Gündeme oturduğu Aralık 2019’dan bu yana koronavirüs salgınında ölenlerin çok büyük çoğunluğunu 70 yaş üzerindeki insanlar oluşturdu. Özellikle Avrupa’da ölenlerin ciddi bir kısmı huzurevleri ve bakım evlerinde kalan yaşlılardı. Salgın gündeme girer girmez tuzukuru sınıfların yaşlıları özel doktorları ve hemşirelerini yanlarına alıp Yeni Zelanda gibi ücra yerlerdeki lüks sığınaklarına koşmuşlardı. Hatta gazeteler İkinci Dünya Savaşında kullanılan sığınakların lüks konutlar gibi düzenlendiğini ve koronavirüs korkusundan talebin ve satışın çok arttığını yazmıştı. Türkiye’de de villaların ve şehirlerden uzak lüks konutların satışlarında patlama yaşandı. Oysa emekçi kitleler kaçacak bir yerleri olmadığı gibi salgının tepeye tırmandığı söylenen zamanlarda bile eğer hâlâ işlerini kaybetmedilerse gece gündüz çalışmaya devam ettiler. İşçi sınıfı için işsizlik, ekonomik darboğaz, açlık korkusu koronavirüs korkusunu yavaş yavaş geride bırakmaya başlasa da koşullar ağırlaştıkça yaşlılarımız da yoksulun yoksulu oldu.
Temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, yeterli beslenemediği için basit bir gribi bile atlatamayacak hale gelen, ihtiyaç duyduğu sağlık hizmetini alamayan yaşlılarımız kolayca ölümün kucağına düştüler. Ölümü kolaylaştıran bir diğer neden de içine itildikleri yalnızlık, terk edilmişlik, kendini başkalarına sorun yaratan biri, yük gibi görme duygusuydu. Ama bunların hiçbiri hesaba katılmadı. Olup bitenleri bütünlüklü değerlendirmez ve sadece sonuca odaklanırsanız eğer, Azrail’in kılıcının biçimi sizi yanıltabilir. Burjuvazi hemen her ülkede tüm günahları koronavirüse yıktı ve sütten çıkmış ak kaşık gibi sorumluluktan sıyrılıverdi.
Örneğin İngiltere’de salgın sırasında bir bakımevi doktoru “Alzheimer olan yaşlıları tedavi etmiyoruz, ölüme bıraktık. Çünkü hiçbir imkânımız yok” diyordu. Yaşlı nüfusun yoğun olduğu, binlerce bakım evinden 2 bininde zaten hastalık olduğu açıklanan bu ülkede, yaşlılara nasıl bir bakım yapıldığına ilişkin bilgiler yoktu. Yani aslında beslenme ve bakım ihtiyaçları yeterince karşılanmayan binlerce yaşlı ölüme terk edilmişti. Nasıl olsa koronavirüs salgını vardı ve kimse hükümeti taammüden cinayet işlemekle suçlamayacaktı! Üstelik 400 binin üzerinde yaşlının bakımevlerinde yaşamak zorunda kaldığı bu ülkede Ulusal Sağlık Servisi onları gereksiz bir yük ve maliyet olarak gördüğü için, herhangi bir nedenle hasta olup hastanelere ihtiyaç duyanların bir kısmını da hastanelere kabul etmedi. Ayrıca bakım evlerinde çalışan insanların ihtiyaçlarına da kulaklar tıkandı. Durum sadece İngiltere’de vahim değildi. Bu süreçte Avrupa’daki ölümlerin en az yarısı huzurevlerinde gerçekleşti. Pek çok ülkede benzer tablolar vardı. Mayıs ayı başlarındaki verilere göre, Belçika’da da ölen insanların yarısını huzurevlerinde kalan yaşlılar oluşturdu. Bu oran İspanya’da %67, Fransa’da %38, İtalya’da ise %28 olarak verilmektedir. Verilerden de görüldüğü gibi hayatının son dönemlerini huzurevlerine, bakım evlerine sığınarak tamamlamak zorunda kalan insanlar için yaşam yine adil davranmamıştır. Bu koşullar altında yıllarca yıpranmış bedenleri ve ruhları hangi hastalığa direnebilirdi ki? Emekçi sınıfın yaşlıları aslında koronavirüsün değil kapitalizmin yarattığı adaletsizliğin ve çürümüş sağlık sisteminin kurbanı olmuşlardı.
