Buzullar eriyor, hayvan ve bitki popülasyonları yok oluyor. Kuraklık, orman yangınları, sel felâketleri günden güne artıyor; yoksul emekçiler bir yanda ekmek kavgası verirken diğer yanda öngörülmedik iklim felâketleriyle mücadele etmek zorunda kalıyor. Toprağın, suyun ve havanın kimyası hiç görülmedik ölçüde bozuluyor. İnsanlığın ve bilcümle canlı cansız tüm yerkürenin mirası, ekolojik krizle sarsılmaya devam ediyor.
Son yüzyılın en önemli gündemlerinden birisini oluşturan bu yakıcı problemin çözüme ulaştırılması milenyumun başından bu yana daha da aciliyet kazanmıştır. Ne var ki bu denli büyük bir krizin ortaya çıkacağı seneler öncesinden biliniyordu. Önlem alınmadığı takdirde oluşacak tahribat açıkça görülüyor, sosyalistler, bilimciler ekolojik krize dikkat çekiyorlardı. Sonuçta bugün bu noktadayız. Peki, ortaya çıkan sonucun anlamı nedir? Bu tablonun sorumlusu kimdir? Bugüne nasıl gelinmiştir?
Cevapların bir kısmını dünya çapında yoksulluk ve adaletsizlikle ilgili raporlar yayınlayan Oxfam’ın 2021 yılı sonunda açıkladığı raporda bulabiliriz. Avrupa Çevre Politikası Enstitüsü ve Stockholm Çevre Enstitüsünün yürüttüğü çalışmanın sonuçlarını esas alan rapor, Paris İklim Anlaşması ile hedeflenen 1,5 derecelik sıcaklık artışı sınırına hangi toplumsal kesimin ne kadar riayet ettiğini gösteriyor. Rapora göre “Küresel nüfusun en yoksul yarısı, 2030’da hâlâ 1,5 dereceye uyumlu seviyenin çok altında emisyon salacak. İnsanların en zengin yüzde 1’i ve yüzde 10’u bu seviyeyi sırasıyla 30 kat ve 9 kat aşacak. En zengin yüzde 1’lik kesimden bir kişinin bu seviyeye ulaşmak için emisyonlarını bugüne kıyasla yüzde 97 civarında azaltması gerekiyor.” Bugün sıklıkla karbon ayak izi kavramı ile karşımıza çıkan sera gazı salımlarında kimin ne kadar pay sahibi olduğu buradan belli! Bu ipucunu aklımızda tutarak çok değil 150 yıl öncesinden bugüne karbon ayak izinin peşine düşelim. Bu serüvende kimin heybesine ne girip, kimin heybesinden ne çıktığına bakalım.
Karbon ayak izi burjuvazinin tanımına göre “insan faaliyetleri” sonucu oluşan ve çevreye ciddi zarar veren sera gazı salımının karbondioksit cinsinden ölçüsüdür. Bu konuda karbonun önemi, dünyamızın enerji kaynağı olan güneşten gelen ışınların dünya atmosferinde tutulma oranını etkilemesinden gelmektedir. Atmosferde yaklaşık yüzde 0,1 oranında sera gazları bulunmaktadır. Sera gazlarından biri olan karbondioksit ise yüzde 0,04 oranındadır. Bu kadar düşük oranlarına rağmen sera gazları güneş tarafından gezegenimize gelen ısı enerjisini hapsederek uzaya geri salımını engellediği için seviyeleri belirleyici önemdedir. Yerküremizin doğal döngüsünde var olan bu sera etkisi doğal sürecinin dışına çıktığında küremiz ekolojik felâketlere açık hale gelir.
Küresel ısınmada karbondioksiti ön plana çıkaran faktör, dünyada en çok bulunan element olan karbonu içermesinden kaynaklanır. Karbon ekolojik düzen içerisinde bir döngü dahilinde yer alır ve buna göre canlı-cansız varlıklarla etkileşimde bulunarak doğayı etkiler. Kimyasal ve biyolojik süreçler ile gezegenin katmanları arasında yer değiştiren karbon, esas yoğunluk olarak kaya ve toprak kütlesi içerisinde depolanır. Geriye kalan kısmı ise okyanus tabanı, canlı varlıklar ve atmosferde bulunur. Karbon içeren maddelerle oksijenin kimyasal etkileşimi sonucu karbondioksit, su buharı ve ısı açığa çıkar ve bu olay yanma olarak bilinir. Isı canlı varlıklarda yaşamın devamı için gerekli bir enerjidir. Isı enerjisi, buharlı makineler ve makineleşme ile birlikte sanayi devriminin katalizörü olacak, dünya farklı bir çehre kazanacak, kontrol altında yapılan büyük yanma reaksiyonları yüksek miktarlarda enerjinin sağlanmasına, bu sayede üretimin ve toplumsal yaşamın büyük ölçüde değişmesine yol açacaktı.
