Türkiye ekonomisi girdiği krizden hâlâ çıkamamışken dünya ekonomisinin derinleşen krizinin belirlediği koşullarda daha çalkantılı süreçlere doğru hızla ilerlemeye başladı. Erdoğan hükümetinin ekonomi yönetimi, her seferinde sonrasında daha büyük miktarlarda kredi balonlarının oluşmasına rağmen, kör değneğini beller gibi bellediği ucuz kredi pompalamasının ekonomiyi otomatik olarak toparlayacağı varsayımıyla piyasayı fonlayarak sorunu çözmeye çalışıyor. Ancak bu müdahaleler durumu bir süre idare ediyor görüntüsü verse de, kredi genişlemeleri daha büyük sıkıntılar yaratılması pahasına sorunları geleceğe erteleme dışında bir işe yaramıyor.
Üstüne, Türkiye ekonomisinde dışarıdan sermaye girişlerine bağlı olarak sürdürülebilen piyasanın artan miktarlarda kredilerle fonlanması durumu, dışarıdan sermaye gelmesine dair zorluklar yüzünden de bir sıkışmayla karşı karşıya bulunuyor. Türkiye, bu yıl 172 milyar dolar civarında kamu ve özel sektör dış borcunu ödemek zorunda. Hazinenin döviz rezervleri ve şirketlerin döviz hesaplarındaki miktarlar ise bunu karşılayacak düzeyde görünmüyor. Yani bu borcun çevrilmesine dair zorluklar rejimin önünde dağ gibi duruyor. Dünyanın önde gelen merkez bankaları çok büyük miktarlarda paralar basarak dağıtmalarına rağmen bu para selinden Türkiye kapitalizmi pek nasibini alamıyor. Çünkü siyasi ilişkilerden kaynaklanan pek çok sorunun yanı sıra ekonomisi de küçülen bir ülkeye para gelebilmesi için daha yüksek faiz oranlarının verilmesi gerekiyor. Yüksek faiz oranları ise diğer taraftan ekonominin küçülmesine neden olacak etkileri besliyor. Yani birbirini besleyerek büyüten sorunlar yumağı Türkiye kapitalizmini açmazlarla karşı karşıya bırakmış durumda.
Kapitalist sistemin dünya ölçeğinde yaşadığı krizin de etkileriyle birlikte mevcut tabloya bakıldığında geleceğe dönük tahminler bakımından puslu bir tablo görünüyor. IMF, dünya ekonomisindeki durumu yansıtmak için hazırladığı bir raporunda, iyimser tahminlerle, yüzde 3 büyüme hedefi olan Türkiye ekonomisinin büyüme bir yana yüzde 5 küçüleceğini, işsizliğin yüzde 17’yi aşacağını belirtiyor. Son dönemde 5 milyon işçi ya işten atıldı ya da ücretsiz izne çıkartıldı. Ekonominin çarkları yeniden dönmeye başladığında ise yine iyimser tahminlerle en az 1 milyon kişinin işsiz kalacağı bekleniyor ki, bu durumda bile işsizlerin sayısı toplamda 8 milyonu aşıyor. Ancak yapılan son değerlendirmelerde bu beklentileri bile mumla aratacak projeksiyon sonuçları ortaya çıkmaya başladı. Sanayi sektörlerinde yüzde 30’u aşan bir daralma ve yüzde 34’e ulaşan işsizlik oranı, hanehalkı gelirlerinin yüzde 26,5 gerilemesi, toplam özel tüketim harcama talebinin yüzde 23 azalması ve yatırım harcamalarının yüzde 66,7 düzeyinde daralmasını bekleyen akademik çalışmalar yayınlandı.[1]
Kapitalist sistemin yapısından kaynaklanan sorunların temelini oluşturduğu bu kriz tablosu karşısında egemen sınıf da çıkış stratejileri oluşturmaya, yeni perspektifler geliştirmeye çalışıyor. Ancak burjuvazi ne kadar yeniymiş gibi göstermeye çalışırsa çalışsın yaklaşımlarının özünde her zaman kadim saikleri yer alır: İşçi sınıfını daha yoğun sömürü koşullarına maruz bırak! Bu nedenle burjuvazi kapitalizmin bütün krizlerinde faturayı emekçilere kesecek yol ve yöntemler bulmaya ve bunları olabildiğince etkili biçimde uygulamaya girişir. Başka türlüsü kapitalizmin tabiatına aykırıdır zaten. Burjuvazi sadece krizin yükünü işçi sınıfının sırtına yüklemekle, haklarını gasp etmekle kalmayıp aynı zamanda toplu sözleşme düzeninin ve grev hakkının bütünüyle sekteye uğratıldığı, örgütlenmenin, eylemlerin ve gösterilerin neredeyse imkânsız hale getirildiği bir durumu daha da ilerletmek istemektedir.
