Geçtiğimiz günlerde aralarında ünlü isimlerin de olduğu yaklaşık 50 futbolcu şike yaptıkları iddiasıyla gözaltına alındı ve bazıları tutuklandı. Bu gözaltı furyası oldukça yankı uyandırdı, ancak şike meselesi aslında ilk kez gündeme gelmiyor. Geçmiş yıllarda da gerek Türkiye’de gerekse başka ülkelerde şike skandalları ortaya çıkmıştı. Her ne kadar medyada münferit bir skandalmış gibi lanse edilse de şikenin futbolla iç içe geçtiği herkesçe bilinen bir gerçek. 2005 yılındaki Akçaabat Sebat-Kayseri maçı bunlardan sadece biri. Bu maçta kalecinin kendisine teklif edilen 200 bin avroluk şikeyi ihbar etmesi üzerine şike skandalı patlak vermişti. Şikeyi engelleyen kulüp başkanı Veli Sezgin vurulmuş, kaleci ise aylarca kendisine kulüp bulamamıştı. Olaylar üzerine Mecliste bir komisyon kurulmuştu. Bu komisyonun hazırladığı raporda “Türkiye’de şike ve teşvik priminin varlığı şüphesizdir” deniliyordu. Aynı raporda Türk milli takımının da şike yaptığı yer alıyordu.
Keza İtalya’da 2006 yılında ortaya çıkan şike vakasında kulüplerin hakemleri satın almaya çalıştıkları tespit edilmişti. İtalya’nın dünyaca ünlü büyük kulüpleri ağır cezalar almış, Juventus küme düşürülmüştü. Olaya karışan kişilere para ve hapis cezaları verilmişti. Geçtiğimiz günlerde yeni ses kayıtlarının ortaya çıktığı bu şike davası hâlâ devam ediyor. Geçtiğimiz senenin sonunda ise Almanya’da uluslararası bir şike soruşturması başlatıldı. Bu soruşturmada Türkiye’de de bazı maçlarda şike yapıldığı bilgisi yer alıyordu. Nitekim Türkiye’deki şike skandalı da bu soruşturmanın hemen ardından patlak verdi.
Geçmişteki diğer vakaları da düşündüğümüzde şikenin profesyonel futbolla yaşıt olduğunu söylemek yanlış olmaz. Üstelik ortaya çıkan şike skandalları buzdağının sadece görünen yüzü! Kapitalizmin doğası gereği futbolun profesyonelleşmesi şikeyi de beraberinde getirmiş, futbol pazarı büyüdükçe şikenin niteliği ve niceliği de değişmiştir. Bahis sektörünün devasa boyutlara ulaşmasıyla şike ile büyük vurgunlar elde etmek mümkün oldu. Bire beş veren bir maçta 200 bin lirayla bir milyon lira kazanılabilir. Bunun için kaleci veya hakemlere şantaj ve tehdide kadar çeşitli yol ve yöntemlerle şike yaptırılıyor. Tüm bunlar futbolla mafyanın sıkı bir ilişkiye girmesine de yol açmıştır. Hatırlanacak olursa yakalanmadan önce yurtdışına kaçan Alaattin Çakıcı’ya vize Beşiktaş kulübü tarafından ayarlanmıştı.
Futbolun masum ve eğlenceli bir oyundan uzaklaşıp kelimenin kötü manasıyla profesyonelleşmesi kapitalizmin eseridir. Çayırlarda mütevazı bir eğlence olarak başlayan futbol, bugün milyarlarca insanın izlediği milyarlarca dolarlık pazara sahip bir oyun haline geldi. Çayırların yerini görkemli futbol stadyumları, amatör takımların yerini artık birer şirkete dönüşen futbol kulüpleri, seyircilerin yerini ise müşteriler aldı. Kısacası kapitalizm futbolu da küreselleştirip muazzam bir kâr aracı haline getirdi.
Bugün futbolun 500 milyar dolarlık pazar hacmiyle devasa bir endüstriye dönüştüğünü söyleyebiliriz. Reklâm gelirleri, sponsorluk anlaşmaları, yayın ihaleleri ve bahis oyunlarıyla bu devasa sektörün pazar hacmi her geçen gün artıyor. Bazı futbol kulüplerinin bütçeleri yoksul ülkelerin bütçelerini bile aşıyor. En zengin 20 futbol kulübü 2009 yılında 3,9 milyar avroluk gelir elde etti. Listenin üst sıralarında yer alan Real Madrid, Barcelona, Manchester United gibi kulüplerin yıllık gelirleri 400 milyon avro civarında. Emperyalist piramidin üst basamaklarındaki ülkelerin takımları en zenginler listesinde de başı çekiyorlar.
