“Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, eserleri de”
Marx’ın 14 Mart 1883’te hayata gözlerini kapaması, tüm yoldaşlarını derin bir kedere boğmuştu. Ama Engels için bu acı çok daha can yakıcıydı. 1881’de eşi Jenny’yi kaybeden Marx, iki ay önce de büyük kızını yitirmenin tarifsiz acısıyla sarsılmış ve çok geçmeden kendisi de bu dünyadan göçüp gitmişti. Bu acı kaybı yoldaşlarına haber veren Engels, hemen o gün Liebknecht ve Bernstein’a yazdığı iki mektupta şöyle demekteydi:
“Yüzyılımızın ikinci yarısının bu en büyük kafası düşünmeye son verdi. (…) Bu akşam onu yatağında, yüzünde ölüm kasılmasıyla yatar halde görmeme karşın, bu dâhiyane kafanın devasa düşünceleriyle her iki dünyanın proleter hareketini canlandırmaya son vermiş olmasını bir türlü kavramış değilim. Hepimiz neysek, onun sayesindeyiz; bugünkü hareket neyse, onun teorik ve pratik etkinliği sayesindedir; o olmasaydı biz hâlâ kargaşa pisliğinin ortasında olurduk.”[1]
“Bu insanın, hem teori açısından, hem önemli anlarda pratik sorunlar açısından bizim için değerini, ancak, onunla sürekli birlikte olmuş biri bilebilir. Onun geniş ufukları, onunla birlikte, gelecek uzun yıllar için sahneden çekilip gidecek. Geride kalan bizler, henüz o yetenekte değiliz. Hareket kendi yolunda yürüyecek, ama onun şimdiye dek kendisini nice yıpratıcı hatalı yollardan kurtarmış olan sakin, zamanında yapılmış, enikonu düşünülmüş müdahalelerini özleyecek.”[2]
Engels bu beklenmedik ölüme çok üzülmüştü, ama can dostunun daha fazla eziyet çekmemesini de teselli olarak görüyordu:
“Doğal zorunluluk sonucu olan bütün olaylar, ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar kendi tesellilerini birlikte getirirler. Bu olayda da öyle. Tıbbın hüneri, ona birkaç yıl daha, bir bitkisel yaşam; çaresiz kalmış bir varlığa –hekimlerin mesleki başarıları uğruna– ani bir ölümle değil, azar azar biten bir yaşam sağlayabilirdi. Oysa, bizim Marx’ımız, bunu asla taşıyamazdı. Önünde bitmemiş bir sürü çalışmayla ve onları tamamlama boş umuduyla yaşamak, ama bunu yapamamak, onu alıp götüren yumuşak bir ölümden ona bin kez daha acı gelirdi. Epikuros’un, «Ölüm, ölen için değil, geride kalan için mutsuzluktur» sözünü sık yinelerdi. Ve tıbbın şanı için bu kudretli dehanın çökmüş bir beden olarak aramızda dolaşmasını ve sağlığının yerinde olduğu günlerde tozunu attırdığı darkafalıların eğlence konusu olmasını görmek – hayır, böylesi bin kez daha iyi, bir sonraki gün onu, eşinin yattığı mezarda toprağa verecek oluşumuz bin kez daha iyi.”[3]
Engels, onu bütünleyen yarısı olan yoldaşını toprağa verirken yaptığı veda konuşmasında, “adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, eserleri de” demişti Marx için. Ve artık hayatının geri kalanını, Marx’ın mirasını gün ışığına çıkarma ve işçi sınıfıyla buluşturmaya adayacaktı. Onun dediği gibi insanlık çağımızın en büyük başını yitirmiş, proletarya kritik anlarda yöneldiği merkezini kaybetmişti. Bu nedenle sapmalar, savrulmalar, hatalar kaçınılmazdı. “Ama” diyordu Engels, “bunların geçip gitmesine yardım etmeliyiz; burada başka işimiz ne? Bu nedenle cesaretimizi yitirecek değiliz”.
Engels Marx’ın ölümünden sonra da Londra’da kalmaya devam etmeye karar vermişti. Bunun nedenlerinden biri, Avrupa’nın başka herhangi bir ülkesinde sürekli sınır dışı edilme tehdidi altında olacağı gerçeğiydi. Bir diğer nedeni ise şöyle dile getiriyordu o günlerde Bebel’e yazdığı bir mektupta:
“İngiltere’nin bundan başka büyük bir avantajı daha var: Enternasyonalin sonundan bu yana buralarda burjuvazinin, ya da radikallerin kuyruğunda ve küçük amaçlar için sermaye ilişkilerinin içinde olan herhangi başka bir işçi hareketinden sözedilemez. Demek ki yalnız buralarda teorik çalışmaların sürekliliği için huzur var. Bundan başka her yerde pratik ajitasyona katılmak zorunda kalır çok büyük zaman kaybına uğrardım. Pratik ajitasyon konusunda ise herhangi başka bir elemandan daha fazlasını beceremezdim; teorik çalışmalara gelince Marx’la benim yerimize geçebilecek birilerini hâlâ görmüyorum.”