Girilen bu darboğazdan çıkmak için dünyanın içinde bulunduğu durumun yaratacağı imkânları da kullanarak mümkünse “krizi fırsata çevirmek”, Türkiye burjuvazisinin kriz karşısında halihazırdaki perspektifini ortaya koyan en net ifade desek yanlış olmaz herhalde. Burjuvazi “krizi fırsata çevirmek” için işçi haklarına yönelen saldırılarla yolu düzleyerek, dünyadaki emperyalist paylaşım mücadelesinin keskinleşmesinin sonucu olarak, mesela Çin’den ayrılacak sermayeyi Türkiye’ye çekme gayretine girişmiş durumda. Kimilerinin beklediği gibi Çin’den sermaye çıkışı türünden gelişmelerin olup olmayacağı, olacaksa da hangi düzeylerde olacağı tartışmalı bir konudur. Ancak unutmamak gerekir ki sermayenin Çin gibi ülkelere gitmesinin nedeni emek maliyetlerinin düşük olmasından hareketle daha yüksek kâr oranları elde etme isteğidir. Söylenen durum gerçekleşecekse ve ayrılan sermayelerin bir kısmı Türkiye’ye gelecekse de bu bütünüyle işçi sınıfının koşullarının bugünkü düzeyinden bile çok daha gerilere götürülmesi şartına bağlıdır. Türkiye burjuvazisi bir yandan yaşanılan krizin yükünü işçi sınıfına daha fazla yıkmak diğer yandan da bunu sağlayabilirse oluşacak koşulların yaratacağı imkânları kendisi ile birlikte dünyadaki çeşitli sermaye gruplarının önüne sermek için harekete geçmiştir.
Nitekim yeni tip koronavirüs salgını bahane edilerek pek çok saldırı gerçekleştirildi bile. İşsizlik Sigortası Fonunun patronlara daha fazla peşkeş çekilmesinden ücretsiz izinlerin sermayenin insiyatifine bırakılmasına, esnek çalışmanın yaygınlaşmasının önünün alabildiğine açılmasından telafi çalışma süresinin 4 aya çıkarılmasına kadar pek çok uygulama hızlıca hayata geçirildi. Ancak hem ortaya çıkan tablo ve olumsuz beklentiler hem de krizi fırsata çevirme arzusu burjuvazinin önümüzdeki sürece yönelik saldırı hazırlıklarının daha da kapsamlı olacağına işaret ediyor. Bunların kokusu bir süredir ortalığı kaplamaya başladı zaten. Kıdem tazminatı fonu konusundaki hazırlıkların medyada tekrar manşetlerde sürekli biçimde yer bulması, tamamlayıcı emeklilik sistemi adı altında kıdem tazminatının hak kayıplarına yol açacak biçimde bir bireysel emeklilik fonuna dönüştürülmesi gayretleri, bunu tamamlayacak biçimde belirli süreli iş sözleşmelerinin yaygınlaştırılmasına yol verilmesi gibi hususlar temel saldırı konuları olarak gündeme taşındı bile.
İçinde bulunulan krizin derinliği ve şiddeti ile orantılı olarak bu saldırıların anılanlarla sınırlı kalmayacağı, çok boyutlu olacağını da beklemek gerekiyor. Bu noktada iki sermaye örgütünün gündeme getirdiği iki proje oldukça dikkat çekici. Bu iki projenin içeriğini anlatmadan önce, önerilerin burjuvazi tarafından her duruma maymuncuk gibi uydurdukları koronavirüs bahanesi ile duyurulmasının çok şeyi açıkladığını belirtmeden de geçmeyelim.
