İspanya: İç savaştan faşizme
Fransa ile aynı dönemde anti-faşist halk cephesinin hayata geçirildiği bir diğer ülke de İspanya idi. 1931’de ilk kez gerçekleştirilen seçimlerde kralcıların hezimete uğraması, kralın ülkeyi terk etmek zorunda kalması ve cumhuriyetin ilan edilmesi İspanya’da yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. Bu seçimler sonucunda Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ile liberal burjuvazinin oluşturduğu koalisyon hükümeti, emekçi kitleleri reform vaatleriyle peşine takmış, fakat bu vaatler burjuva güçlerin ayak diremesi, sosyalistlerin de onlarla uzlaşması nedeniyle yerine getirilememişti. İşçilerin ve yoksul köylülerin isyanlarıyla ve bu isyanların kanlı bir şekilde bastırılmasıyla geçen beş yılda Komünist Parti, asgari programın aşamalarının çetelesini tutmakla meşguldü. Oysa işçi sınıfı ve yoksul köylülük, kapitalistlerin, toprak sahiplerinin ve kilisenin mülksüzleştirilmesinden daha “asgari”sine razı değildi! Burjuvaziyi faşizme yönelten de bu devrimci durumdu zaten. Buna rağmen Sosyalist Parti ve Komünist Parti, 1936 Şubatında gerçekleştirilen seçimlere liberal burjuva partilerle birlikte Halk Cephesi oluşturarak girmişti. Bu ittifak, kralcı ve faşist güçlerin Milliyetçi Cephesi karşısında açık bir farkla galip gelecekti. Burjuva lider Azana’nın başkanlığında oluşturulan halk cephesi hükümetine POUM (Birleşik Marksist İşçi Partisi adındaki merkezci parti) ve Anarşistler de destek verecekti.
İspanyol devriminin gelişimini 1931’den itibaren yakından takip eden ve uzaktan olabildiği kadarıyla müdahalelerde bulunarak bu ülkedeki devrimci dinamikleri Bolşevik bir anlayış temelinde harekete geçirmeye çalışan Troçki, o günlerde halk cephesinin proleter sınıf stratejisinin en önemli sorunu olduğunu ifade ediyor ve ona destek vermenin yıkıcı sonuçlarına ışık tutuyordu. Halk cephesi politikasının aynı zamanda Bolşevizmle Menşevizm arasındaki fark için temel bir kriter oluşturduğuna dikkat çeken Troçki şöyle diyordu:
“Halk Cephesi için en iyi örneğin 1917 Şubat devrimi olduğu genelde unutulur. Şubat’tan Ekim’e kadar Menşevikler ve Sosyal Devrimciler –«Komünistler» ve Sosyal Demokratlar ile paralel bir şekilde burjuva partisi Kadetler ile yakın ittifak içindeydiler ve beraber bir dizi koalisyon hükümeti kurmuşlardı. Bu Halk Cephesi pankartının arkasında işçi, köylü, asker temsilcileri konseylerinin de aralarında yer aldığı bütün bir halk kitlesi duruyordu. Bolşevikler de tabii ki konseylerde temsil ediliyorlardı. Ancak Halk Cephesi’ne en küçük bir taviz bile vermediler. Onların amacı Halk Cephesi’ni parçalamak, Kadetlerle ittifakı bozmak ve yeni bir işçi köylü hükümeti oluşturmaktı.”[1]
Fakat İspanya’da sosyalistinden komünistine, merkezcisinden Anarşistine sosyalist hareketin ezici çoğunluğu “Kadetlerle” şu ya da bu düzeyde ittifak halindeydi ve İspanyol işçi sınıfı Bolşevik bir önderlikten yoksun olmanın bedelini çok ağır bir şekilde ödeyecekti. Bunun baş sorumlusuysa Komintern’in sınıf işbirlikçi politikalarının uygulayıcısına dönüşmüş olan Komünist Partiydi. Zira İspanya’daki Sosyalist Parti, Fransa ve Almanya’daki örneklerden farklı olarak içinde ciddi bir sol kanat barındırdığı halde, Komünist Parti bu kesimle ittifak yapıp onu devrim hedefine yöneltmek yerine burjuva halk cephesi programına sarılmıştı. Burjuva cumhuriyetin savunusuna odaklanan politik çizgi, ancak PSOE’nin reformist kanadının sempatisini kazanmakla sonuçlanabilirdi ve öyle oldu. KP’nin izlediği reformist hat, PSOE’nin sol kanadının yanı sıra, işçi sınıfı ve sendikal harekette önemli bir güce sahip olan ve radikal bir gelenekten gelen Anarşistler tarafından da tepkiyle karşılanmaktaydı.
