federasyon başkanları, milli takım oyuncuları ve teknik adamları da bu anlayışa göre seçiliyordu. Hatta şampiyon olacak takım bile bu siyasi kriterlere göre belirleniyordu. Sedat Pekerlerin ve Mehmet Ağarların dönemiydi bu dönem…
İktidarın ve siyasilerin futbola bu ilgisi boşuna değildir elbet. Özellikle darbe dönemlerinde ve öncesinde futbol yoksul kitleler için bir nevi afyon işlevini görmüştür. Futbolun bu yollu kullanımının Portekiz'den, Arjantin'den veya Brezilya'dan da örnekleri verilebilir. Futbolla yaratılan kültür sonucu ortaya çıkan lümpen ve saldırgan, milliyetçi, şoven ve hatta ırkçı tipoloji, '80 öncesi dönemde işçi sınıfı içinde saygınlığı olan sol ve devrimci değerlerin kırılmasında önemli rol oynamıştır. Bir sektör olarak futbolun kara para aklama, fuhuş, kumar, şantaj, uyuşturucu ticareti, silah ticareti, borsa spekülasyonu gibi konularda sunduğu kolaylık ve yarattığı cazibe tüm iktidarların ilgisini çekmiştir. Çünkü her burjuva iktidar, kirli ve illegal işlerini çaktırmadan yürütebileceği ve finanse edebileceği böylesi imkân ve ilişkilere ihtiyaç duyar. Daha önemlisi, 12 Eylül cuntacılarının veya 28 Şubat sürecini tezgâhlayan generallerin yaptığı gibi birtakım siyasetlerin topluma empoze edilmesinde de futbolun önemi büyüktür. 12 Eylül döneminin meşhur "ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu" deyişinin kitlelerin bilincindeki etkisi hafife alınamaz.
AKP hükümeti de, kendinden önceki burjuva iktidarlarla aynı sebeplerden dolayı, Türkiye futbolu üzerinde kendisine bağlı siyasi ilişkilerin hâkim hale gelmesinin temellerini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında operasyonun Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım ile başlaması doğaldır. Çünkü statükocu "derin" kesimlerle olan ilişkileriyle, özellikle de MHP'ye yakınlığıyla tanınan Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe önemli birer semboldür. Bu sembollerin devrilmesi yahut dize getirilmesi, AKP'nin Ergenekon davasıyla başlatmış olduğu sürecin bir adımını oluşturmaktadır.
Burjuvazi her maçı şikeyle alır
Temizlik operasyonunu yürütürken kullandığı söylem ne olursa olsun, futbol gibi bacasız sanayi durumundaki devasa bir sektörü mafyatik ilişkilerden ve işlerden temizlemek AKP'nin boyunu fazlasıyla aşan bir husustur. En başta AKP'nin de bir burjuva partisi olması ve kapitalist düzende yaşıyor oluşumuz buna engeldir. Bu bağlamda, burjuva medyada yer alan tartışmalarda öne çıkan "bu soruşturmalar sonucunda futbol temiz hale gelecek mi?" sorusunu da kolayca cevaplamak mümkündür: Tabii ki hayır. Nasıl ki Ergenekon davasıyla devletin kontra örgütlenmeleri tümden ortadan kalkmadıysa, bu "temizlik" operasyonlarıyla futbolun temizlenmesi de olası değildir. Zaten yukarıdaki satırlarda anlattığımız üzere niyet de bu değildir. Her şeyin metalaştırıldığı ve bu ölçüde de kirlendiği kapitalizmin kendisi yıkılmadan, hem burjuva siyasetinin önemli bir alanı ve aracı konumunda olan, hem burjuva ideolojisinin kitlelere aktarılmasının önemli araçlarından biri olan ve hem de milyar dolarlık bir sektöre dönüşmüş bulunan futbolun temizlenmesi mümkün değildir.