Daha fazla gözetim, daha fazla denetim!
Projelerden ilki Türkiye’nin en önemli patron sendikası olan Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) tarafından geliştirilen bir cihazın işyerlerinde kullanımı ile ilgili. MESS tarafından, oldukça yaratıcı biçimde, “MESS-SAFE” adı verilen cihazdaki uygulama sayesinde, işçiler diğer işçilerle aralarındaki sosyal mesafe kuralını ihlal ettiklerinde uyarılacak, böylece hem işçiler koronavirüs belâsından korunmuş olacaklar hem de üretimi aksatacak sorunların önü alınmış olacak! MESS’in bu martavalına kim inanır bilmiyoruz ama gerçekte bu cihazın işçilerin işyeri içerisinde attığı her adımın takip edilerek “gerekli” önlemlerin alınması için kullanılacağı çok açık. Cihaz kullanıma geçerse, kapitalistler bir taraftan işçilere nefes aldırmadan onları “verimli” biçimde çalıştırırken yani sömürüyü arttırırken, diğer taraftan da işçilerin temaslarını ve bir araya geldikleri her durumu kaydederek kendileri için son derece önemli olan gözetim ve denetim ihtiyacını üst düzeyde sağlamış olacaklar. Mesela bu cihazlar sayesinde “sorun çıkaran” işçiler kolaylıkla belirlenip performans düşüklüğü gibi gerekçelerle yine kolaylıkla işten atılabilecektir.
İkinci proje ise Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) tarafından açıklandı. Bu projeye göre, adı “İzole Üretim Üsleri” olan ve bakanlıklardan gerekli izinleri alınan projelerle 1000 ailenin ve yaklaşık 4 bin 500 kişinin yaşayabileceği şekilde tasarlanan üretim bölgeleri kurulacak. Karantinalar için uygun olduğu özellikle belirtilen bu üretim üsleri kapılarını kapattığında salgınlardan ya da yaşanabilecek diğer “olumsuzluklardan” tamamen izole hale gelebilecek. İlki Tekirdağ’da hayata geçirilecek bu üslerden şimdilik 4 tane planlanmış. İstanbul Hadımköy’de kurulacak ikinci üretim üssünün ardından Hatay Hassa’da üçüncüsü ve son olarak da Karadeniz’de de dördüncüsünün kurulması düşünülüyormuş. MÜSİAD tarafından hazırlanan raporda izole üretim üslerinin tedarikten satışa kadarki tüm üretim-ticaret zincirini her türlü kriz koşulunda çalıştırabileceği belirtiliyor. İşverenler bu üslerde ikame ve tamamlayıcı sektörlerle birlikte iş yapabilecek. İşçiler aileleriyle birlikte barınabilecek ve sağlık ihtiyaçlarını giderebilecek. Bünyesinde eğitim kurumları yer alacak, meslek lisesi bulunacak ve üretim tesislerinin kalifiye eleman ihtiyaçları buradan karşılanacak. Tekrar etmesi olası bir salgın ya da olası bir doğal afette kapılarını kapatarak içerde üretimi devam ettirebileceği gibi tüm gümrüklü antrepo, depolama ve sanitasyon süreçleri de bu üslerden yönetilebilecek. Yani tümüyle kontrol edilebilen bir bölgede, patronların denetim ve gözetim ihtiyacı en üst düzeyde sağlanmış olarak üretim faaliyetinin sürdürülebileceği, nedense(!) adı da askeri çağrışımı olan bir terimle ifade edilen “üs”ler kurulacak.
