Divite et impera! (Böl ve yönet!) Roma İmparatorluğu’nu binlerce yıl ayakta tutan bu uygulamayı, üstüne katıp geliştirerek temel düsturu haline getiren kapitalizm, dünyayı sınırlarla bölüp parçalamakla yetinmemiş; toplumlar üzerinde “sonsuz hâkimiyet” arzusuyla ulus, mezhep, ırk, cinsiyet temelindeki ayrışmaları körüklemiş, gücüne güç katmıştı. Toplumun sınıflara bölünmesi kadar eski olan cinsiyet temelindeki ayrışma ise kapitalizmin tarih sahnesine çıkıp sanayileşmenin artmasıyla birlikte başka bir boyut kazanmıştı.
15 ilâ 18. yüzyıllar arasında Avrupa’da, zanaatçılıkla geçinen kadın ve erkekler evlerde bulunan küçük tezgâhlarda birlikte çalışıyor, ev ile iş aynı yer olarak görülüyordu. Terzilik, ayakkabıcılık, fırıncılık, kadınların erkeklerle birlikte en yoğun olarak çalıştıkları işkollarının başında geliyordu. 18. yüzyılda ilk olarak İngiltere’de üretimde su ve buhar gücüne dayalı makinelerin kullanılmasıyla birlikte sanayi çağı başlamıştı. Üretimin gittikçe yoğunlaşmasıyla küçük imalat yıkıma uğramış, el tezgâhları evlerden çıkıp daha modern haliyle fabrikalara girmişti. Sürekli bir mülksüzleşmenin yaşandığı bu dönemde zanaatkârların yerini giderek büyüyen bir proleter ordusu almıştı. Sanayileşme, ev ile iş arasında keskin bir şekilde işbölümünü ortaya çıkarmış; bu durum erkek ile kadın arasındaki işbölümünü de derinleştirmişti. Toplumdaki gelenekselleşmiş roller de devreye girerek üretim hızla örgütlenmiş, bu işbölümünden erkeğe tezgâh başına geçmek, kadına ise evde kalıp ev işi ve çocuk bakımıyla ilgilenmek düşmüştü. Ancak zorlaşan ekonomik koşullar ve burjuvazinin düşük ücretle çalıştırabileceği işgücü ihtiyacı, kadını sadece ücretsiz ev emekçisi olarak bırakmamış, ona “ücretli işçi” statüsü de kazandırarak çalışma yaşamına sokmuştu. Ne var ki niteliksiz işgücü sayıldıkları için uzun çalışma saatlerine ve düşük ücretlere mahkûm edilen işçi kadınlar, yalnızca aile ekonomisine destek ve erkek işgücünün ikamesi olarak görülüyordu. “Kutsal ailenin” kadınları için kutsal mekân da evleriydi, ancak kapitalizmin yüce çıkarları buyuruyorsa kadınlar pekâlâ evlerini terk edip tezgâh başında erkek işçilerle birlikte çalışabilirlerdi. Hatta erkek işçilerin yokluğunda bütün fabrikaları kadınlar doldurabilirdi. Erkeklerin yaptığı en tehlikeli işleri bile yapabilirlerdi ama daha düşük ücretle! Burjuvazi için bundan daha bereketli bir yedek işgücü kaynağı olamazdı! Nitekim Birinci Dünya Savaşıyla birlikte, kadınlar kitlesel olarak çalışma yaşamına atıldı; erkekler cephelere, kadınlar fabrikalara sürüldü.
“Kapitalizmin olağan dönemlerinde de proleter kadınlar, en kötü işlerde, ağır çalışma koşulları altında ve erkeklerden çok daha düşük ücretlerle iliğine dek sömürülüyorlardı. Ancak savaş, çok daha geniş kesimden emekçi kadınları evlerinden çekip çıkardı ve fabrikalara, tarlalara fırlattı. O zamana dek aşağılanan ve erkeklere özgü olarak görülen işlere bulaştırılmayan kadınlar, birden «başarabilirsiniz» denerek yüreklendirilmeye ve yoğun bir milliyetçi propaganda eşliğinde savaş sanayii de dâhil olmak üzere tüm üretim alanlarına sürülmeye başladılar. Birinci emperyalist savaşta, İngiltere’de, sadece savaş sanayiinde, 1 milyona yakın kadın işçi çalışıyordu. Ve burjuva propagandanın aksine, bunların ezici çoğunluğu, «yurtseverlikten» değil açlıktan çalışmak zorunda kalan kadın işçilerdi. Daha önce cephane üretiminde çalışan kadınların sayısı 200 binken, savaşla birlikte bu sayı beş katına fırlamıştı. En tehlikeli patlayıcılarla, asitlerle, kimyasal maddelerle iç içe çalışan bu kadınlar, günün 10-12 saatini işyerlerinde geçiriyorlardı. Bu süreçte Almanya’da da 700 binden fazla kadın, savaş sanayiinde, ölümle burun buruna çalışmaktaydı.”[1] Savaş, kapitalistler için tam manasıyla kâr kapısıydı. Kadınlardan oluşan ucuz ve yedek işgücü ordusuyla elde edilen muazzam kârlar, kapitalistlere cenneti gösterirken emekçi halklar kadınıyla erkeğiyle cehennemi yaşıyordu.
