Bilgisayar teknolojilerinin ve internet uygulamalarının gelişip yaygınlaşması, özellikle son 10 yılda temel ihtiyaçların bile online olarak karşılanması eğilimini giderek arttırdı. Pandemiyle birlikte ortaya çıkan koşullar ise bunu daha önce görülmedik düzeyde çeşitlendirip yaygınlaştırdı. Kapitalist sistemin işçileri daha fazla sömürme yöntemlerinden olan esnek çalıştırmanın yeni bir biçimi olarak “freelance” işler ve bunun bir çeşidi olan “esnaf kurye” diye adlandırılan sömürü biçimi bu dönemde daha gözle görünür hale geldi. Trendyol Express işçilerinin geçtiğimiz haftalarda patlak veren öfkesinin nedenlerini, kapitalizmin insan yaşamını kolaylaştıracak her türlü ilerlemeyi nasıl da işçilerin yaşamını zehir etmenin yoluna dönüştürdüğünü kavramak ve tehlikeye karşı uyanık kalıp mücadeleyi büyütmek için kapitalizmin bu “yeni” saldırısını anlamak önemli.
E-ticaretin yaygınlaşmasıyla bu yolla ticaret yapan platform şirketler de arttı. “Platform şirket” denmesinin sebebi kurdukları sistem üzerinden milyonlarca tedarikçiyi müşterilerle buluşturuyor olmaları. Satılan şey bir hizmet de olabiliyor, maddi bir ürün de. Türkiye’de en yaygın uygulamalar Trendyol, Yemeksepeti, Getir vb. Elbette müşterilerin sipariş ettikleri ürünlerin kendilerine ulaşmasının sağlanması gerekiyor. Burada kuryeler, lojistik ya da kargo şirketleri devreye giriyor. Sistem iki farklı biçimde işliyor. İlkinde platform şirketler “esnaf kurye” adı altında çalıştırdıkları ve bir sözleşmeyle kendilerine bağladıkları işçilerle bu hizmeti sağlıyorlar. Diğerinde ise kargo şirketleri çalıştırdıkları işçiler dışında “esnaf kurye” de çalıştırarak bu hizmeti veriyorlar.
“Esnaf kuryeler” kendi şirketlerini kuruyor, muhasebeci tutuyor, sigorta primlerini ödüyor, araba ya da motosiklet alıyorlar. Arabanın/motosikletin, şirketin, kendisinin bütün giderleri bu işçilere ait. Platform şirket hiçbir gidere karışmıyor ama işçiyi her adımında denetleme yetkisine sahip. Yani şirketin işçi üzerinde sınırsız denetimi var. İşçinin ise itiraz ettiğinde işsiz kalmaktan başka hakkı yok. İşe başlarken “kendi işinin patronu olacaksın” denilerek sanki hem bir özgürlük alanı hem de zenginleşme fırsatı varmış gibi pazarlanan bu çalışma biçiminin işin içine girdikçe öyle olmadığı kısa sürede anlaşılıyor. Hem geçinecek parayı kazanıp hem de masrafları karşılamak için çok uzun saatler çalışmak ve sipariş kaçırmamak gerekiyor. Ve ne kadar çok çalışılırsa çalışılsın yeterince kazanç sağlanamıyor. Özellikle son aylarda Türkiye’de artan mazot, vergi ve temel yaşamsal maliyetler “esnaf” kuryeleri isyan noktasına getiren süreci tetikledi.
Serbestlik ve bol kazanç mı?