Bu sırada emekçi kitleler, sözde onlara önderlik eden partilerden çok daha radikal bir noktadaydılar. Sokakların kontrolünü ele geçiriyor, politik mahkûmları serbest bırakmak üzere zindanları basıyor, patronlara baskı uygulayarak politik nedenlerle işten atılan işçilerin geri alınmasını sağlıyorlardı. Sovyet tarihçisi Maidanik o günleri şöyle anlatıyordu:
“Mart 1936’da toprakları ele geçirmeye başladılar. Aynı ayın ortalarında, açlık, işsizlik ve faşist provokasyon nedeniyle bir grevler dalgası başladı. Grev hareketi her ay biraz daha yayılıyordu. Fabrikalar, atölyeler, madenler ve inşaat siteleri felce uğradı, iş yerleri kapandı. Haziran ve Temmuz arasında günde ortalama on ile yirmi grev kaydediliyordu. Grevci sayısının 400 veya 450.000’e ulaştığı günler oldu. Şubat ve Temmuz 1936 arasında yapılan grevlerin %95’i işçilerce kazanıldı. Caddelerde, ekmek, iş, faşizmin ezilmesi ve devrimin tam bir zafere ulaşmasını talep eden büyük işçi yürüyüşleri yapılıyordu. İlk kolektif işletmeler kuruldu. On binlerce kişilik mitingler yapıldı. Bu mitinglerde işçiler kapitalizmin sonunun geldiğini söyleyen ve işçileri Rusya’daki gibi yapmaya çağıran konuşmacıları coşkuyla alkışlıyorlardı. İşçiler grevleri, sahipleri tarafından kapatılan işletmelerin işgal edilmesine doğru tırmandırdılar. Caddelerin, işletmelerin ve mülklerin işgali ve sürekli grevler kentlerdeki ve kırsal kesimdeki proletaryayı en yüksek politik mücadele biçimlerine zorladı.”[2]
Aslında yaşanan bir “üçlü iktidar” durumu idi. Bir tarafta son derece zayıf olan yasal hükümetin iktidarı; bir tarafta işçilerin iktidarı; diğer tarafta ise karşı-devrimci güçlerin iktidarı. “Bu sonuncusu, dışa yönelik olarak parlamentodaki temsilcilerinin saldırgan konuşmalarında, ekonomik sabotajda ve faşist fırtına birliklerinin faaliyetinde kendini açığa vururken, tam bir gizlilik içinde, askeri bir darbe hazırlayarak kışlalarda faaliyet gösteriyordu.” (age, s.279)
Ne var ki tüm çıplaklığıyla gözler önünde olmasına rağmen Anarşistler de, komünistler de, sosyalistler de faşizm tehlikesi karşısında büyük bir aymazlıkla hareket ediyorlardı. Halk cephesi hükümeti, 1931’den beri yapıldığı gibi faşist güçleri ezmeye girişmediği için alabildiğine güçlenmiş bir düşmanla yüz yüzeydi. İşçi sınıfını halk cephesine yedekleyen işçi partilerinin izledikleri politika İspanyol devrimini korkunç bir sona sürükleyecekti.