Bu değirmenin suyu nereden geliyor?
Futbol kulüplerinin en önemli gelir kaynağını yayın haklarından elde ettikleri paralar oluşturuyor. En zengin 20 kulübün yayın haklarından elde ettiği gelir 1,6 milyar avroya yaklaştı. Türkiye’de ise bu sene başında yapılan ihaleyi 321 milyon TL ile yine Digiturk kazandı. Havuz sistemi uygulamasına göre her sene olduğu gibi buradan aslan payını yine dört büyükler alacak. Yayıncı kuruluş ihaleyi bu kadar yüksek bir bedelle aldığına göre dekoder satışlarından ve reklam gelirlerinden büyük kârlar elde edecek. Derbi maçında geçen bir reklâm bandının bedelinin 2009’da 65 bin TL olduğunu düşünürsek, medya şirketlerinin naklen yayın ihalelerine neden bu kadar büyük meblağlarda sermaye yatırdıklarını daha kolay anlarız. Öyle ya, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez! Milyarlarca kişinin izlediği dünya kupası maçlarında çok daha büyük paralar dönüyor. 2006 dünya kupasında yayın haklarından 1 milyar avro gelir elde edildi, bu rakamın bu sene 1,2 milyara çıkması bekleniyor. Bir ay gibi kısa bir sürede sadece TV yayınlarından bu kadar gelir elde edilmesi futbolun bacasız sanayi sıfatını yeterince hak ettiğini gösteriyor.
Medya tekellerinin yanı sıra spor giyim tekellerinin de gözü futbol maçlarında ve futbolcularda. Kendi reklâmlarını yapmaları için yıldız oyunculara milyonlarca dolar verebiliyorlar veya sponsor olabilmek için kesenin ağzını sonuna kadar açıyorlar. Ama ürünlerini üreten işçilere karşı hiç de cömert değiller. Uzun çalışma saatleri karşılığında işçilerin payına düşen düşük ücret ve yoksulluk oluyor. Yıldız futbolcu sahada 90 dakika terleyip milyonlar kazanıyorken, saatlerce çalışıp ay sonunu getiremeyen yoksul işçi onu televizyonda izlerken yorgunluktan uyuyakalıyor. Yoksul emekçi ailelerden gelen yıldız futbolcuların sınıfsal kökenleri ön plana çıkartılıp pazarlanır. Dünyanın bir numaralı futbolcusu Messi’nin babası fabrikada işçi, annesi gündelikçidir. Zidane bir göçmen çocuğudur, Beckham ise İngiltere’nin bir varoş semtinde dünya gelmiştir. Böylece işçilere şu mesaj verilir: “Siz de yapabilirsiniz! Siz de milyonlarla oynayabilirsiniz.” Hem taraftarlarla futbolcular arasında sınıfsal bir bağ kurulur, hem de sınıf atlama hayalleri pekiştirilerek milyarlarca taraftar kapitalizmin gönüllü savunucuları haline getirilir. Yıldız futbolcular ilâh mertebesine çıkartılır. Onlar ilâhlaştıkça, işçiler köleleşir.
Kulüplerin diğer önemli gelir kaynağını ise maç hâsılatları oluşturuyor. On binlerce kişilik stadyumları dolduran taraftarlar, tuttukları takımın kasasına milyonlarca lira akıtıyorlar. Örneğin Avrupa’nın en zengin 20 kulübü 2008-2009 sezonunda bilet satışlarını %3,5 artırarak 1 milyar avroluk gelir elde etti. Krize rağmen taraftarların statları doldurmaları futbolun hem ekonomik açıdan hem de ideolojik açıdan burjuvazi için ne kadar etkili bir araç olduğunu gösteriyor. Taraftarlar sadece bilet değil, takımlarının formalarını, kaşkollerini, şapkalarını da satın alarak kulüplerin büyük kazanç elde etmelerini sağlıyorlar. Türkiye’deki üç büyük takım, fiyatı 100 TL’yi bulan formalardan yüz binlerce satabiliyor. Adı dünyanın dört bir yanında bilinen takımların ve star oyuncularının formaları ise çok daha büyük gelir getiriyor. Örneğin, geçen sene Ronaldo’yu 94 milyon avroya transfer eden Real Madrid, 85 avrodan sattığı 1 milyon 200 bin formadan 102 milyon avro kazanmıştı. Baş döndürücü rakamların döndüğü transfer borsası ve şapka, kaşkol, forma vs. ürünlerin gelirleri, futbolun başlı başına bir endüstri haline geldiğinin başka bir kanıtıdır. Kulüpler birer şirket haline geldikleri için borsadaki yerlerini de almış bulunuyorlar.