“Freelance” (serbest/kendi hesabına) çalışma ya da “gig” (freelance çalışanların internet üzerinden oluşturduğu işgücü piyasası) modeli/ekonomisi diye adlandırılan ve internet teknolojisinin gelişmesiyle kapitalizmin yeni bir sömürü alanı yarattığı bu çalışma biçimi dünyada yaygın olarak kullanılıyor. Amerika ve Hindistan bu konuda başı çekiyor. İnternet insan yaşamının içine bunca girmişken kapitalizmin buradan yeni kâr alanları çıkarmaması düşünülemezdi. Kapitalizmin kâr güdüsü devreye girdiğinde ise buradan işçi sınıfına ağır bir sömürü faturası çıkacağı da belliydi. Aslında bu çalışma modeli kapitalizmin esnek çalışma modellerinin teknoloji ve internet ortamına uyarlanmış bir biçimi. Bilinen bir sömürü yöntemi olan, evlere dağıtılan ve genellikle emekçi kadınların yoğun emek sömürüsüyle kâr elde edilen parça başı işin içerik değiştirmiş halidir. Belli bir çalışma mekânının, standart bir maaşın olmadığı, patronların sigorta primi, yol, yemek vb. masrafların yanı sıra işin gerektirdiği sabit sermaye giderlerinden ve işçi sağlığı ve güvenliği maliyetinden de kurtulduğu bir model. İşçi sınıfının uzun yıllar mücadele ederek kazandığı haftalık ve yıllık izin hakkı da yok. İşçi yeterli kazanç sağlayamadığı için sigorta primlerini bile ödeyemiyor. Bunun sonucu ise sağlık sorunları yaşandığında karşı karşıya kalınan çıkmaz ve emekliliğin hayal olması oluyor. Belli bir ücret de yok. İşçi yaptığı iş kadar para kazanabiliyor. Elbette bu işçi için hayatı çekilmez kılan bir kaygı nedeni. Kadınlar bu tarz işlerde çalışmaya daha çok yöneliyorlar. Evden çalışarak hem çocuk bakımı ve ev işlerini yapmak hem de gelir elde etmek fikri cazip geliyor. Oysaki bu çalışma sistemi, dişe dokunur bir gelir elde edebilmek için bile çok uzun saatler yüksek bir performansla çalışmak gerektirdiği için emekçi kadınları daha fazla yıpratıyor. Kapitalistler için bu çalışma biçiminin masraflardan kurtulmak dışındaki en elverişli tarafı ise hem işçilerin kendini işçi olarak görmemesinden hem de tek başına çalışmasından dolayı örgütlenme, sendikal mücadele verme, dolayısıyla hak arama yollarının kapanması.
Daha yaygın bilinen “esnaf kuryeler”, Uber şoförleri dışında e-ticaret ya da “gig” ekonomisine giren geniş bir sektör ağı var. Örneğin platform şirketler aracılığıyla evlerini kiralayanlar ya da internetteki çok çeşitli içerikleri takip edip denetleyenler. İnternetin arka planında yapay zekâ ürünü olan pek çok uygulama gerçekte insan denetlemesi olmadan doğru sonuç üretemiyor. Sosyal medya içerikleri çoğunluğu yüksekokul mezunu ve ağırlıklı olarak kadın olan emekçiler tarafından denetleniyor. Bu işçiler yakaladıkları içerik hatası vb. kadar para kazanıyor. Asgari ücrete denk gelecek bir ücret kazanmaları içinse uzun saatler bilgisayar başında zaman geçirmeleri gerekiyor. En ufak hatalarında paraları kesiliyor ya da tekrar iş almaları zorlaşıyor.
Bu sömürü çarkının işçileri ne hale getirdiği filmlere de konu olmaya başlamış durumda. İşçi sınıfının hayatını anlatan filmler yapan İngiliz yönetmen Ken Loach’un 2019 yılı yapımı “Üzgünüz Size Ulaşamadık” filmi “esnaf kurye” olarak çalışan bir işçinin ve ailesinin yaşadıkları üzerinden bu çalışma biçimini ve genel olarak da kapitalist sömürüyü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Ricky ve Ebby her ikisi de platform şirketler aracılığıyla “kendi işlerini yapan” işçilerdir. 2008 ekonomik krizi sonrası yaşadıkları pek çok zorluktan sonra kendi evlerinde oturmak en büyük hayalleridir. Bir şirkete bağlı olarak hastabakıcılık yapan Ebby, evlerine gittiği yaşlı ve engelli hasta başına para almaktadır. Ricky ise uzun süre işsiz kalınca büyük umutlarla “esnaf kuryelik” işine girer. Fakat ilk işgününden itibaren gerçekler bir bir ortaya çıkar. Şirket iş süresince yaşanan hiçbir sorunla ilgilenmez. Uzun çalışma saatleri ve stres aileyi dağılma noktasına getirir. İşte kapitalizmin işçi ailelere yaşattığı tam da bu çıkışsızlıktır. Film bu bataklıktan çıkış yolu hakkında fikir de verir. İngiltere’de yaşanan büyük maden grevlerinde mücadele etmiş bir kadın hastası, Ebby’nin günde 13 saat çalıştığını öğrenince “8 saat çalışma kanununa ne oldu!” diyerek kızgınlığını belirtir. Evet ne oldu 8 saat çalışma düzenine?