O sırada 63 yaşında olan Engels, kendi işlerinin yanı sıra yarım kalan Kapital çalışmalarını baskıya hazırlamak gibi acil bir işi de yerine getirmek zorundaydı. Öte yandan bir Marx biyografisiyle birlikte, Alman sosyalist hareketinin 1843 ile 1863 arasındaki ve Enternasyonalin 1864 ile 1872 arasındaki tarihi için bir çalışma yürütmek istiyordu. Tüm bunlar için, çalışmalarının gereksiz yere bölünmeyeceği bir ortama ihtiyacı vardı. Bu yüzden şöyle diyordu söz konusu mektubunun devamında:
“… şimdi buradaki huzurlu sığınağımı, zorunlu olarak toplantılara ve basın savaşlarına katılmak ve bu nedenle ister istemez bakış açısının bulanması uğruna terk etmek için deli olmam gerekir. Evet, yeniden 48 ve 49’daki gibi olsaydı, ben de gerektiğinde yeniden ata binerdim. Şimdi ise sıkı işbölümü. Sozialdemokrat’tan [Alman Sosyal-Demokrat Partisinin yayın organı-İM] bile olanaklı olduğu ölçüde geri çekilmeliyim. Hele önceden Marx’la aramızda bölüştüğümüz ve bir yıldan fazladır tek başıma yürütmek zorunda olduğum yazışmaları düşün!”[4]
Kapital’in tamamlanıp yayınlanması için o kadar yoğun bir çaba gerekecekti ki, Engels yapmayı tasarladığı diğer çalışmalara zaman ayıramayacaktı. O bir dava adamıydı; proletaryanın devrimci davasına adanan bir ömürdü onunki. Marx’ın ölümünün ardından Marksizmin tek otoritesi oydu. Ama o görkemli karşılamalarla, kişisel övgülerle tatmin olma yoluna asla girmeyip bundan bilinçli bir şekilde kaçındı. Örneğin 1893 yazında, 17 yıllık bir aranın ardından, Bebel ve eşiyle ve ardından da kendi kardeşiyle biraz zaman geçirmek üzere yaptığı Almanya seyahatinde kendisinden bazı kitle toplantılarına katılması istenmiş, o da bunların bir kısmına mecburen katılmıştı. Şöyle demekteydi Londra’ya döndükten sonra yazıştığı Sorge’ye: “Bütün bunlar arkadaşlar tarafından iyi niyetle düzenlenmişti, ama gene de bana göre değildi. (…) Bana her yerde yapılan karşılamaların görkemliliğine şaşırıp kaldım, hâlâ da şaşmaktayım; ama bunu parlamenterlerle halk konuşmacılarına bırakmayı yeğliyorum. Bu tür işler onların rolünün bir parçasıdır, benim işimde pek yeri yok.”[5]
Yıllar önce yoldaşı Marx da, şöyle demiyor muydu zaten:
“Biz popülerliğe, bir saman çöpü kadar değer vermeyiz. Bunun bir kanıtı da örneğin, kişilere tapılmasına nefret duyduğum için, Enternasyonal günlerinde, birçok ülkeden gelen çok sayıda takdir ifadesinin kamuoyuna yansıtılmasına asla izin vermeyişim ve bu takdir ifadeleriyle bunaltıldığım halde; ara sıra azarlamam dışında, hiç yanıtlamayışımdır. Engels ve ben gizli Komünist Derneğe ilk üye olduğumuz zaman, bu girişimizi, otoriteye iman etme biçimindeki boşinanı teşvik edecek her türlü hükmün tüzükten çıkarılması koşuluna bağladık. (Daha sonraları Lassalle, etkisini karşıt yönde kullandı.)”[6]
Onlar yaşamları boyunca her türlü kariyer ve kişisel çıkar kaygısından uzak bir devrimci duruş sergilediler. Zaten aksi halde ne bugün dünya proletaryasının Marksizm diye bir devrimci kılavuzu olurdu, ne de bu iki büyük dehanın adları proleter devrim sancağının başköşesinde dalgalanmaya devam ederdi.