Bir süredir salgın korkusundan etraflarında olup bitenlerle bağlarını büyük oranda kesmiş insanlar hipnotize olmuşçasına ekranlara kilitlenmişti. İşte o ekranlardan şu türden haberler de geçmesine rağmen bunlar çok az insan için merak konusu oldu: Yüz yaşın üzerinde insanlar, birkaç aylık bebekler bu “çok korkunç” salgını yenmişlerdi! Eğer durum buysa yaşlı bakım evleri ya da merkezlerinde kalan yaşlıların ölüm oranları neden bu kadar artmıştı? Nedenleri ortadaydı. Çünkü pek çok ülkede bakım evlerindeki insanlar aslında ölüme terk edildiler. Hatta İspanya ve Kanada’da çalışanların bile bırakıp gittiği ve yaşlıların öldüğünün günler sonra kontroller sırasında anlaşıldığı örnekler oldu. Bu insanlar yardım almadan beslenme, hijyen ihtiyacı gibi yaşamsal gereksinimlerini bile gideremez durumdaydılar ve kaderlerine terk edildiler. Onları da öldüren koronavirüs değildi. Dünya Sağlık Örgütü bile “bakım gören yaşlılara çok iyi bakılmalıydı ama bakılmadı” diyerek utanmazca itiraf etti. Yaşlılarımızı ölüm çengeline asan kapitalizmin ürünü bencillik, bireycilik, insani değerlerin yok olmuş olmasıydı. Koronavirüse sadece ipi çekme işi düştü.
Bakım ve huzurevlerindeki durum her yerde içler acısıydı. Diğer yandan salgın nedeniyle hastaneye yatırılanların büyük bir kısmı da hayatlarını kaybetti. Yaşlıları hayatta tutan incecik bağları toplu izolasyonla büyük oranda kopartan sistemin, hasta olanlara uyguladığı tedavi yöntemleri de sorunluydu. Daha koronavirüsü nasıl tedavi edeceklerini bilmediklerini söyleyen, pek çok ilacı çeşitli biçimlerde denemekten söz eden tıp camiası ekonomik ve siyasi gücü olanın manevra yaptığı bir buz pistindeydi. Hastalara uygulanan karma tedavilerin vücudun bağışıklık sistemine bindirdiği yük nedeniyle pek çok genç insan da hayatını kaybetti. Bu koşullar altında yaşlıların çoğunun bunlarla baş edememesi gayet anlaşılabilir bir durumdur. Onları öldüren terk edilmişlik, yanlış tedavi yöntemleri, sağlık hizmetlerindeki trajik yoksunluk, aşırı antibiyotik, antiviral, antibakteriyel tedavilerin ağır komplikasyonları ve hatta bunların kombine bir şekilde kullanımının yarattığı ağır organ hasarları vb’dir. Üstelik bu insanların pek çok kronikleşmiş alt hastalıklarının varlığı onları zaten savunmasız bırakmıştı. Yoksulluğun harap ettiği bedenleri ve narin bağışıklık sistemlerinin tepesine çöreklenen bu ağır tedavi yöntemleri altında ölüp gittiler. Bir yandan yüz yaşında hastalığı yendi haberleri yapanlar, diğer yandan 3 dolarlık solunum cihazı parçasının kapitalizmin kâr hırsı nedeniyle bulunamaz hale geldiğini de yazdılar. Hatta yaşlıların solunum cihazlarından gençlere verilsin diye vazgeçtiklerinin ve kendilerini feda ettiklerinin haberlerini de yaptılar. Sonra da koronavirüsten korkmamız gerektiğini vaaz edip durdular. Bütün suçu salgın umacısına atmak üçkâğıtçılık değil de neydi?
Amerika’nın Teksas eyaleti vali yardımcısı “yaşamaktan daha önemli şeyler var, yaşlılar ölmeye hazır” diyordu. Lanet burjuvalar için emekçi sınıfın yaşlıları bu dünya üzerinde gereksiz nefes alan, yer işgal eden bir kalabalıktır. Bugün başta Avrupa olmak üzere pek çok ülkede emeklilik ve sosyal güvenlik gibi korunma kalkanları geçmişte işçi sınıfının mücadelesi ile elde edilmiştir. O olanaklar sayesinde ortalama yaşam süresi ve kalitesi bir miktar artmıştır. Şimdi dünya burjuvazisi derin bir buhranın tam göbeğindedir ve bencilce kendini kurtarabilmek için emekçi sınıfları boğmaktadır. İşçi sınıfına, sosyal fonlara, emeklilik haklarına yönelik saldırılar hızlanmaktadır. Sermayenin istediği, genç işçi kitlelerini güvence vadetmeden istediği kadar sömürüp istediğinde hiçbir bedel ödemeden bir kenara atabilme özgürlüğüdür. Koşullar uygun olduğunda işçi sınıfının artı-değer üretmeyen yaşlı, hasta ve sakatlarını topluca gaz odalarına doldurup imha etmekten çekinmediğini Avrupa’da yaşanan faşizm deneyimlerinden biliyoruz.