20. yüzyılda gelişen sınıf hareketi ve SSCB’nin varlığının etkisiyle 60 ve 70’li yıllarda işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları bugünkünden farklıydı. Çalışma saati ve çalışma yeri belli olan işçiler, sosyal, siyasal ve sendikal hakları sayesinde çok daha fazla söz sahibiydiler. Çünkü saldırılara ve hak gasplarına karşı baş kaldırıyorlardı. İşte bu gidişattan hiç de memnun olmayan emperyalist sistemin ağababaları içine girdikleri ekonomik krizden çıkmanın da bir yolu olarak, sömürüyü yoğunlaştırmak üzere işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmaya ve işçi haklarına saldırmaya başladılar. Bunu yaparken tuttukları yolun en önemli ayağını ise ideolojik mücadele oluşturuyordu. İdeolojik mücadelede ise ellerini en fazla rahatlatan SSCB’nin çöküşüyle beraber “sosyalizm çöktü, zaten mümkün değildi, en iyi ve nihai sistem kapitalizm” iddiası oldu. Kendini Marksist diye parlatan kimilerinin de bu koroya katılmasıyla kapitalist egemenlerin işçi sınıfının o güne kadarki kazanılmış haklarına saldırmasının önü iyice açıldı. ‘80 dönemecine gelindiğinde neoliberal saldırılar hayata geçmeye başladı. Bir yandan da zenginleşme özgürlüğünden bahsedilerek, kapitalist sistemin yeterince çalışkan ve zeki olan herkese fırsat sunduğu yalanı döne döne her türlü araç kullanılarak anlatılıyordu. Gerçekte ise neoliberal uygulamalar sonucunda işçilerin çalışma süreleri uzadı, güvencesizlik arttı, sendikalaşma oranı düştü. Kapitalistlerin zenginliği devasa boyutlara ulaşırken düzenli bir işi olan işçiler dahi yoksullaştı. Esnek çalıştırma biçimleri kademe kademe hayata geçirtildi. Bu saldırılara karşı yeterince örgütlü bir tepki gösterilemediği için de sömürü “gig” ekonomisine kadar vardı.
İşçi sınıfı ayağa kalkıyor
Kapitalizmin 80’li yıllarda başlattığı neo-liberal saldırılar ve işçi-emekçi kitlelerin yaşamında artık dayanılmaz hale gelen sonuçları, 90’lı yıllar boyunca şiddetlendi ve dünya işçi sınıfı artık nefes alamaz hale geldiği noktada içine itildiği koşullara tepki göstermeye başladı. 2000’li yıllarla birlikte başlayan bu süreç inişli çıkışlı bir şekilde devam etti. Bu süreç içinde yeni bir yükseliş evresini temsil eden son 5 yıllık dönemde de dünyada milyonların alanları doldurduğu kitlesel eylemler kapitalist sistemin egemenlerine korkuyu bir kez daha tattırdı. Egemenlerin dahi, yarattıkları yoksulluk, eşitsizlik, sefalet düzeyine “çözüm” aradığı bir dönemde Covid-19 pandemisi imdatlarına yetişti. Dünya genelinde yaydıkları korkuyla kitleleri alanlardan evlere ve işyerlerine hapsetmeyi başardılar ama bunun da etkisi elbette kısa süreli oldu. Yaratılan korkunun üzerinden çok geçmeden dünya işçi sınıfı tekrar alanları doldurmaya, işsizliğe, yoksulluğa, otoriter rejimlere tepkisini göstermeye başladı.