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni
Engels’in doğabilimleri alanındaki büyük çalışmaları nasıl diyalektik materyalizme devasa bir katkı sunduysa, tarih ve toplum alanındaki çalışmaları da tarihsel materyalizme o denli büyük katkılarda bulunmuştur. Onun bu kapsamdaki en önemli eserlerinden biri de Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabıdır. Bu kitap, Lewis H. Morgan’ın Amerikan yerlileri arasında yaptığı sosyolojik araştırmaların ürünü olarak kaleme aldığı Ancient Society (Eski Toplum[7]) adlı eserinin ve Marx’ın ona ilişkin notlarının verdiği esinle yazılmıştı. Engels Morgan’ın Marksist materyalist tarih anlayışını kendi bağımsız çalışmasıyla keşfettiğini ve bugünün toplumuna ilişkin komünist öneriler getirdiğini belirtiyordu. Morgan 1877’de yazdığı bu kitapta, özellikle Amerika yerlilerini esas alarak Roma ve Yunan genslerini ilk kez açık seçik ortaya koymuş, böylece ilkel çağların tarihi için sağlam bir temel yaratmıştı.[8] Engels bu konuda Marx’ın notlarını da içeren bir makale hazırlamaya karar verdiğini belirten 26 Nisan 1884 tarihli mektubunda Kautsky’ye şöyle demekteydi:
“Morgan, tarih öncesine, şimdiye dek bilinmeyen bir temel sağlayarak, bizim, konulara tamamen yeni bir görüş açısından bakmamızı olanaklı hale getirmiştir. İlk çağların ve «yabanıllar»ın tarihindeki ayrıntılarda ne tür kuşkularınız olursa olsun, gensler, esasta sorunu çözüyor ve eski toplumun tarihi aydınlanıyor. Bu yüzdendir ki, çalışmanın ciddiyetle, dikkatle düşünülerek ve bütün içbağlantılarıyla ortaya konarak, ama aynı zamanda Sosyalistler Yasasına asla kulak asmaksızın hazırlanması gerekiyor.”
Engels dediği gibi yaptı ve bu önemli kitap Bismarck rejiminin ağır baskıları nedeniyle Almanya’da değil ancak Zürih’te basılabildi. Fakat Almanya’da el altından dağıtımının yapılmasının yanı sıra kısa sürede pek çok dile de çevrildi. Söz konusu yasanın yürürlükten kaldırılmasının ardından 1891’de Almanya’da yapılan dördüncü baskı ise Engels’in bu ara dönemde yaptığı yeni çalışmalardan çıkardığı sonuçları içerecek şekilde genişletildi. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni aslında Engels’in deyişiyle “bir anlamda bir vasiyetin yerine getirilmesi”ydi. Ölümünün ardından Marx’ın Morgan’a ilişkin notlarına ulaşan Engels, kitabında bunları mümkün olduğunca kullanacaktı.
Bu önemli eser, insanlığın uygarlığa doğru uzun yolculuğunda geçirdiği toplumsal aşamaların özetlenmesiyle başlamaktadır. Bu yolculuğun temel uğrakları olan alt, orta ve üst aşamalarıyla yabanıllık ve barbarlığın ayırt edici niteliklerinin sıralandığı ilk bölüm, söz konusu aşamalara ilişkin şu genelleme ile sona ermektedir:
“Yabanıllık: Hazır doğa ürünlerine el koymanın ağırlık taşıdığı dönem; insanların sanat ürünleri ağırlıklı olarak bu el koyma işleminin yardımcı aletleridir. Barbarlık: Hayvancılığın ve tarımın başladığı, doğa ürünlerinin üretimini insan etkinlikleri aracılığıyla artırma yöntemlerinin öğrenildiği dönem. Uygarlık: Doğa ürünlerini daha fazla işlemeyi öğrenme, gerçek anlamıyla sanayi ve sanat dönemi.”[9]
İkinci bölümde Engels, ilkel toplumdaki biçimlenmelerinden uygarlığa doğru ilerleyiş sürecindeki değişimine dek “aile”nin tarihsel gelişimini ele almaktadır. 1891 tarihli önsözde dile getirdiği gibi, Altmışlı yılların başına kadar, aile tarihi diye bir şeyden söz edilemezdi. Tarih bilimi, bu alanda tümüyle Tevratın etkisi altındaydı. “Burada başka hiçbir yerde olmadığı kadar kapsamlı bir şekilde tarif edilen ataerkil aile biçimi, sorgusuz sualsiz en eski biçim olarak kabul edilmekle kalmıyor, aynı zamanda, (çok karılılık çıkarıldıktan sonra) günümüzdeki burjuva ailesiyle özdeşleştiriliyordu; böylece aile aslında hiçbir tarihsel gelişim sergilememiş oluyordu; en fazla, tarih öncesinde, bir cinsel kuralsızlık döneminden geçilmiş olabileceği kabul ediliyordu.”