Şike kaçınılmaz
Pasta büyüdükçe pastayı yiyenlerin tamahkârlığı da doğal olarak artıyor. TV gelirleri, reklam gelirleri, maç hâsılatları onların gözünü doyurmak bilmiyor. Futbol endüstrisinin patronları milyarlarca insanın tutkusu ve bağımlılığı haline gelen bir oyundan nasıl daha fazla kâr elde edebileceklerinin derdindeler. Bunun kaçınılmaz sonucu bahis sektörünün alabildiğine büyümesi ve yaygınlaşması oldu. Bahis bütün spor dallarında oynanıyor. At yarışı, horoz dövüşü, tazı yarışı gibi sadece bahis odaklı etkinlikler de düzenleniyor. Hatta Nobel ödüllerinden seçim sonuçlarına kadar akla gelebilecek her türlü konuda bahis düzenlenebiliyor. Fakat hiçbirisi futbolunki kadar çok insana ulaşmıyor ve hiçbirisinin pazar hacmi futbolunki kadar büyük değil. Futbol endüstrisinin yan sanayisi gibi çalışan bahis sektörü bu yüzden burjuvazinin iştahını kabartıyor.
Tahmini rakamlara göre bahis sektörünün büyüklüğü 1 trilyon doların üzerinde. Bunun yaklaşık dörtte birini 227 milyar dolarla futbol maçları üzerine oynanan bahisler oluşturuyor. Bunun önemli bir kısmı illegal bahis olduğu için sağlıklı rakamlara ulaşmak mümkün değil. Türkiye’de yasadışı yollarla oynanan bahis miktarının bir milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Devlet bu pazarı kendi kontrolü altına alabilmek için gerekli yasal değişiklikleri 2004’te yaptı ve internet üzerinden yurtdışına giden paranın bir kısmının “İddaa” üzerinden kendi kasasına akmasını sağladı. İddaa, internetin gelişimi ve bayi sayısının her geçen gün artmasıyla çok daha kolay biçimde oynanabilir hale geldi. Her caddede bir İddaa bayii bulmak mümkün. Bayilik için sırada bekleyen binlerce kişi var. İddaa oynayan kişi sayısı arttıkça gelir de arttı. Gelir artıkça da bayi ve oynayan sayısı arttı. Hazine ve futbol kulüplerinin kasaları doldu. Pastanın büyük dilimi devlete ve sanal bayi hakkı elde eden holdinglere gidiyor. Futbol kulüplerine de gelirin yaklaşık %10’u düşüyor. Son beş yılda İddaa’dan 10,2 milyar gelir elde edildi; bunun 670 milyonu futbol kulüplerine verildi. Kulüplerin bahisten kazançları sadece bununla da sınırlı değil. İddaa’nın sanal bayi hakkını alan firmalar bazı futbol kulüpleri ile sponsorluk anlaşması imzalıyorlar. Kulüpler buradan da ekstra kazanç elde ediyorlar. Bahis sektörü ile futbol bu kadar iç içe geçince ve mevzubahis milyarlarca liralık bir pazar olunca şike kaçınılmaz oluyor. Şike yapanların amacı artık takımlarının kazanması değil, gerekiyorsa sahada kaybetmek ama bahiste kazanmak!
Spor-toto, sayısal loto, milli piyango, İddaa gibi yasal şans oyunlarına genel bir ilgi artışı söz konusu. Yasal şans oyunlarının 2007 yılında yaklaşık 5,2 milyar lira olan toplam hâsılatı %20 artarak 2008’de 6,2 milyar liraya yükseldi. En büyük ilgi ise İddaa’ya. Kurulduğu 2004 yılından bu yana meraklısı her gün artıyor ve bugünün rakamları İddaa’nın nasıl bir çılgınlık boyutuna ulaştığını gösteriyor. İddaa’da elde edilen toplam hâsılat 10 milyarı geçmiş bulunuyor. Üstelik bunun 3 milyara yakın kısmı ise 2009 yılında elde edilmiş. Başlangıçta yüz binlerle sınırlı olan oynayan sayısı bugün 3,5 milyona ulaşmıştır. İnternetteki sanal bayilerin yanı sıra Türkiye genelinde 5 bin civarında bayi mevcuttur. Bununla da yetinmeyen devlet alışveriş merkezlerine, stadyumlara kuracağı seyyar bayilerle bahis gelirini arttırmayı hedefliyor.