Elbette Türkiye işçi sınıfı da bu sürecin dışında değildir. Gelinen noktada AKP iktidarının yolsuzluk ve talan çamuruna batmış olduğu, iktidara gelirken kestiği “mağdur” pozlarının hiçbir temelinin kalmadığı ve AKP’li “elitlerin” zenginleşmesinin kitlelerin gözüne batırılarak yaşandığı bir süreçte, bir de pandemi döneminde emekçi kitlelere yaşatılan yoksullaşma, yalnızlık ve çaresizlik duygusu hoşnutsuzluğu daha da arttırdı. Özellikle 2018’de tek adam rejimi için oy isterken sarf edilen “ekonomi düzelecek, dünya lideri olacağız, ülkeye refah getireceğiz” söyleminin altının ne kadar boş olduğunun iyice gün yüzüne çıkması emekçi sınıfların öfkesini patlattı.
2021 yılı boyunca ve son aylarında emekçi sınıfların sonuçlarını iyice hissettiği artan enflasyon, Türk lirasındaki değer kaybıyla birlikte hayat pahalılığı, yoksullaşma, yaklaşan asgari ücret belirlenme sürecinin daha bir ilgiyle beklenmeye başlanmasını sağladı. Cumhuriyet tarihinin en iyi asgari ücret artışı olarak pazarlanan ve yüzde 50 olduğu söylenen ama gerçekte yüzde 39,9 olan asgari ücret artışı da işçilerin çoğunu tatmin etmedi. 2022 yılının ilk maaşları alındığında ise daha önce asgari ücretin üzerinde ücret alan işçiler ücretlerine anlamlı bir zam yapılmadığını gördüklerinde biriken öfke bu sefer fabrika önlerine, alanlara taşmaya başladı. İşçilerin öfkesi iş bırakma eylemleri olarak kendini dışa vurdu.
Son iki aylık süreçte Türkiye’nin dört bir yanında onlarca grev, direniş, iş durdurma eylemi yaşandı. Binlerce işçiyi kapsayan bu eylemlere her geçen gün yenileri ekleniyor. Metal, tekstil, liman, taşımacılık, lojistik, market, petrokimya gibi sektörlerde işçilerin talepleri yaşanabilecek bir ücret, çalışma koşullarının düzeltilmesi ve sendikalaşma hakkına saldırıların durdurulması oldu. Kadın ve genç işçilerin öne çıktığı, direngenliğin ve inatçılığın yüksek olduğu eylemlerde görünen talepler ağırlıklı olarak ekonomik olsa da hem eylemlere katılan hem de takip edenlerin ruh hali asıl olarak işçi sınıfında bir değişim talebinin başlamış olduğunu gösteriyor. Mücadeleye atılan işçiler kapitalizmin yarattığı eşitsizliğe, insanlık dışı koşullara ve 21. yüzyılda teknoloji ve bilimin ulaştığı ileri düzeyin emekçilere daha iyi yaşam koşulları değil, daha fazla sömürü ve yoksulluk getirmesine tepki gösteriyorlar. İşçiler örgütsüz oldukları, dolayısıyla sınıf bilincinin düşük olduğu koşullarda bugün el yordamıyla ilerliyorlar ama bu başkaldırış örgütlü ve bilinçli sınıf savaşının da yollarını döşeme potansiyeli taşıyor.
Yaşanan işçi eylemleri içinde kendini ilk gösteren ve çalışma biçimi nedeniyle de dikkat çeken ise Trendyol Express işçileriyle başlayan ve diğer lojistik firmalarına sıçrayan iş bırakma eylemleri oldu. Trendyol Express’de “esnaf kurye” adı altında çalışan işçiler şirketin açıkladığı yüzde 11 zam oranını kabul etmeyerek direnişe geçtiler. Eylemleri kısa sürede Türkiye genelindeki depolara yayıldı ve toplumdan destek topladı. Günlerce hem sayılarını hem de coşkularını arttırarak yürüttükleri mücadele sonunda şirketi yüzde 38 zam vermeye razı ettiler. Fakat suyun yolu açılmıştı. Trendyol işçilerinin mücadelesi diğer lojistik ve taşımacılık işçilerine de örnek oldu ve sektörde art arda iş bırakma eylemleri başladı. Trendyol işçilerinin ardından HepsiJet, Sürat Kargo, Scotty, Yemeksepeti, Yurtiçi Kargo, Aras Kargo işçileri de eylemlere başladılar. Çeşitli kazanımlar elde edildi. Yemeksepeti işçileri ise ücret artışı dışında “esnaf kurye” dayatmasına da karşı çıktıkları eylemlerine devam ediyorlar. Kuryeler sadece Türkiye’de değil kısa süre önce Yunanistan, Fransa, İtalya, ABD’de de kitlesel eylemler yaptılar ve bazı haklar elde ettiler.