Fakat 1860’lardan itibaren derinleşen araştırmalarla birlikte ailenin de bir tarihi olduğu, ataerkil aileden önce soyun ana üzerinden yürüdüğü bir aile yapılanmasının, “ana hukuku”na dayalı gensin olduğu gösterilmeye başlanmıştı. Morgan’ın araştırmaları bu bakımdan son derece önemliydi. Öyle ki, Engels buna ilişkin olarak şu sözleri sarf etmekten çekinmemişti:
“Darwin’in evrim teorisi biyoloji için ve Marx’ın artık değer teorisi siyasal iktisat için ne kadar önemliyse, uygar halkların baba hukukuna dayalı gensinin ön aşaması olarak başlangıçtaki ana hukukuna dayalı gensin bu yeniden keşfi tarih öncesi için o kadar önemlidir. Bu yeniden keşif, Morgan’ın, en azından klasik gelişme aşamalarını ana hatlarıyla, bugün bilinen malzemelerin izin verdiği kadarıyla, geçici olarak tarif eden bir aile tarihi taslağını ilk kez ortaya atmasını mümkün kıldı. Böylece tarih öncesine yaklaşımda yeni bir çağın başladığı herkes için açık.”
Tarih öncesine ilişkin bu büyük keşif, kadının mevcut toplumsal konumunun insanlık tarihinin başlangıcından bu yana böyle sürüp geldiği anlayışının da yıkılması anlamına geliyordu. Şöyle diyordu Engels: “Kadının, toplumun başlangıç döneminde, erkeğin kölesi olduğu düşüncesi, en saçma, 18. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı’ndan kalma düşüncelerden biridir. Kadın, tüm yabanıllarda ve alt ve orta aşamalardaki tüm barbarlarda, hatta kısmen üst aşamadaki barbarlarda, özgür olmakla kalmayıp fazlasıyla saygı görüyordu.”
Ekonomi geliştikçe ve nüfus yoğunluğu arttıkça, tüm toplumsal yapı da değişime uğramıştı. Engels, hayvanların evcilleştirilmesi ve sürü yetiştirilmesinin o zamana kadar görülmedik bir zenginlik kaynağına dönüşmesinin ve bu zenginliğin başlangıçta gense aitken giderek ailenin özel mülkiyetine dönüşmesinin “ana hukuku”nda nasıl bir değişim yarattığını ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır:
“Demek ki, zenginliklerin artmasıyla birlikte, bunlar, bir yandan erkeğe aile içinde kadınınkine göre daha önemli bir konum sağlarken, diğer yandan, bu güçlendirilmiş konumu, geleneksel mirasçılık düzenini çocuklar lehine yıkma dürtüsünü üretti. Ama soy ana hukukuna göre belirlendiği sürece bunu yapmak mümkün değildi. Dolayısıyla bunun yıkılması gerekiyordu ve yıkıldı.”
“Ana hukukunun yıkılması kadın cinsinin dünya ölçeğindeki tarihsel yenilgisiydi. Erkek evde de dizginleri eline aldı, kadın alçaltıldı, esaret altına alındı, erkeğin keyfinin kölesi ve basit bir çocuk yapma aleti oldu.”
Yabanıllığın ayırt edici biçimi olan “grup evliliği” nasıl barbarlıkla birlikte yerini “eşleşme evliliği”ne bıraktıysa, o da daha ileri aşamada yeni toplumsal itici güçlerle birlikte yerini tek eşli evliliğe (monogami) bırakmıştı. Kuşkusuz söz konusu tek eşlilik sadece kadına yönelik bir dayatmaydı! Monogaminin zina ve fuhuşla tamamlandığını belirten Engels, tarihteki ilk sınıf karşıtlığının, tek eşli evlilikte gelişen erkek-kadın karşıtlığıyla, ilk sınıfsal baskının da, kadın cinsinin erkek cinsi tarafından baskı altına alınmasıyla çakıştığını belirtir.