Kurtuluşu şansa bırakma!
Kriz döneminde şans oyunlarına artan ilgiyle burjuvazi bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Hem çok ciddi bir ekonomik kazanç sağlanıyor, hem de krizin belini büktüğü emekçilerin çareyi mücadelede değil şans oyunlarında aramalarına yol açarak kapitalist sistem için bir emniyet supabı oluyor. Her hafta milyonlarca kişi vaktini ve parasını şans oyunlarında harcamaktadır. 2008’de İddaa’ya 2,3 milyar, at yarışına 2,1 milyar, Milli Piyango’ya ise 1,8 milyar TL harcanmış. Haftada 10 ilâ 20 milyon arasında İddaa kuponu oynanıyor. Sanal bayilerin üye sayısı 1,5 milyonu geçti ve bu sayı giderek artıyor. Bu milyonlarca insanın vaktini bahis oynamakla geçirmesi anlamına geliyor.
Herhangi bir bayide ellerindeki kuponları dolduran onlarca genci görebilirsiniz. Oynayanların önemli bir kısmı yoksul gençler. Cumhurbaşkanlığının yaptığı araştırmaya göre halkın yüzde 9’u şans oyunlarına ayda 150 lira ve üzerinde para harcıyor. Üstelik umudunu şans oyunlarında arayan bu grubun yüzde 35,6’sı açlık sınırında bulunuyor.
İddaa’nın Milli Piyango’dan önemli bir farkı var. Piyango bileti alacak kişi biletini alır ve çekilişin sonucunda kazanıp kazanmadığına bakar. İddaa oynayan ise dolduracağı kupon için saatlerini harcar. İddaa konusu futbol olunca zaten sınırlı olan boş vakitler gönül rızasıyla boşa harcanmış olur. İnternetten, radyodan veya televizyondan maçlar saatlerce takip edilerek bahis kuponunun tutup tutmayacağı heyecanla beklenir. Maç sonucunu tahmin etmek için önceki maç sonuçları araştırılır, futbol maçları düzenli olarak takip edilir, gazetelerin verdiği İddaa ekleri satır satır okunur. Bir minibüste işçi bülteni okuyan birisini görmeniz düşük olasılıktır, oysa İddaa gazetesi okuyan bir işçiyi her yerde görebilirsiniz. Tekel, TARİŞ ya da Akkardan işçilerinin haklı mücadelesini duymamıştır, ama geçen haftanın maç skorlarını, golleri kimin attığını ve başka her türlü detayı size söyleyebilir. İşte at yarışı, İddaa gibi şans oyunlarının işçi sınıfını felç eden yönü budur! Umutlar bir ata ya da maça bağlanır; dertler, sorunlar unutulur; kısa yoldan köşeyi dönme hesapları yapılır. Kapitalist düzen reklâmlarıyla bunu körükledikçe körükler. Uzun çalışma saatlerine, düşük ücretlere karşı mücadele yerine hangi takımın şampiyon olacağı, İdaaa’da hangi maça oynanması gerektiği konuşulur.
Endüstriyel futbol devasa bir pazar olmasının yanı sıra burjuva ideolojisinin hâkimiyetine katkıda bulunan güçlü bir araçtır aynı zamanda. Endüstriyel kapitalist futbol kitlelerin afyonudur. Bahis oyunlarının yaygınlaşması futbolun bu uyuşturucu etkisini daha da artırmıştır. İşçiler, sınırlı boş vakitlerini endüstriyel futbola ayırırken, kapitalizmin iğrenç çarkları dönmeye devam eder. Zihinlerin uyuşturulup esir alınması sayesinde kapitalizm pisliklerini her yere bulaştırır. Hem bahiste, hem sahada kazanan burjuvazi olur. Nazım Usta’nın dediği gibi “kabahat senin demeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin canım kardeşim”!
link: Suphi Koray, Futbol, Bahis, Şike ve Kapitalizm, 1 Mayıs 2010, https://marksist.net/node/2454
Kapitalizm Küçük Üreticileri Ezerek Tasfiye Ediyor
Yunanistan’da “Tembeller” İsyanda, Burjuvazi Panikte