Savaş yılları bitti, kadınlara birincil vazifesi yeniden hatırlatıldı: “Evinin kadını, çocuklarının anası olmak!” İşgücünden hızla çekilip koparılan kadınların yerini cepheden sağ dönen erkekler alacak, erkek istihdamı yeniden artacaktı. Birinci Dünya Savaşından sonra kapitalizm hızla bir yükselişe geçti. Ancak bu ekonomik yükseliş sonsuza denk sürmeyecekti. ABD’nin merkez haline geldiği dünya kapitalizmini kara günler bekliyordu.
Büyük Buhran yıllarında emekçi kadınlar
1929’un 29 Ekimi, Kara Perşembe… Borsanın dibe vurmasıyla dalga dalga yayılan işsizlik, yoksulluk, evsizlik ABD’nin sokaklarını ve emekçi kentlerini sarmış, ABD’yi derinden sarsmıştı. 1930’lu yılların sonuna kadar süren bu deprem Avrupa’yı da etkisi altına almıştı. Erkek işçiler işsiz, emekçi kadınlar mutfaklardaki yangının ortasında çaresizdi… Krizin merkezi ABD’de 1929’dan önce %5’in altında seyreden işsizlik oranı 1933-34’de %30’lara çıktı. İşini kaybeden 17 milyon erkeğin depresyona girdiği tahmin edilirken, 1929-1939 yılları arasında yoksulluğun ve açlığın giderek yaygınlaşmasıyla çok sayıda intihar girişimi olmuştu. Binlerce bankanın ve 100 binden fazla şirketin iflas ettiği ABD’de sermaye sınıfının zor zamanında yine emekçi kadınlar imdada yetişecekti. İşsizlikle sonuçlanan ekonomik kriz dönemlerinde işten çıkarmalarda ilk gözden çıkarılanlar kadınlar olmasına rağmen, çelişkili bir şekilde kadın istihdamı artıyordu. 1930’dan 1940’a kadar ABD’de çalışan kadın sayısı %25 oranında artarak 10,5 milyondan 13 milyona ulaşacaktı.[2] Çünkü kadın işçi demek, ucuz işçi demekti. 1929 krizinin yol açtığı kitlesel işsizliğin en ağır yüklerine katlanmak zorunda kalan kadınlar, güvencesiz ve ucuz işgücü olarak çalışmak zorunda kalıyorlardı. Özellikle zaten “kadın işi” olarak görülen sektörlerde, örneğin ev içi hizmet, öğretmenlik, büro işleri gibi işkollarında kadın istihdamı gözle görülür bir şekilde artış gösteriyordu. Ama daha düşük ücretle, daha ağır çalışma koşullarıyla, daha güvencesiz şartlarda! Dünyanın diğer ülkelerinde de benzer manzaraları görmek mümkündü. Örneğin İngiltere’de 1930’larda masa başında çalışan işçiler ve çoğunlukla kadın işçiler, verem gibi hastalıklara yol açan kötü havalandırmalı bürolarda haftada 60 saatten fazla çalışmaktaydılar.
Krizin Avrupa’daki etkileri de çok büyük oldu. Kitlesel işsizlik ve artan yoksulluk Avrupa ülkelerini kasıp kavurdu. “Krizin patlak verdiği 1929 yılında Almanya’da resmi işsiz sayısı 1,6 milyonken, bu sayı 1932’de resmi rakamlara göre 6,1 milyona, gerçekte ise 7,6 milyona fırlamıştı. Aileleriyle birlikte yaklaşık 23 milyon kişinin işsizlik girdabına sürüklendiği bu ortamda, kadınlar erkeklere göre daha kolay iş bulabiliyorlardı. Zira sermaye açısından kadın işçi demek erkek işçiye göre yaklaşık %30 daha düşük ücretle çalıştırılabilen ucuz işgücü demekti. Bu yüzden ekonomik kriz döneminde erkeklerin üçte biri işlerini kaybederken, kadınların sadece onda biri işten atılmıştı ve çalışan işçilerin %40’a yakınını kadın işçiler oluşturuyordu.”[3] Krizi fırsata çeviren faşizm İtalya’da yükselmiş, Almanya’da Hitler iktidara gelmişti. Hitler’i iktidara taşıyan ise, işsizlikten canı yanan kitlelere daha iyi bir hayat, yeni ve muzaffer bir Almanya vaadiydi. Öncelikle işsizleri ve gençleri hedefleyen Naziler, erkeklerin işlerini ellerinden alan kadınların çalışma alanından uzaklaşması gerektiğini ileri sürerek en temel sloganları olan “Kinder, Küche, Kirche (3K; çocuk, mutfak, kilise)” ile kadınların asli görevinin “iyi bir eş, iyi bir anne” olmak olduğunu yüksek sesle dile getiriyorlardı. Nitekim propagandanın gücüyle hızlı bir şekilde iktidara yükselen Naziler, iktidara geldikleri andan itibaren kadınların dünyasını baştan aşağıya kendi ideolojilerine göre şekillendireceklerdi. Kadınların büyük bölümü işgücünden çekilmiş, evlerine hapsolmuştu. Öte yandan ilerleyen yıllarda savaşın kapısı aralanmıştı. Sayısız Yahudi katledilmiş, Alman erkekleri ise cephelere sürülmüştü. Öyle ya savaş için üretim yapılması planlanan fabrikalarda kim çalışacaktı? Tez elden işgücü için kaynak bulunmalıydı!