“Çok sayıda çift ile onların çocuklarını kapsayan eski komünist hanede, kadına devredilen ev işleri yönetimi, tıpkı erkeklerin yiyecek elde etmesi gibi, kamusal, toplumsal açıdan gerekli bir sektördü. Ataerkil aileyle ve asıl önemlisi tek eşli aileyle birlikte durum değişti. Ev işlerinin yönetimi kamusal karakterini yitirdi. Toplumu ilgilendirmez oldu. Özel bir hizmete dönüştü; toplumsal üretime katılması engellenen kadın, baş ev hizmetçisi oldu. Kadına (sadece kadın proletere) toplumsal üretimin yolunun yeniden açılması, ancak günümüzün büyük sanayisi sayesinde oldu. Ama bu yol, ailenin özel hizmetindeki yükümlülüklerini yerine getirdiğinde toplumsal üretimin dışında kalacağı ve hiçbir şey kazanamayacağı, toplumsal üretime katılmak ve kendi başına kazanç elde etmek istediğindeyse ailesel yükümlülüklerini yerine getiremeyeceği şekilde açıldı. Ve kadın, fabrikada ne yaşıyorsa, tıbba ve avukatlığa kadar tüm iş kollarında aynısını yaşıyor. Modern tek eşli aile, kadının açık ya da perdelenmiş ev köleliğine dayanır ve modern toplum, molekülleri olan yığınla tek eşli aileden oluşan bir kitledir. Günümüzde erkek, en azından mülk sahibi sınıflarda, örneklerin büyük çoğunluğunda, ailenin gelir getireni, geçim sağlayıcısı olmak zorundadır ve bu da ona hiçbir özel hukuki ayrıcalık gerektirmeyen bir üstünlük sağlar. Ailedeki burjuvadır; kadınsa proletaryayı temsil eder.”
Engels, kadınla erkeğin hukuken tümüyle eşit haklara sahip olmasının bu karşıtlığı çözmeyeceğini, ama bunun için mücadelenin zeminini sunacağını belirtirken, Marksizmin burjuva ve küçük-burjuva feminizminden ayrıldığı temel noktayı da ortaya koyuyordu. Sadece bu da değil, işçi sınıfı hareketi içinde Lasalcı gelenek kadını çalışma yaşamından uzak tutup eş ve anne rolüne mahkûm ederken, Engels kadının kurtuluşunun onun üretimde çok daha geniş ölçüde yer almasıyla, ev işinin onun zamanının artık çok önemsiz bir bölümünü almasıyla mümkün olabileceğini belirtmekteydi. Dolayısıyla Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Engels’in tüm bu açılımlarıyla, kadın sorununa Marksist bakış açısının şekillendirildiği en önemli eser olma niteliğine sahiptir.
Kitabın takip eden bölümlerinde, ilkel toplumun kandaşlık temelindeki sosyal örgütlenmesinin (gens, kabile ve aşiret) genel özellikleri ele alınmaktadır. Engels, Amerikan yerlilerinden hareketle incelenen İrokua gensinin kamusal yapılanmasının, “olanca çocuksuluğuyla ve basitliğiyle göz kamaştırıcı bir düzen” oluşturduğuna dikkat çekmektedir:
“Her şey, askerler, jandarmalar ve polisler olmadan, soylular, krallar, bölge valileri, il valileri ya da yargıçlar olmadan, hapishaneler olmadan, davalar olmadan, gerektiği şekilde yürür. Tüm kavga ve çekişmeler, ilgili unsurların toplamı tarafından çözüme kavuşturulur: Gens tarafından ya da kabile tarafından ya da tek tek gensler tarafından kendi aralarında. Kan davası yalnızca en uç, nadiren kullanılan araç olarak gündeme gelir; bizdeki idam cezası, bunun, uygarlığın tüm avantajlarını ve dezavantajlarını taşıyan uygar biçiminden başka bir şey değildir. Bugünküne göre çok daha fazla ortak işin bulunmasına rağmen (ev idaresi bir dizi aile tarafından birlikte ve komünist tarzda yürütülür, toprağın mülkiyeti kabileye aittir, yalnızca küçük bahçeler geçici olarak hanelere tahsis edilir), kapsamlı ve karmaşık idari aygıtımıza en küçük bir gereksinim bile duyulmaz. Kararları ilgili taraflar alır ve çoğu örnekte yüzlerce yıllık adetler her şeyi çoktan düzenlemiştir. Kimse yoksul ya da muhtaç olamaz; komünist hane ve gens, yaşlılara, hastalara ve savaşlarda sakatlananlara yönelik yükümlülüklerini bilir. Herkes eşittir ve özgürdür; kadınlar da öyle. Henüz kölelere yer yoktur; yabancı kabilelerin boyunduruk altına alınmasına da genel olarak henüz yer yoktur.”