1936 Temmuzunda, o sırada Fas’ta bulunan Genaral Franco liderliğindeki faşistler, burjuvazinin ezici çoğunluğunun başını çektiği tüm monarşist kesimlerin desteğiyle askeri isyan başlattılar ve bu isyan iki gün içinde tüm garnizonlara yayıldı. Faşist orduya direnmek için hararetle silah isteyen işçilerin bu talebi karşılanmadığından faşistler İspanya’nın üçte birini ele geçirmeyi başardılar. Aldıkları kentlerde binlerce işçi katledilmişti. Buna rağmen Azana’nın hâlâ faşistlerle uzlaşmaya çalışması karşısında Madrid’de yüz binlerce işçinin “ihanet” diye haykırarak sokaklara dökülmesinin ardından hükümet işçilere silah dağıtmayı kabul etti; ama faşizmin ezilmesi bakımından bu çok gecikmiş bir adımdı. İspanya üç yıl sürecek kanlı bir iç savaşa yuvarlanıyordu; devrimle karşı-devrim arasındaki çok zorlu bir savaşa!
Buna rağmen işçi sınıfı ve emekçi kitleler canla başla devrimi savunmaya girişeceklerdi. Faşist ayaklanmayı takip eden haftalarda silahlı işçiler ve yoksul köylüler, Cumhuriyetçilerin hâkimiyeti altındaki bölgelerde iktidarı fiilen kendi ellerine almışlardı. Fabrikalar, atölyeler, topraklar, bankalar ele geçirilmiş, burjuva devlet aygıtı önemli ölçüde tasfiye edilmişti. Sosyalist Partinin sol kanadı, Anarşistler ve POUM, burjuvazinin dışlandığı bir hükümetin kurulması konusunda uzlaşmaya varacakken, Azana’nın istifa tehdidi üzerine Sovyet elçisi Rosenberg’in devreye girmesiyle bu plan baltalanmıştı. Rosenberg, böyle bir adımın İspanya’nın dostlarını ürkütüp karşı safa geçireceğini ve diplomatik sorunlar doğuracağını, hükümette burjuvazinin temsilcilerinin kalmaya devam etmesi gerektiğini söyleyerek, bir işçi hükümeti yerine Sosyalist Partinin sol kanat lideri Largo Caballero’nun başbakanlığında bir hükümet kurulmasını teklif etmişti. Nihayetinde bu teklif kabul edilecek ve Eylül ayında başbakanlığa Caballero’nun atanmasının ardından Sosyalist Partinin yanı sıra Komünist Parti de doğrudan hükümete katılacaktı. Bunu Kasım ayında Anarşistlerin katılımı izleyecekti. Önceleri “her türlü iktidara karşı” olduklarını söyleyerek işçilerin fiilen iktidarı ele geçirdikleri Katalonya’da bile bir işçi hükümeti kurmayı reddeden Anarşistler de artık halk cephesi içindeydiler.