Bu devrimsel gelişme yeni bir sistemin dünyaya hükmetmeye başladığı bir süreçle iç içe geçmişti. Kendinden önceki toplumsal sistemlerin yoğurduğu, her türlü çelişki ve adaletsizliğin barındığı bir dünyayı devralan kapitalizm, tüm çelişki ve adaletsizlikleri ortadan kaldırmayı vaat ediyordu.[1] Gerçekten de sanayi devrimi makineleşmeyle birlikte üretimin doğaya zarar vermeden insanlığa inanılmaz ölçülerde hizmet edebileceği bir geleceği fazlasıyla sağlayabilirdi. Ne var ki bu yeni sistemin doğası farklı işliyordu. Yoksul emekçileri şehirlere yığan burjuvazi, toprağı, suyu, havayı kirletip tahrip etti ve insanı daha fazla kâr için acımasızca sömürdü. Evet, enerji artık çok daha fazla üretiliyordu. Ancak kapitalizm insan ve doğa üzerinde her geçen gün daha derin izler bıraktı. Karbonun ayak izi artık kapitalizmin ayak izini takip ediyordu.
Kapitalizm görece kısa ömrüne rağmen iki dünya savaşı ile gezegeni altüst etmiş, bu savaşlar sırasında milyonlarca insan ve diğer canlılar ölmüş, köyler, şehirler yok olmuş, doğada onarılmayacak yaralar açılmıştı. Aradan geçen on yıllar gerçeği ortaya sermiş, kapitalistlerin yalanları ayaklarına dolanmaya başlamıştı. 1900’lerde parlak sistemlerinin ışığı gölgelenmişti. “Radyum Kızları” örneği, emekçi kitlelerin değil sermayenin çıkarları korunup kollandığı bu bozuk düzenin işleyişinin bir özeti gibidir. Küçücük çocukların, kadınların ve erkeklerin çaresizliği, bilgisizliği ve örgütsüzlüğünden beslenen burjuvazi zenginliğini katlayarak arttırmıştır. Gezegenin kaynakları hesapsızca kullanılmış, insanlar sefalete itilmiş, en acımasız biçimlerde ölüme sürüklenmişlerdir. Öte yanda kârlar artıyor, servet dağları birikiyordu. Sigara endüstrisi örneğinde olduğu gibi, binlerce ürünün üretim ve tüketim aşamasında doğaya, insana zararları bilinmesine karşın burjuva yalan makinesi tam tersi propagandalarla, reklamlarla, raporlarla gerçeği toplumdan saklamıştır.
Kapitalizm barındırdığı devasa çelişkilerle büyük ekonomik-politik krizlerle sarsılmış, fakat her alanda ortaya çıkardığı enkazın üzerinde büyüme arzusunu sürdürmüştür. Petrol tekellerinin sahneye çıktığı savaş sonrası dönemde eski alışkanlıklar değişmemiştir. Örneğin 1970’lerden itibaren iklimle ilgili modellemeler oluşturduğu ortaya çıkan çok uluslu petrol şirketi Exxon Mobil, fosil yakıtların küresel ısınmaya olan etkisini ve çevresel felâketlere sebep olabileceğini belgelediği halde kamuoyundan saklamıştır. İklimle ilgili çarpıcı verilerin ortaya çıkacağı kaygısıyla dünya çapında yüzlerce şirket aynı yolu izlemiştir. Kapitalist üretimle çevre arasındaki ilişkiyi, topluma tersyüz ederek sunmuşlardır.
Bugün karbon ayak izinin “baş sorumlusu” konumuna getirilen petrol yalnızca bir enerji kaynağı değil, sermaye için bir silahtır. Aynı şey nükleer enerji için de geçerlidir. Bir yanda on binlerce insanı öldüren atom bombaları ve yeni nesil nükleer silahlar, bir yanda da nükleer santraller… Her türlü enerji üretimini kâr getirip getirmediği, ekonomik-politik güce dönüşüp dönüşmediği ilkesine göre değerlendiren egemenler, kârlarıyla birlikte ayak izlerini de gittikçe büyütmüşlerdir. Bir taraftan uzay yarışına girişilirken, göz kamaştırıcı teknolojilerin yatağında yeni bir çelişkiler çağı doğmuştur. Emperyalist devletlerin nükleer sarhoşluğu bakir doğayı deney tahtası haline getirmiş, kentlerden uzakta yaşanan doğa katliamları artmıştır. İki dünya savaşından ciddi dersler çıkardıklarını söyleyen kapitalistler, doğal kaynakların ve emeğin sömürüsünden taviz vermemiş, son teknoloji savaş yatırımları ile dünyayı uçuruma sürüklemeyi sürdürmüşlerdir.
Öte yandan milyonlarca işçinin, emekçinin kapitalizme karşı mücadelesi her daim sürmüş, emekçiler ekolojik yıkıma karşı da egemenleri hedef tahtasına oturtmuşlardır. İki kutuplu dünyanın sona ermesinden hemen önce yaşanan Çernobil felâketi, çevreye zararsız ve güvenli enerji tartışmalarını alevlendirmiştir. SSCB’nin çökmesiyle birlikte sistemin artık tüm yüklerinden kurtulduğu, her şeyin daha güzel olacağı propagandasını kitlelere yayan burjuvazi, “tarihin sonu” gibi büyük laflar söylemekten geri durmamıştır. Oysa o günden bugüne geçen 30 senede kapitalizm daha büyük yaralar açmış, tarihin değil dünyanın sonunu getirecek adımlar atmıştır.