Farklı sınıflara ayrılmanın gerçekleşmesinden önce insanlar ve insan toplumu işte böyle görünüyordu diyen Engels, onların durumu günümüzün uygar insanlarının ezici çoğunluğunun durumuyla karşılaştırılırsa, günümüzün proleteri ve küçük köylüsü ile geçmişin özgür gens üyesi arasındaki mesafenin çok büyük olduğuna dikkat çekiyordu. Ne var ki, kabilenin ötesine geçemeyen bu örgütlenmenin yıkılmaya mahkûm olduğunu belirten Engels, bugün bile bazılarının yapmaya devam ettiği gerçek dışı bir idealizasyonun da önünü kapıyordu:
“Kabilenin dışında kalan şeyler hukukun da dışındaydı. Açık bir barış anlaşmasının bulunmadığı yerlerde kabileler arasında savaş hüküm sürüyordu ve savaş, insanları geri kalan hayvanlardan ayıran ve ancak sonraları, çıkarlar doğrultusunda yumuşatılan bir acımasızlıkla yürütülüyordu. Gense dayalı yapılanma (…) fazlasıyla gelişmemiş bir üretimin varlığını, dolayısıyla da geniş bir alanda fazlasıyla seyrek bir nüfusun bulunmasını, yani, insanın, neredeyse tümüyle, karşısında duran yabancı, anlaşılmamış dış doğanın boyunduruğu altında olmasını (çocuksu dinsel tasavvurlar bunu yansıtır) şart koşuyordu. Kabile, insan için, hem yabancıların karşısındaki hem de kendi önündeki sınır olarak kalmıştı: Kabile, gens ve bunların kurumları kutsal ve dokunulmazdı, doğanın eseri olan bir yüksek güçtü; birey, duygularıyla, düşünceleriyle ve eylemleriyle mutlak olarak bu güce tabiydi. Ama bu çağın insanları bize ne kadar etkileyici görünürlerse görünsünler, birbirleri arasında bir o kadar farksızdırlar; henüz, Marx’ın söylediği gibi, sadece doğanın ürünü olan topluluğun göbek bağına bağlıdırlar.”
Engels’in dediği gibi, bu topluluğun gücü kırılmak zorundaydı ve kırıldı. Ama onun yerini dolduran uygar toplum, yani sınıflı toplum, en aşağı çıkarlar (açgözlülük, vahşi zevk düşkünlüğü, hasis cimrilik, ortak mülkiyetin bencilce yağmalanması) temelinde ve en rezil araçlarla (hırsızlık, tecavüz, hile, ihanet) kuruldu. “Ve yeni toplumun kendisi, iki bin beş yüz yıllık var oluşu boyunca, küçük azınlığın, sömürülen ve ezilen büyük çoğunluk zararına gelişmesinden başka bir şey olmadı ve bugün daha önce hiç olmadığı kadar böyle.”
Yunan gensinin ele alındığı bölüm, İrokua gensiyle benzerliklerin yanı sıra farklılıklara da dikkat çekmektedir. Bu farklar onun uygarlığın bir adım öncesine denk gelmesine ve nihayetinde kandaşlık temelindeki toplumsal örgütlenmenin çözülmesini takip eden özel mülkiyet olgusu, sınıflaşma ve devletle bu adımı atmasına yol açmıştır. Nitekim ilkel komünist topluma ve onun çözülmesine ışık tutan bu bölümleri, sınıfların ve devletin doğuşunun ele alındığı bölümler izlemektedir. Ancak burada, gerek Yunan gerekse Roma üzerinden, Batı tipi gelişme çizgisini takip eden bir sınıflaşma ve devletleşmenin ele alındığını unutmamak gerekir. Aslında Engels bu kitabın konusu gereği uygarlığın Doğu ve Batı tipi gelişme çizgileri arasındaki farka odaklanmamakla birlikte, yine de İrokua gensiyle Yunan ve Roma gens örgütlenmelerinin farklarına değinirken bunun ipuçlarını da vermektedir. Mesela Yunan gensinin çözülmesiyle birlikte oluşan yapının İrokualarda tahayyül edilemeyeceğini belirtirken şöyle demektedir:
“Orada, hep aynı kalan geçim araçları üretme tarzı, dışarıdan dayatılmış gibi görünen bu tür çatışmalara, zengin-yoksul ve sömüren-sömürülen karşıtlıklarına yol açamazdı. İrokualar, henüz doğaya hükmetmenin çok uzağındaydı; ama kendileri için geçerli olan doğal sınırlar içinde kendi üretimlerine hükmediyorlardı. Küçük bahçelerindeki kötü hasatlar, göllerindeki ve ırmaklarındaki balık stokunun ya da ormanlarındaki av hayvanı stokunun tükenmesi bir yana bırakıldığında, kendi geçim sağlama tarzlarının hangi sonuçları doğuracağını biliyorlardı. Doğmak zorunda olan sonuç, ister kıt olsunlar isterse bol, geçim araçlarıydı; hiçbir zaman doğamayacak olan sonuçlarsa, tasarlanmamış toplumsal altüst oluşlar, gens bağlarının parçalanması, gens ve kabile üyelerinin birbirleriyle savaşan karşıt sınıflara bölünmesiydi. Üretim, en dar sınırlar içinde gerçekleştiriliyor, ama üreticiler kendi ürünlerine hükmediyordu.”