Ne var ki savaş, halk cephesi içindeki dengeleri çok hızlı bir şekilde değiştiriyordu. Liberal burjuva güçler devrimci çıkışları boğmak için sürekli teyakkuzdaydı ve KP de bu meşum planların işbirlikçisine dönüşmüştü. O günlerde KP birtakım reformları ve sanayinin millileştirilmesi talebini “cumhuriyetin çıkarları” adına reddederken, Komintern de bu çizgiyi onayladığını ifade ediyordu. KP’nin sloganı “önce savaşı kazanacağız, sonra devrimi yapacağız” idi. Oysa faşizme karşı savaşan İspanyol işçiler gibi, dünyanın dört bir yanından onların yardımına gelen on binlerce komünist de, cumhuriyetçi burjuvazi için savaşmak üzere cephelere akmamıştı. Ama Komintern, faşizme karşı işçi sınıfının devrimci iktidarı perspektifiyle mücadele etmek gerektiğini savunan ve silahlı işçi birliklerini buna yönlendirmeye çalışan Troçkistleri, “halk cephesini bölmeye çalışan”, “faşizmin acentası olan” düşmanlar olarak ilan edip, katledilmelerinin vacip olduğunu duyuruyordu.[3] Proletaryanın iktidarı şiarıyla savaşan POUM da, “kılık değiştirmiş Troçkistler” olarak değerlendirilip “halk düşmanı” ilan ediliyordu. İşçiler iktidarı kendi ellerine almak istiyorlardı, KP ise bu perspektifi savunanları hain olarak damgalıyordu. Buradaki temel dürtü aslında, Stalin’in uluslararası işbirlikleri, planları ve içerideki “temizlik” harekâtına halel gelmemesiydi. O dönemde doruğa tırmanan iç infaz harekâtına (Moskova Mahkemeleri) karşı yükselen seslerin (Troçkistler, POUM ve Anarşistler) bastırılması gerekiyordu! Ayrıca Stalin İspanyol devrimini düzen sınırlarına hapsederek, İngiltere ve Fransa’yla gerçekleştirdiği ittifakın zarar görmesini engellemek istiyordu. Bu politika, faşizme karşı mücadelede “cepheyi geniş tutma” savunusuyla meşrulaştırılmak isteniyordu. Oysa İspanya’ya ne Fransa’dan ne İngiltere’den ne de ABD’den yardım geliyordu. Tek silah kaynağı SSCB idi. Gerçekler faşizmin ancak sosyalist bir devrimle ezilebileceğini gösteriyordu. Fakat SSCB’den gelen silahlar burjuva cumhuriyetin restorasyonu doğrultusunda kullanılıyor, hatta zaman zaman bizzat devrimcilere çevriliyordu.
1937 Mayısında önce KP eliyle Anarşistlerin etki alanının sınırlanması, Caballero’nun görevden alınması ve proletaryanın iktidarı şiarıyla savaşan POUM’un ezilmesi, iç savaşın kaderi açısından önemli bir dönüm noktası olacaktı. Katalonya’da işçiler silahsızlandırılıp düzenli orduya katılmaya zorlanırken, işçi komiteleri de dağıtılmaya başlanmıştı. Bu durumu protesto etmesinin ardından Caballero görevden alınarak yerine sağ Sosyalist Prieto getirilmişti. İşçi partilerinden kala kala Sosyalist Partinin sağ kanadının kaldığı burjuva hükümet bunların hemen ardından, işlevini tamamlayan KP’yi hedef tahtasına oturttu. Komintern’in burjuva restorasyona endeksli anti-faşist mücadele anlayışı adım adım İspanya’yı da hazin sona yaklaştırıyordu. Karşı-devrim sadece faşistler eliyle değil, cumhuriyetçi saflar içinde de güç kazanarak ilerliyordu. Eski burjuva devlet aygıtının restorasyon süreci dört bir koldan ilerliyordu. Burjuva halk cephesi hükümeti, içindeki gerçek savaşçıların kolunu kanadını kırıp tasfiye ettikçe faşizmin ilerleyişinin önündeki engeller de birer birer ortadan kalkıyordu.
Bu noktada ortadan kalkan temel engellerden biri de proletaryanın kendi devrimine duyduğu inanç ve üstünlük duygusuydu. Burjuvaziye teslimiyet bunu her geçen gün biraz daha parçalamış ve sonunda devrimci saflarda muazzam bir demoralizasyona yol açmıştı. KP ve PSOE’nin tüm işbirlikçi çizgisine rağmen işçiler sosyalist bir İspanya için savaş veriyorlar ve halk cephesi içindeki uzlaşmaların faşizme karşı mücadelede yarattığı zafiyeti gördükçe öfkeden deliye dönüyorlardı.