İki projenin de işçileri daha fazla gözetim altına almayı, ilişkilerini denetlemeyi, bunların yanında da birbirlerinden ve diğer işçilerden izole etmeyi hedeflediği ortada. Bu hedefler de burjuvazinin önümüzdeki süreçte işçi sınıfı üzerinde daha da yoğunlaştıracağı baskılarla, ağırlaştıracağı genel koşullarla ve bunların sebep olacağı gelişmelere karşı hazırlıklarıyla uyumludur. Bu projeler hayata geçebilir mi, hayata geçirilebilirse patronlar hedeflediklerini ne düzeyde gerçekleştirebilirler sorularının yanıtları belirsizdir ama kapitalistlerin bunlarla ya da daha sonra gündeme getirebilecekleri benzeri projelerle ne yapmak istedikleri açıktır. 12 Eylül askeri faşist darbesi ile birlikte başlayan ve bugüne kadar neredeyse aralıksız biçimde süren dizginsiz saldırı politikaları (mücadeleci örgütlerinin ezilmesi, yenilerinin yeşermemesi için her türlü kısıtlamanın büyük özenle uygulanması, haklarının tırpanlanması gibi) sayesinde zaten canı çıkartılmış olan işçi sınıfı kapitalistler tarafından şimdi daha da fazla denetim altına alınmak istenmektedir. Daha otoriter bir emek rejiminin hayat bulması için uğraşılmaktadır.
Burjuvazi bu niyetlere sahip olabilir. Ancak niyetlerle akıbet arasında her zaman uzun bir mesafenin ve zorlu süreçlerin bulunduğu da unutulmamalıdır. Kapitalistler yeni teknolojilerin etkin kullanımıyla işçi sınıfı üzerindeki denetimlerini arttırmaya girişseler de, daha otoriter bir emek rejimini inşa etmeye kalksalar da, biliyoruz ki bütün bu yeni girişimlerin akıbeti “eski” bir kavram olan sınıf mücadelesinin sonuçlarına göre belirlenecektir.
Mesela, MÜSİAD’ın cilalayarak ileri sürdüğü izole üretim üsleri projesi, kapitalistler tarafından geçmişte pek çok ülkede hayata geçirilmiş bir fikrin güncelleşmiş hali olarak değerlendirilebilir. İzole üretim üsleri ile özünde aynı saiklere sahip olan şirket kasabaları oluşturma düşüncesi ve bunların uygulamalarının tarihi 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanır. Şirket kasabalarının ilk örnekleri İngiltere’de çıksa da en bilinenleri ABD’dekilerdir. Bazı dönemlerde ABD’deki şirket kasabalarının sayısı 2500’e kadar ulaşmış, nüfusun yüzde 3’ü bu kasabalarda yaşamıştır. Howard Zinn bu kasabaların tipik yapısını Colorado maden alanlarındaki örnekleri üzerinden şöyle anlatır: “Her maden kampı, şirketin bir lord veya efendi olarak davrandığı bir feodal idareydi. Her kampın şirketçe parası ödenen bir polis müdürü, bir yasa uygulayıcısı vardı. «Yasalar» şirketin saptadığı kurallardı. Geceleri sokağa çıkma yasağı konuyor, «şüpheli» yabancıların evleri ziyaret etmesine izin verilmiyordu. Şirket mağazası kampta satılan mallar üstünde tekele sahipti. Doktor şirketin doktoruydu, okul öğretmenleri şirket tarafından kiralanıyordu ... Colorado’da siyasi güç ekonomik güce sahip olanların ellerindeydi... Şirket görevlileri yargıçlar olarak atanıyorlardı. Şirket-emrindeki müfettişler ve yargıçlar yaralanan çalışanların tazminatlarını edinmelerini engelliyordu.”[2]