Kapitalizm kitlelerin mücadelesinin de bir sonucu olarak saklayamadığı gerçekleri çarpıtmış, uymayacağı planlar için danışıklı protokoller ve zirveler organize etmiştir. Gıdadan otomotiv sanayiine, madenlerden giyim endüstrisine, bilişim teknolojilerinden online alışverişe kadar her alanda tekeller ortaya çıkmış, bu tekeller aracılığıyla doğanın sınırsızca talanı ve insanın dizginsizce sömürüsü azalmak bir yana daha da artmıştır. Sadece Avrupa’da son 40 yılda 140 binden fazla kişi aşırı hava olayları sonucu hayatını kaybetmiştir. 1990’dan 2015’e kadarki 25 yılda karbon salımı yüzde 60 oranında artmıştır. Kyoto Protokolü ile uyulmayan vaatler Paris İklim Anlaşması ile tekrarlanmış, ancak ortaya çıkan raporlar vaatlerin değil sermayenin korunduğunu göstermiştir. Kyoto Anlaşması ile kota getirileceği söylenen karbon, karbon borsası kurulmasına neden olmuştur.[2] Paris Anlaşmasından sonraki süreçte azaltılacağı söylenen sera gazı salımı daha da artmaya devam etmiştir.
Her krizinden, her tarihsel dönemeçten ve “tarihsel zirve” diye adlandırdığı her içi boş zirvenin ardından daha parlak günlerin geleceğini söyleyen burjuvazi, her defasında daha karanlık bir süreci hazırladı. Çernobil’den yıllar sonra Fukuşima’nın ortaya çıkması bundandır. Çevreye en az zararı verecek şekilde üretilebilecek yenilenebilir enerji teknolojileri kısa vadede kâr getirmediğinden fosil yakıtların hâlâ ana enerji kaynağı olarak kullanılmaya devam etmesi bundandır. “İnsan faaliyetleri” sonucu oluştuğu kitlelerin bilincine kazınmaya çalışılan iklim krizi, kendi geçimini sağlamak ve insanca yaşamaktan başka derdi olmayan emekçi kitlelerin değil tamamen “kapitalistlerin faaliyetleri” sonucu oluşmuştur.
Bu faaliyetler neticesinde 2011-2020 arasında ölçülen ortalama sıcaklık 1850-1900 yılları arasındakinden 1,09°C daha yüksek çıkmış, 1950’lerden bu yana aşırı sıcaklıklar daha sık ve yoğun görülmüştür. Karbon Bildirim Projesi (CDP) adlı kuruluş tarafından 2017 yılında yapılan bir araştırma, küresel sınai sera gazı salımının yarıdan fazlasından Çin kömür şirketleri, Suudi Arabistan Petrol Şirketi (Aramco), Gazprom, İran Petrol Şirketi ve Exxon Mobil’in de aralarında bulunduğu 25 şirketin sorumlu olduğunu göstermiştir. 2020’de yayımlanan Oxfam raporunda ise en zengin yüzde 1’lik kesimin karbon salımının yüzde 15’ine sebebiyet verdiği, en yoksul yüzde 50’ninise yalnızca yüzde 7’lik bir karbon salımı oluşturduğu vurgulanmıştır. 1995-2015 yılları arasında gerçekleşen binlerce sel, fırtına, sıcak hava dalgası, kuraklık gibi felâketler iklim yapısının bozulmasından kaynaklanmıştır.[3] Burjuva düzenin örgütlerinden DSÖ küresel düzeydeki hastalık yükünün üçte birinin, ölümlerin ise dörtte birinin çevresel faktörlerden kaynaklandığını belirtmektedir. Çocuklar ise bundan maksimum ölçüde zarar görmektedir. Yani karbon ayak izini takip ettiğimizde, milyonlarca emekçinin geleceğinin, sağlığının, yaşam alanının, hatta çocuklarının çalındığına tanık oluyoruz. Burjuvaziye geldiğimizde ise insanlığın en alçaltıcı özellikleriyle birlikte devasa bir zenginliği görüyoruz.
Kapitalistler hiçbir zaman çevreye verdikleri zararları, dürüst bilim insanlarının ve emekçi kitlelerin mücadelesi olmadan kabul etmemişlerdir. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin verdiği mücadele ve oluşturduğu baskısının derecesidir doğal kaynakların nasıl kullanılacağını belirleyecek olan! Kapitalizm altında insanlığın ve doğanın bir geleceği yoktur!
[1] Mehmet Sinan, Gelecek Sosyalizmindir, marksist.com
[2] Meral İnci, Milyarderlerin Fantastik Projeleri İnsanlık İçin mi?, marksist.com
[3] Oktay Baran, İklim Krizi ve Kapitalizm, marksist.com
link: Engin Yüksel, Şu Karbon Ayak İzini Bir Takip Edelim, 6 Mart 2022, https://marksist.net/node/7590
Dizginsiz Sömürünün Bir Yöntemi: “Esnaf Kuryelik”