Türkiye’de koyu bir sis perdesinin arkasındaki yaşlılarımız!
Uzun zamandır hemen hemen bütün ülkelerde sosyal güvenlik hakları tasfiye edilmiş ve sağlık sistemleri emekçilere kapılarını kapatmıştır. Parası olan her durumda sağlık hizmetine ulaşmaktadır. Emekçilere sağlık hizmeti vermesi gereken sağlık sistemi ise kitlesel ihtiyaç ve talep karşısında çökmüştür. 7,5 milyar insanı çiple takip etme merak ve yeteneğine “sahip” teknoloji devrimi yapmış milenyum kapitalizminin, sıra sömürdüğü yığınların ihtiyacına gelince yeterli yoğun bakım yatağı, yeterli donanımı ve malzemesi olmaması, bu sistemin gerçek yüzünü çok daha geniş kitleler için görünür kılmıştır. Gerçeklerin otoriter bir rejim altında kalın bir sis perdesi ile kapatıldığı Türkiye’de ise durumu doğrudan yaşayarak anlatmaya çalışan sağlık emekçilerinin sesi de bu gürültü kirliliğinde boğulup gitmektedir çoğu kez. Bununla birlikte Türkiye’de huzurevlerinde yaşanan ölümlere ilişkin bilgilerin gizlendiğini de ilk duyuranlar sağlık emekçileri olmuştur. Ve nihayet geçtiğimiz günlerde bir CHP milletvekili yeni bir bilgi ile sorunu gündeme taşımıştır. Eskişehir’de Hacı Süleyman Çakır Huzurevinde 17’si yaşlı ve biri çalışan olmak üzere 18 kişinin hayatını kaybettiği ortaya çıkmıştır ve Eskişehir’deki ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturan bu sayının olağan olmayan bir duruma işaret ettiğine dikkat çekilmiştir. Bu “olağandışılığı” yaratan şey ise yaşlıların bakımsız bırakılarak göz göre göre ölüme terk edilmesidir.
Türkiye’de yönetici elit bir yandan yaşlılara sokağa çıkma yasakları getirerek onları bulaş riskinden koruduğunu iddia etse de aslında gerçek durum bu değildir. Bugün bizim yaşlılarımızın önemli bir kısmı çocuklarıyla birlikte yaşamaktadır. Onların bakımından sorumlu olan çocukları her gün işe gitmeye devam etmiştir. Ona rağmen evlatlarıyla birlikte yaşayan yaşlılarımızın hayata tutunma şansı artmıştır. Eğer bu salgına yakalanan her yaşlı ölseydi, işçi mahallelerindeki evlerden cenazeler konvoy halinde çıkardı. Oysa çaresizce ölüme teslim olanların çoğu burjuva devletin bakım ve huzurevlerinde “korunan” yaşlılarımızdı. Bakım merkezi ve huzurevlerindeki yaşlıların bakımı için kırıntıları bile maliyet sayanlar, buralarda kalan yaşlıların da çalışan sağlık personellerinin de ihtiyaçlarını karşılamadı. Sözde yaşlıları koruma bahanesi altında bakım ve huzurevlerindeki emekçilerin haklarını bir çırpıda gasp ettiler. Bu kurumlarda 14 gün boyunca evlerine gitmeleri yasaklanan emekçilerin kişisel hijyen gereksinimleriyle, dinlenme olanaklarıyla ilgili ihtiyaçlarını görmezden geldikleri gibi ücret kesintileri de yaptılar. Fazla mesai ücretlerinin bile üzerine yatanlar tereyağından kıl çeker gibi fesatlık projelerini hayata geçirirken, hem yaşlılarımızın hem onların bakımından sorumlu insanların beden ve ruh sağlıklarının canına okudular.