Şirket kasabası projeleri, esas olarak işçi mücadelelerinin önünü kesmek, sosyalist hareketin etkilerinden işçileri izole etmek, bu yönde ortaya çıkan eğilimler olduğunda ise liderlerini kolayca bu kasabaların dışına çıkararak işçilerle bağlantılarını kesmek için tasarlanmış ve hayata geçirilmişti. İşçilerin sadece çalışma saatlerinde değil aileleri ile birlikte geçirdiği zamanlarda, çocuğunun okulunda, ibadethanesinde, sosyal ilişkilerinde vs. kontrol altında tutulması umulmuştu. Ne var ki, kapitalistler şirket kasabaları kurduklarında elde etmeyi umdukları sonuçları tam olarak elde edebilmişler midir sorusunun yanıtı kolayına evet olarak verilemez. Kapitalistlerin sözkonusu umutları, lehlerine olan onca faktöre rağmen pek çok kez işçi mücadelelerinin kontrol edemedikleri yükselişi ile sönmek zorunda kalmış, zamanla da bu kasabalar ya oluşturulma amaçları ile bağı olmayan mekânlara dönüşmüş ya da ortadan kalkmışlardı. İşçileri sosyalist örgütlerin etkisinden uzak tutmak için özenli bir çabayla Chicago kentinin yakınlarında kurulan Pullman’ın şirket kasabasında yaşananlar, kapitalistlerin umdukları ile buldukları arasındaki farkı çarpıcı biçimde gösterir. Pullman şirketinin aksi yöndeki tüm gayretlerine rağmen işçiler bu şirket kasabasında da bir araya gelerek hakları için mücadele etmişlerdir. 1894 yılında, saat ücretleri düşürülen işçilerin yaptıkları ve tüm ülkeyi etkileyen grev, ABD tarihinin en önemli işçi mücadelelerinden biri olmuştur.
Şirket kasabalarının benzeri örnekler, Türkiye’de de, özellikle istikrarlı bir işgücü oluşturabilmek, disipline edebilmek ve yeniden üretimini sağlayabilmek için hayata geçirilmek istenmiştir. Ancak çeşitli nedenlerle hiçbir zaman ABD’deki gibi bir durum oluşmamıştır. Bu çabaların ilk örneklerinden biri Zonguldak Ereğli çevresinde kurulmak istenen amele köyleri projesidir. 1938 yılında İş Bankası şirketleri ve Ereğli Kömür İşletmeleri, kömür ocakları civarında amele mahalleleri inşaatı için planlama yapmaya başlamışlarken, görüşleri alınmak üzere Avusturya Leopen Maden Okulundan bölgeye davet edilen Profesör B. Granigg projeyle ilgili uyarılarda bulunmuş, ardından da proje durdurulmuştur. Granigg kırla bağı kopmuş tam zamanlı ücretli sanayi işçilerinin Avrupa’da toplumsal düzen ve istikrarı tehdit eden örgütlü mücadelelerini örnek vererek sermayenin kendi eliyle bu tip işçi kitlesi yaratmasının “tehlikeleri”ni anlatmıştır. Granigg, Türkiye egemen sınıfına bu sürecin daha kontrollü biçimde yürütülmesini salık vermiş, bölgedeki işçilerin kırla ve tarımsal üretimle bağlarını sürdürmelerini, bu düşüncesinden hareketle de Filyos ile Çaycuma arasındaki ovada işçilerin aileleri ile iskân edilebileceği büyük bir amele şehri kurulmasını önermiştir. Onun önerisine göre, işçiler madenlerde çalışırken aileleri de kendilerine tahsis edilecek küçük arazilerde hayvancılık ve tarım yaparak geçimlerini kolaylaştıracak ve toprakla bağlarını sürdüreceklerdir. İşçilerin tarımla bağlarının sürmesi klasik sanayi işçilerine dönüşmelerini engelleyecek, Avrupa’da olduğu gibi tam zamanlı sanayi işçisi kimliğinin oluşması engellenerek keskin sınıf mücadelelerinin önü alınacaktır.