“Yunanlarda durum başka. Sürüler ve lüks nesneler üzerindeki yeni ortaya çıkan özel mülkiyet, bireyler arasındaki mübadeleye, ürünlerin metalara dönüşmesine yol açmıştı. Sonrasında yaşanan bütün altüst oluşun temelinde bu yatar. (…) Meta üretimiyle birlikte toprağın bireyler tarafından kendi hesaplarına ekilmesi ve hemen ardından bireylerin toprak mülkiyeti geldi. Ayrıca, para, yani tüm diğerleriyle mübadele edilebilen evrensel meta geldi; ama insanlar, parayı bulurken, bir kez daha yeni bir toplumsal güç yarattıklarını, bütün toplumun önünde boyun eğmek zorunda olduğu tek evrensel gücü yarattıklarını düşünmemişti.”
“Üstüne üstlük, gense dayalı yapılanmada bir dizi başka, ikincil gedik açıldı. Bir Atinalının, gensinin dışında toprak satabilse de kendi oturduğu evi hala satamamasına rağmen, gens ve fratri üyelerinin bütün bir Attika bölgesinde ve özellikle de Atina kentinde birbirlerine karışmışlığı kuşaktan kuşağa arttı. Farklı üretim dalları (tarım, zanaatçılık, zanaatçılığın içinde yine sayısız alt kol, ticaret, denizcilik vb. ) arasındaki işbölümü, sanayideki ve ulaştırmadaki ilerlemelerle birlikte hep daha fazla gelişti; nüfus artık mesleklere göre, hayli kesin sınırlara sahip olan gruplara bölünmüştü ve bunların hepsi bir dizi yeni ortak çıkara sahipti; genste ya da fratride bu çıkarlara yer olmadığından, bunları elde etmek için yeni makamlara gereksinim duyuluyordu. Kölelerin sayısı ciddi şekilde artmıştı ve daha o dönemde özgür Atinalıların sayısını fazlasıyla aşmış olmalı; gense dayalı yapılanma, başlangıçta, kölecilikten habersizdi; dolayısıyla, özgür olmayanlardan oluşan bu kitleyi kontrol altında tutmanın hiçbir aracını da bilmiyordu.”
“Kısacası, gense dayalı yapılanmanın sonu görünmüştü. Toplum her gün onun daha da dışına taşıyordu; gözlerinin önünde ortaya çıkmış olan en berbat kötülükleri bile ne engelleyebiliyor ne de ortadan kaldırabiliyordu. Ama bu arada devlet sessizce gelişmişti.”
Engels kitabında, Batı tipi gelişme çizgisi içinde yer alan fakat köleci Roma ve Yunan’dan çeşitli farklılıklar gösteren Cermen modeline de yer vermektedir. Çürüyüp çöküşe yüz tutan köleci Roma’nın yıkılması da, o sırada barbarlığın üst aşamasında olan Cermen akınları sayesinde olmuştur.
Uygarlığa ilerleyen ilkel toplumların ekonomik temelindeki değişimin irdelenmesiyse bu kitabın son bölümünü oluşturmaktadır. Burada, toplumsal işbölümünün, mübadelenin ve mülkiyet ilişkilerinin değişimiyle birlikte sınıflaşmanın ve devletin nasıl geliştiği Batı tipi uygarlık çizgisi çerçevesinde ortaya konmaktadır (uygarlığın Doğu tipi gelişimini de içeren bir değerlendirme için bkz. Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.). Detaylarına girmek bu yazı kapsamında mümkün olmayan bu bölüm, devletin rolü ve işlevinin kavranması açısından son derece önemlidir.