Bir yerde zulüm varsa ona baş kaldıranlar da vardır. İşte bu zulme de elbette başkaldıranlar var. Kuryelerin isyanının taşıdığı anlamlı potansiyel yanında kimileri bu isyanı kuryelerin örgütsüzlüğü üzerinden övmeyi maharet sayıyor. “Esnaf kurye” uygulamasına ve benzer sömürü biçimlerine karşı durup, işçilerin en geniş örgütleri olan sendikaları harekete geçirerek kazanılmış haklara sahip çıkmak gidilmesi gereken en temel yolken, kuryelerin kendiliğinden isyanı “prekarya” güzellemeleri ve örgütsüzlükleri üzerinden parlatılıyor. İster bilinçli olsun ister bilinçsiz, bu yaklaşım burjuva ideolojisinin son derece sinsi bir şekilde sol saflara sirayet edişinin doğrudan ürünüdür.[1] Aslında bunlar, SSCB’nin yıkılmasının ardından ortalığı kaplayan “işçi sınıfının devrimci potansiyelinin artık söz konusu olmadığı”, hatta “sınıfın ortadan kalktığı”, “kapitalizmin toplumda dönüşüm yaratacak yeni güçler yarattığı” türünden iddiaların uzantısıdır. İşçi sınıfının iç yapılanması, teknolojik gelişmelere bağlı olarak sürekli bir değişim halinde olsa da, ne onun sınıfsal konumu ve devrimci potansiyeli, ne de bu potansiyelin gerçekliğe dönüşmesi için devrimci örgütlülüğün şart olduğu gerçeği değişmektedir.
Elif Çağlı bilim dışı safsataları çürüttüğü “Büyüyen İşçi Sınıfı” adlı kitabında işçi sınıfı dendiğinde ne anlamamız gerektiğini açıklar:
“Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir…Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler üretmektedir.”[2]
Yeni teknolojik gelişmelerle işçi sınıfının çalışma biçimleri değişebilir fakat kapitalizm var oldukça temel çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Biçimi ne olursa olsun işçiler üretim araçlarına sahip değildir ve yaşamak için satacakları tek şey emek güçleridir. Bu konumun bir fabrikanın içinde ya da klavyenin ucunda olması bir şey değiştirmez. Sadece örgütlenmeyi belki bir nebze zorlaştırır ama bunun da sınırları vardır. İşçi sınıfı son örneklerde olduğu gibi bunu da aşmanın yolunu bulur. Tam da bu nedenle “kendi işinin patronu olacaksın, evden özgürce çalışacaksın, kolay yoldan para kazanacaksın” propagandasıyla cazip hale getirilmeye çalışılan ve işçileri kendi sınıf gerçeklerinden ve birbirinden uzaklaştıran bu ideolojik bombardımanın da sınırları var.
Kapitalizm kâr etme dürtüsüyle her türlü yeniliği ve gelişmeyi işçi sınıfını daha fazla sömürmenin yollarını bulmak için kullanıyor ve işçileri buna gönüllü olarak razı etmek için ideolojik propaganda araçlarını bombardıman halinde devreye sokuyor. Kapitalizmin yeni saldırılarını anlamak ve doğru mücadele araçları geliştirebilmek için işçi sınıfı gerçeğinden kopuk kendinden menkul safsatalara değil Marksizmin bilimsel gerçeklerine bağlanılmalıdır.
[1] İlkay Meriç, Prekarya Safsatası, İsyan Dalgası ve İşçi Sınıfı Gerçeği, marksist.com
[2] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.24-25 ve 40-41
link: Meral İnci, Dizginsiz Sömürünün Bir Yöntemi: “Esnaf Kuryelik”, 3 Mart 2022, https://marksist.net/node/7588
Tohum
Şu Karbon Ayak İzini Bir Takip Edelim