Bu uyarıları değerlendiren dönemin devlet erkânı, Granning’in önerisini bile bir kenara koyarak ocaklarda çalışan işçilerin sosyal durumlarını değiştirecek tüm girişimleri ertelemiştir. Ancak 1948’de, ustabaşı, teknisyen, şef gibi nitelikli işçiler ve yeraltı üretim sürecinin ana unsuru olan kazmacıların ocaklar civarında aileleri ile birlikte yaşayabilecekleri 4000 bahçeli evin yapımına başlanabilmiştir. İşçilerin yüzde 25’inin daimi ikametgâha geçirileceği, kalan kısmının köylerde ikamet etmeye devam edeceği bir bölünme oluşturulması yoluna gidilmiştir.[3]
Bu örnekte anlatılan kaygılardan hareketle olsa gerek, Türkiye’de sadece büyük devlet işletmelerinde işçilerin bir bölümünün kaldığı lojman kapsamındaki yerleşimler çeşitli işletmelerin yanıbaşında kurulmuştur. Şimdi ise belirli bir güç düzeyine ulaşan burjuvazi MÜSİAD’ın ortaya koyduğu projeyle lojmandan fazlasını işçilerin yaşam alanlarını bir bütün olarak, okuluyla, çarşısıyla, hastanesiyle, tiyatrosuyla inşa etmeye girişiyor. Burada disiplin altına alacağı, işletmelerin ihtiyaçları doğrultusunda eğitilmiş, istikrarlı ve izole bir işgücünü istihdam ederek sömürüyü yoğunlaştırmayı, işçilerin örgütlenmesinin çıkaracağı sorunları minimize etmeyi umut ediyor.
Burjuvazinin planlarını işçi sınıfının mücadelesi bozar!
Türkiye burjuvazisi bir yandan krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmak, diğer yandan dünyadaki krizi fırsata çevirmek için işçi sınıfının haklarına saldırmak, izolasyon ve diğer yöntemlerle işçileri denetleme kapasitesini geliştirmek, böylelikle işçilerin örgütlenip mücadele etmesini önlemek hedefleriyle kapsamlı ve çok boyutlu saldırılara girişmiştir. Türkiye’nin, düşük işçi ücretlerine, işçinin elini kolunu bütünüyle bağlayan iş yasalarına, yargısıyla, polisiyle sermayenin koşulsuz yanında olan baskı güçlerine dayanarak piyasalarda yeni ürün tedarikçisi haline gelmesi için hummalı bir çalışma başlamıştır. İşçilerin daha sıkı gözetlenip denetlenmesine ve çeşitli biçimler altında izolasyonuna dönük hamleleri bu çerçevede değerlendirmek gereklidir.
MESS-SAFE ya da çalışma kampları olarak nitelenebilecek İzole Üretim Üsleri gibi projeler, burjuvazi tarafından, işçilerin maksimum verimde kesintisiz çalışması, zihinlerinin, bedenlerinin, boş zamanlarının kısaca her şeylerinin çalıştıkları işletmelere ait olması için tasarlanıyor, hayata geçirilmek isteniyor elbette. Ancak, sonucun bu yönde olup olmayacağı işçi sınıfının mücadeleciliği ile belirlenecektir. Tarihsel örneklerde de rastladığımız gibi burjuvazi işçileri sosyalistlerden, mücadeleci sendikacılardan, diğer işçilerin mücadelelerinin etkilerinden ne kadar uzakta tutmaya çalışırsa çalışsın, bunu engellemenin mutlak bir yoluna sahip değildir. Haklı bir kavganın güç verdiği mücadele azmiyle, tarihsel deneyimlerin yol göstericiliğiyle ve şüphesiz güçlü örgütlülüklerle tüm zorlukların üstesinden gelinebilir.
Kapitalistlerin, izole ederek kuşaklar boyunca tahakkümü altında yaşayacaklarını umdukları işçiler, ortak yaşam ve çalışma deneyimlerini dayanışmaya dönüştürebilmeyi, bu dayanışmayı da güçlü bir işçi örgütlenmesinin temeli haline getirmeyi hızla başarabilirler. Bunun yollarını bulmanın ve hayata geçirmenin imkânları da bugünün koşullarında fazlasıyla mevcuttur.
[2] Howard Zinn, Dana Frank, Robin D. G. Kelley, Three Strikes: The Colorado Coal Strike, 1913-14
[3] Doç. Dr. Nurşen Gürboğa, Kömür Havzasında Amele Köyleri Projesi, aktaran
link: Selim Fuat, Burjuvazinin Krize Çözümü: Haklara Saldırı ve İzolasyon, 2 Temmuz 2020, https://marksist.net/node/6984
Yani Kısacası KAPİTALİZM…