Engels’in vurguladığı gibi, devlet hiçbir şekilde topluma dışarıdan dayatılmış bir güç olmayıp, belirli bir gelişme aşamasında bulunan toplumun bir ürünüdür. O “söz konusu toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişkiye düştüğünün, aforoz etme gücünden yoksun olduğu giderilemez karşıtlıklara bölündüğünün itirafıdır. Ama bu karşıtlıkların, çatışan iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, sonuçsuz kavgalar içinde kendilerini ve toplumu tüketmemeleri için, çatışmayı hafifletecek, «düzen» sınırlarının içinde tutacak olan ve görünüşte toplumun üzerinde duran bir güç gerekli hale gelmiştir. Toplumdan çıkmış olan, ama kendisini toplumun üzerine yerleştiren, topluma giderek daha fazla yabancılaşan bu güç, devlettir”.
Özel mülkiyete dayalı Batı tipi gelişme çizgisi içerisinde “devlet, hem sınıf karşıtlıklarını kontrol altında tutma gereksiniminden hem de aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının ortasında doğduğundan, genellikle, en güçlü, iktisadi açıdan egemen olan sınıfın devletidir; bu sınıf, devlet aracılığıyla, siyasal açıdan da egemen olan sınıfa dönüşür ve böylece ezilen sınıfı sindirmek ve sömürmek için yeni araçlar elde eder. Eski Çağ’ın devleti, her şeyden önce, köle sahiplerinin, köleleri sindirmeye yönelik devletiydi; aynı şekilde, feodal devlet, soyluların, serfleri ve bağımlı köylüleri sindirmeye yönelik organıydı ve modern temsili devlet, ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aracıdır”.
Böylelikle Engels, insanlığın ilkel toplumdan uygarlığa ilerleyişini maddi koşullardaki değişim temelinde, yani materyalist tarih anlayışı temelinde irdelerken, devletin de ezeli bir kurum olmadığını ortaya koymaktadır. Kuşkusuz bu aynı zamanda onun ebedi olmayacağı anlamına da gelmektedir:
“Demek ki, devlet öncesiz değildir. Devletsiz yapabilen, devlet ve devlet otoritesi hakkında hiçbir fikri bulunmayan toplumlar vardı. Toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlantılı olan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, devlet, bu bölünme nedeniyle, gerekli olan bir şeye dönüşmüştü. Bugün, hızlı adımlarla, söz konusu sınıfların varlığının bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp üretimin önündeki somut bir engele dönüşeceği bir üretim aşamasına yaklaşıyoruz. Sınıfların ortadan kalkışları da, geçmişteki ortaya çıkışları kadar kaçınılmaz olacak. Onlarla birlikte devlet de kaçınılmaz olarak ortadan kalkar. Üreticilerin özgür ve eşit birlikteliklerini temel alarak üretimi yeni baştan örgütleyen toplum, bütün devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere, yani eski eserler müzesine, çıkrığın ve tunç baltanın yanına koyar.”
Burada Marksizmin gücü bir kez daha ortaya konmaktadır. O, burjuva ve küçük-burjuva solun çeşitli varyasyonları gibi bir ütopyanın peşinde koşmamakta, insanlık tarihinin dünden bugüne gelişimini materyalist temellerde açıklamakta ve buradan hareketle geleceğe dair de bilimsel bir projeksiyon tutmaktadır. İşçi sınıfının dünyayı değiştirme mücadelesinin yolunu aydınlatan da işte bu projeksiyonu tutan devrimci Marksizmin ışığıdır.
(devam edecek)
[1] Engels, Büro ile Barikat Arasında, s.154-55
[2] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2, s.164-65
[3] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar (Sorge’ye 15 Mart 1883 tarihli mektup), c.2, s.166-67
[4] Engels, Büro ile Barikat Arasında (30 Nisan 1883 tarihli mektup), s.155-56
[5] Engels, Büro ile Barikat Arasında (7 Ekim 1893 tarihli mektup), s.170
[6] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, Wilhelm Blos’a 10 Kasım 1877 tarihli mektup, c.2, s.103
[7] Kitabın tam adı şöyledir: Eski Toplum, ya da İnsanlığın Barbarlık Döneminden Geçerek Yabanıllıktan Uygarlığa Yükselmesi Üzerine Araştırmalar.
[8] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar (Kautsky’ye Şubat 1884 tarihli mektup), c.2, s.176-77
[9] Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni, Yordam Kitap, 2019, s.37 (alıntıların tümünde bu çeviri esas alınmıştır)
link: İlkay Meriç, Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /10, 5 Ağustos 2021, https://marksist.net/node/7423