Sınıf işbirlikçiliğinin doruğunu teşkil eden zincirleme ihanetlerle dolu bu süreçte, faşistler nihai sona doğru adım adım ilerleyeceklerdi. 1939 Ocağında anti-faşist direnişin kalelerinden olan Barcelona düşmüş ve 500 binden fazla mülteci Fransa’ya geçmek zorunda kalmıştı. Bunlar arasında Azana ve çok sayıda hükümet temsilcisi de bulunuyordu. Fransa ve İngiltere, henüz İspanya’nın üçte birinin cumhuriyetçi güçlerin egemenliğinde olmasına rağmen Şubat sonunda Franco hükümetini tanıdıklarını açıklamışlardı. Mart sonunda ise Franco orduları hiçbir direnişle karşılaşmadan Madrid’e girerek, İspanyol devriminin cenazesi üstüne karşı-devrim bayrağını dikmiş olacaklardı.
İspanyol iç savaşında, faşizme karşı mücadele eden yüz binlerce insan (kimi kaynaklar bu sayıyı 1 milyon olarak vermektedir) katledildi. Faşist iktidarın sadece ilk üç yılında 2 milyon kişi zindanlara atılmış, binlerce insan hayatını kaybetmişti. İşçi sınıfının tüm haklarını gasp edip onu koyu bir karanlığa fırlatan bu faşist barbarlık İspanya’yı 40 yıl boyunca esir alacaktı. Üstelik Franco’nun İspanyol devrimini ezerek iktidara gelmesi sadece İspanya’nın değil tüm dünyanın görülmedik bir vahşete sürüklenmesinde kilit bir rol oynamıştı. İspanya gibi bir ülkeyi faşist saflara kazanan Hitler, birkaç ay sonra Polonya’yı işgal ederek on milyonlarca insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşını başlatacaktı.
Sınıf işbirlikçiliğinin kaygan zemini
İspanya’nın faşizmin kucağına düştüğü günlerde Hitler birkaç ay önce imzalanan Münih Antlaşmasını ve İngiltere ile imzalanan “iyi niyet antlaşması”nı hiçe sayarak Prag’a girmişti. İngiltere ve Fransa bu adımlarını Hitler’i yatıştırıp savaşı engelleme ya da gerekli hazırlıklar için zaman kazanma mazeretiyle aklamaya çalışmıştı. Ama faşizmle uzlaşma politikasına sıklet atlatan bizzat Stalin olacaktı! 23 Ağustos 1939’da imzalanan Alman-Sovyet Saldırmazlık ve Dostluk Antlaşması, Stalinist bürokrasinin Hitler’i nasıl hafife aldığının yanı sıra faşizme karşı mücadele anlayışının ne menem bir şey olduğunu da açıkça ortaya serecekti.
Hitler bu antlaşmanın imzalanmasından sadece bir hafta sonra, 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşını başlattığında, Stalin, imzalanan saldırmazlık paktına güvenmenin huzuru içinde, krizi fırsata çevirip Polonya’nın bir bölümüne ve Baltık ülkelerine çökme planları yapıyordu. Oysa o çok güvendiği Hitler iki yıl bile beklemeden SSCB topraklarını işgal etmek üzere harekete geçecekti. Stalin, göz göre göre gelen bu saldırı karşısında yükselen eleştiriler üzerine, o sırada bu antlaşmayı sadece zaman kazanmak için imzaladıklarını savunarak ihanete kılıf üretmeye kalkacaktı. Ama bu tam anlamıyla sahtekârlıktı. Gerçeği görmek için, imzalandığı günlerde Stalin-Hitler Paktının nasıl savunulduğuna bakmak yeterliydi. Örneğin 31 Ekim 1939’da Moskova Yüksek Sovyeti toplantısında konuşan Molotov, “Avrupa tarihinin dönüm noktalarından biri” olarak nitelendirdiği bu paktı coşkuyla övüp şöyle demekteydi:
“Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktının imzalanmasından sonra, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında yıllardır süren normal-olmayan ilişkilere bir son verildi. Avrupalı güçlerce her yoldan kışkırtılan düşmanlığın yerini, bir yakınlaşma, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında dostluk ilişkilerinin kurulması aldı. … Sovyetler Birliği ile Almanya’nın ilişkileri Versailles’ın savaş sonrası sisteminin ebedileştirilmesiyle hiçbir ortak yanı bulunmayan, başka bir temel üzerinde gelişiyor. Biz her zaman güçlü bir Almanya’nın Avrupa’da sürekli bir barış için zorunlu koşul olduğu görüşündeydik. Almanya’nın «basitçe kavga dışı bırakılabileceğine» ve hesaptan silinebileceğine inanmak gülünç olurdu. … Biz kararlılıkla Almanya ile ilişkilerin düzelmesi için çaba harcadık ve Almanya’da da bu yönde gösterilen çabaları her biçimde selamladık. Şimdi Alman İmparatorluğu ile ilişkilerimiz dostça ilişkiler temelinde, Almanya’nın barış yönündeki çabalarını desteklemeye hazır olmamız temelinde, ve aynı zamanda Sovyet-Alman ekonomik ilişkilerinin iki devletin karşılıklı çıkarlarına uygun olarak değiştirilmesi isteğine dayanılarak kuruldu.”
Nazi Almanya’sından, faşist bir devletten değil, hakları ihlal edilmiş mazlum bir devletten bahsedermiş gibi bahseden, onunla dostluk içinde iyi ekonomik ilişkiler kurmanın memnuniyetini ağzı kulaklarında ifade eden bu zat, Sovyet Dışişleri Bakanı ve Stalin’in sağ koluydu! Hitler SSCB’ye saldırana kadar Komintern için de SSCB için de baş düşman artık faşist Almanya değil, “savaş kundakçısı” olarak nitelenen ve emperyalistlikleri her türlü kötücül sıfatla birlikte vurgulanmaya başlanan İngiltere ve Fransa olmuştu.
Ne var ki bütün dış politikasını kendi sınıfsal konumunu korumak üzerine bina eden Stalinist bürokrasi, İkinci Dünya Savaşını durduramadığı gibi, izlediği politikalar sayesinde büyümesine katkıda bulunduğu faşizm canavarıyla kendi topraklarında karşı karşıya gelecekti. Bu savaşta on milyonlarca Sovyet işçisi ve köylüsü katledilecekti.
Koca Sovyetler Birliği Hitler’in sözüne güvenip faşizmle al takke ver külah bir ilişkiye girmeye kalkışırken, İngiltere ve Fransa gibi büyük emperyalist güçler başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin tamamının sözde demokrat burjuvazilerinin faşizmle işbirliklerini ve yaydıkları boş beklentileri eleştirmeye kalkmak nafile olur. Burjuvazi sınıf doğasının gereğini yapmış, devrim karşısında faşizmi tercih etmiş, bu nedenle bir süre faşist işgal altında iktidardan olmayı da sineye çekmiştir. Ne var ki, faşizme karşı mücadelede tam da bu burjuva güçlerle işbirliğine gitme aymazlığını gösteren sosyalist ve komünist partilerin işçi sınıfı karşısında savunabilecek hiçbir mazeretleri yoktur; izledikleri çizgi proleter devrime ihanet anlamına gelmektedir.