Futboldaki kirlenmenin en önemli sebeplerinden ve sonuçlarından biri olarak ortaya konulan ve güya ulusal ve uluslararası düzenlemelerle yasaklanmış olan "şike" meselesinin içyüzüne kısa bir bakış bile bu bağlamda burjuvazinin ikiyüzlülüğünü ele vermeye yetecektir. Çünkü burjuvazi bir yandan şikeyi yasaklamakta ama diğer yandan tüm gücüyle şike yapmaktadır. Tıpkı toplumsal yaşama dair diğer alanlarda olduğu gibi…
Bizzat futbolun uluslararası alandaki en yetkili kurumu olan FIFA şike organizasyonunun başını çeken örgüt konumundadır. Bu kurumun yıllık bütçesi 1 milyar doları aşmıştır. Bir dünya kupası organizasyonunun cirosu 10 milyar dolar civarındadır. Ortadaki rant o kadar büyüktür ki, açığa çıkan şike vakaları, bu rantın paylaşımı için çevrilen ayak oyunları ve dolapların yanında devede kulak sayılmalıdır. FIFA yöneticileri dâhil futbol organizasyonlarının hemen her kurumunda ve her düzeyde, son yüz yılda sayısız şike vakaları açığa çıkarılmış, teşhir edilmiş, sorumluların kimisi yargılanmış ve cezalandırılmıştır. Ama şike olayları ortadan kalkmamıştır. Bugün Türkiye'de başlatılan operasyonların nice benzeri ve âlâsı İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerde yapılmış, Juventus gibi kalburüstü takımlar küme düşürülmüş, ama sorun çözülmemiştir. Örneğin 2009 yılı FIFA verilerine göre o yıl Almanya'da soruşturmaya konu olan 53 maçtan 32'sinde, Belçika'daki 19 maçtan 17'sinde, İsviçre'deki 35 maçtan 28'inde, Türkiye'deki 74 maçın 29'unda şike yapıldığı tespit edilmiştir. Liste uzayıp gidiyor…
Neticede şike meselesinin arka planında da bahis oynanması yatmaktadır ve bu bahisler genelde yasal olarak devletler tarafından düzenlenmektedir. Örneğin Türkiye'de ligin sponsoru olan Spor Toto, bahisleri yasal olarak oynatan kurumun adıdır. Spor Toto, yılda 4 milyar TL'ye yaklaşan cirosuyla dünyanın en büyük bahis şirketleri arasında yer almaktadır. Bahis şirketleri, gelirlerinin yaklaşık %15-20'sini futbol kulüplerine ödüyorlar. Çoğu ülkede bahis düzenlemesi devlet tekelinde olmasına rağmen, özel şirketlere bayilikler veriliyor. Türkiye'de bu bayilikleri Doğan Holding, Doğuş Grubu, Saranlar gibi burjuvalar kapmış durumda. Futbolu düzenleyen TFF de (Türkiye Futbol Federasyonu) bir tür şirkete dönüşmüş durumda ve bu bahislerden payını alıyor. TFF'nin yıllık bütçesi 200 milyon doları aşmış durumda.
17. yüzyılın ortalarında, bugünkü futbolun başlangıcı sayılabilecek oyunlar İngiltere'de halk arasında ilk yayılmaya başladığında ve bir yüzyıl sonra hemen hemen tüm Avrupa'da işçi sınıfının en gözde sporu haline geldiğinde, futbol, "kolektif mücadelenin ve bireysel yaratıcılığın bütünleştiği keyif verici bir oyun" olarak tanımlanıyordu. Maalesef kapitalizm, işçi sınıfının ve ezilenlerin yarattığı birçok güzel değer gibi futbolu da uzun zaman önce kirletmiş ve çıkarlarına alet etmiş bulunuyor. Futbol ve tüm diğer popüler spor dalları, kapitalizmin endüstriyel dallarından biri haline gelmiş durumdadır. Bu oyunlar artık spor olmaktan çıkmış ve burjuvazinin iktidar araçlarından biri durumuna gelmişlerdir. Artık siyasetsiz bir futbol düşünmek mümkün değildir. Mafyadan ve kirli ilişkilerden bağımsız bir futbol düşünmek mümkün değildir. Futbol, çocukluğumuzda veya gençliğimizde mahalle aralarında oynadığımız bir oyun olmaktan çıkalı çok oluyor. Yapılması gereken anıların peşine takılmak değil, futbol dâhil olmak üzere toplumsal yaşantının her alanını büyük bir hızla kirleten ve yozlaştıran kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. İşçi sınıfının devrimcileri olarak takımımızı iyi kurmalı, maça iyi hazırlanmalı, sonucu ve skoru belirleyecek golü atmasını becermeliyiz. Bugün avantaj burjuvazide olsa da unutmayalım, top yuvarlaktır ve maç henüz bitmemiştir…
link: Kerem Dağlı, Burjuva Siyasetin Aracı Olarak Futbol, Ağustos 2011, https://marksist.net/node/2716
Srebrenitsa Katliamı ve Emperyalist Savaş
Sunuş