Zaten sosyal güvenlik sistemini kırpa kırpa kuşa çeviren, yüz binlerce işçinin emeklilik hakkını gasp edenlerin yaşlılara da yük gözü ile bakmaması mümkün müdür? AKP iktidarının kalemşorlarından biri Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde yaşlı nüfusa ilişkin olarak şöyle yazmıştır: “Yaşlı bireyler işgücünden çekiliyor, gelirleri azalıyor, yoksullaşıyor ve ekonomik büyüme olumsuz etkileniyor.” Bu satırların yazarının derdi yaşlanınca yoksullaşmamız, açlığa mahkûm olmamız değildir, ekonominin olumsuz etkilenmesidir: “… aynı zamanda sağlık harcamaları, tedavi ve bakım ücretleri de artıyor. Devlet yaşlı aylığı ödüyor, emekli maaşı veriyor, sosyal güvenlik imkânı tanıyor, sağlık harcaması yapıyor ve ciddi bir yükün altına giriyor, bütçe açıkları artıyor.”[*] Yaşlı nüfusu devlete yük ve sosyal güvenlik sistemlerinde bir harcama kalemi olarak gören bu zihniyete göre bütçe açığının nedenlerinden biri de yaşlılar. Ömrünün en verimli yıllarını kapitalist sömürü tezgâhlarında öğüttükten sonra yıpranıp yaşlanmış emekçilerin sırtından yaşayan sömürücüler ve onların arpalıklarından beslenenler şimdi yaşlılarımıza toplumsal artık muamelesi çekmektedirler. Aynı yazar yaşlıları muhtaçlık aylığına mahkûm eden AKP iktidarının dokusunu bozup tarumar ettiği toplumu da medeni toplum olarak görüyor. Yaşlılarla dalga geçen, bankta üstlerine su atan, yaşlıyı maske takmadığı için azarlayan, hakaret edenler, onların fiziksel yetersizliklerini, çaresizliklerini kaydedip sosyal medya şovuna dönüştürenler AKP iktidarının “medeni” toplumunun bir parçası ve “dindar, kindar, itaatkâr nesil projesinin” ürünüdürler.
***
Tarihte sınıflı toplumlardan önce yaşlılığın ve yaşlı insanların büyük değer ve saygı gördüğü, ölünceye kadar ihtimamla korunduğu toplumlar da var oldu. Ne var ki bugün bu bakış açısının yerinde yeller esiyor. Bu sistemin egemeni burjuvazi kendine uygun bir toplumsal algı inşa etmiştir. Bu toplumda genel olarak yaşlılara yük gözü ile bakılmakta ve değer verilmemektedir. Elbette yaşlanan her insan içinden inci çıkaran midye gibi değerlenip bir bilgeye dönüşmemektedir. Ancak bütün bu gerçekliklerin bilincinde yaş almış insanlarımızın deneyimleri gerek politikada, gerek hayatı üretmede, gerekse pratik yaşam bilgisinde uzun yıllarla elde edilmiş müthiş bir hazinedir. Bu hazineyi sırtında taşıyan bilge yaşlılarımızın bu korkunç dünya düzeninin kurbanı olması genç kuşaklar açısından telafi edilemez bir kayıptır. Yaşlı kuşaklarımızla gençler arasında etkileşimin, deneyim aktarımının devam etmesi için de insan onur ve haysiyetine yaraşır bir hayat sürdürebilmeleri gerekmektedir. Bu dünya üzerinde doğal yollarla ömrümüzü tamamlayıp gülümseyerek bayrak teslim edeceğimiz huzurlu bir gelecek, koca yürekli şairimiz Nâzım Hikmet’in dediği gibi ancak Sosyalizm altında mümkün olacaktır.
Sosyalizm
Yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın
Yahut, mesela
-bu seni ilgilendirmez henüz-
Esefsiz
Güvenle
Emniyetle
Gölgeli bir bahçeye girer gibi
Girebilmek usulcacık ihtiyarlığa
Ve hepsinden önemlisi
Çocukların ama bütün çocukların
Kırmızı elmalar gibi gülüşü…
link: Derya Çınar, Yaşlılarımızın Ölüm Nedeni Koronavirüs Değil Kapitalist Çürümüşlüktür, 4 Temmuz 2020, https://marksist.net/node/6983
Hazirandı, Sıcaktı
Burjuvazinin Krize Çözümü: Haklara Saldırı ve İzolasyon