Savaş döneminde Nazilerin işgali altındaki tüm ülkelerde faşizme karşı silahlı direniş hareketlerinin başını komünistler çekmişlerdir. Öyle ki, Fransa’da, Yunanistan’da, Belçika’da ve diğer pek çok ülkede, faşizmi ezip savaşın sonunu getirenler tam da bu direniş hareketleri (partizan orduları) olmuştur. Ne var ki, SSCB güdümlü KP’lerin direniş sırasında “halk kitlelerinin askeri eğitimini aktif olarak üstlenme” görevi verdikleri “yurtsever milislere”, aynı zamanda “cumhuriyetçi düzenin uyanık bekçileri olarak kalma” emri verilmiştir![4] Zafer kazanıldıktan sonra ise, müflis halk cephesi politikasının uzantısı olan “ulusal birlik hükümeti” politikasıyla komünist işçi ve emekçiler silahsızlandırılıp milisler dağıtılmış, iktidar altın tepsi içinde burjuvaziye teslim edilmiştir. Bu esnada, örneğin Fransa’da KP, “üretim için savaş” şiarıyla bir üretim seferberliği başlatmış ve patlak veren grevler bastırılmıştır. Bütün bu organize ihanetin baş senaristi ise, savaş sonrasında emperyalist güçlerle oturduğu masada al-ver pazarlığı yaparken devrimleri satmaktan ya da kendisine bağlı uydu devletler yaratmak üzere ezmekten zerrece çekinmeyen Stalinist bürokrasidir.
Lenin döneminde, “hiçbir burjuva hükümete katılmamak” Komünist Partilerin tartışılmaz ilkesiyken, halk cepheleriyle açılan sınıf işbirlikçiliği yolu, savaş sonrasında “ulusal birlik” adı altındaki burjuva hükümetlere katılımla genişletilmiştir. Sonuçta, açılan otobandan en aşağılık sömürge politikalarına ortaklık[5] da geçmiştir, sınıf hareketinin bastırılması da… “Tekellere”, “emperyalizme”, “faşizme” vb. karşı burjuvazinin ilerici, yerli, milli, tekel dışı kesimleriyle ittifak politikası, resmi komünist harekete aşamalı devrim anlayışının en pespaye Menşevik yorumunun egemen olmasına da yol açmıştır. Öyle ki, burjuvazinin bu sıfatlarla anılan (fakat ancak kâğıt üzerinde bulunabilen) kesimleri devrimci proletaryanın müttefiki olarak lanse edilmiştir. Proleter devrimlerin burjuva sınırlara hapsedilerek boğulmasının temel yolu olarak proletaryanın burjuvaziye yedeklenmesi politikası işte böyle albenili kılıflarla pazarlanmıştır. Sözünü ettiğimiz dönemde, milyonlarca üyesi olan Komünist ve Sosyalist Partilerin izledikleri bu ihanet politikasının işçi sınıfı için çok yıkıcı sonuçları olmuştur. Fakat bu anlayışın felâketli sonuçlarının geçmişte kaldığı düşünülmemelidir. Aksine, son yıllarda başta Kuzey Afrika ve Latin Amerika olmak üzere pek çok ülkede ortaya çıkan devrimci durumlar bu şekilde boğulmuştur.
Varlık sebebi kapitalizmi yıkarak işçi sınıfını iktidara taşımak olan Bolşevik önderliklerin eksikliği, 1930’larda, 40’larda ve sonrasında nasıl proleter devrimlerin ezilmesine ve faşizm gibi felâketle yüz yüze kalınmasına yol açtıysa, ne yazık ki bugün de milyarlarca işçi ve emekçinin, devrimci dinamizminden hiçbir şey yitirmemesine rağmen kapitalizm altında inim inim inlemesine yol açmaya devam etmektedir.
[1] Troçki, İspanyol Devrimi, Yazın Yay., s.234
[2] akt. Fernando Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.1, Belge Yay., 1990, s.278-79
[3] III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), s.245-46
[4] Fernando Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.s, Belge Yay., 1990, s.34
[5] Fransa’da 1945’de Cezayir, 1946’da ise Vietnam halkına karşı yürütülen sömürge savaşları esnasında Komünist Parti iktidar ortağı olmanın ötesinde Savunma Bakanlığını da elinde bulunduruyordu!
link: İlkay Meriç, Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri /3, 23 Mart 2022, https://marksist.net/node/7603