Burjuvazinin “ikilemi”: Kutsal aile mi, tezgâh başı mı?
Savaş makinesi 1939 yılında dünya halklarına tarifsiz acılar yaşatmak üzere yeniden çalıştırılmıştı. Nazi Almanya’sında ise topyekûn savaş ekonomisine geçiş yapılmıştı. İkinci Dünya Savaşı boyunca Silahlanma ve Savaş Üretimi Bakanı olan Albert Speer, her fabrikanın savaş için üretim yapmasını istiyordu. Milyonlarca Yahudi, Çingene ve politik tutukluların çalıştırıldığı Auschwitz ve Dachau gibi toplama kamplarındaki işgücü ve mühimmat imalathaneleri yeterli gelmemiş, Almanya’nın tüm gücünün savaşa yönlendirilmesi ve üretimin azami ölçüde verimli hale getirilmesi için başka işgücü kaynakları arayışı başlamıştı. Diğer ülkelerde olduğu gibi silah üretim fabrikalarında kadınların çalıştırılması bu ihtiyacı karşılayabilirdi. Ancak Alman kadınlarının fabrikalarda çalıştırılması fikri Hitler’in “Ari ırk” oluşturma amacına ters düşüyordu. Kadınlar fabrikada çalışmaya başlarsa Avrupa’ya hâkim olacak Aryan bir nesli kim doğurup yetiştirecekti? Fakat söz konusu olan rejimin ihtiyaçlarıysa gerisi teferruattı. Gerekiyorsa kutsal ailenin vazgeçilmez unsuru kadınlar, devletine ve milletine faydalı olabilmek için tezgâh başına da geçerdi! Üstelik “fıtratları” buna uygun olmasa bile erkeklere özgü olarak görülen silah ve ağır sanayi sektöründe çalışarak kendilerini feda edebilirlerdi!
İkinci Dünya Savaşı yıllarında tüm dünyada erkek işgücündeki azalma nedeniyle kadın işgücüne duyulan ihtiyaç, kadınların adeta bir yedek işgücü ordusu olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyordu. ABD ve İngiltere başta olmak üzere erkek işgücünün ikamesi olarak görülen kadınlar iş başına çağrılıyordu. O zamana kadar kadınların fiziksel olarak ağır işlere uygun olmadığı yönünde yayılan görüşleri şimdi ters yüz edip kadınları çalışma alanına çekmek gerekecekti. Özellikle ABD’de bu amaç doğrultusunda medya, hükümet ve sermaye seferber olacak, 4 milyona ulaşan ilave işgücü ihtiyacı kadınların işgücü piyasasına girmeleriyle giderilebilecekti. Savaş tamtamlarına en uç milliyetçi duygular eşlik ediyor, vatanseverlik adı altında o güne kadar aileleri için kendilerini feda etmesi istenen kadınlardan şimdi de vatanı için fabrikalara akın etmesi bekleniyordu. Ancak kadınlar düşük ücretlere ve kötü çalışma koşullarına karşı seslerini çıkaracak olurlarsa “vatan haini” ilan ediliyordu. Kadınlar büyük kampanyalar eşliğinde ikna edilmeli, ilham ve cesaret aşılanmalıydı!
İşte bu kampanyalardan en bilineni, erkeksi görünümü ile dikkat çeken Perçinci Rosie (Rosie the Riveter) poster tiplemesiydi. Kırmızı bandanası ve mavi işçi tulumu ile pazularını kaldırıp kadınlara çağrıda bulunuyordu: Yapabiliriz! (We can do it!) İlk olarak Westinghouse Electric şirketi için üretilen ve daha sonra diğer şirketler için de kullanılacak olan bu afişin amacına ulaşabilmesi ve etkinliğini arttırabilmesi amacıyla üzerine şarkı bile yazılmıştı. Dönemin popüler gruplarından Four Vagabonds tarafından seslendirilen şarkının sözlerinde ise şu ifadeler yer alıyordu: “Yağmur yağsa da güneş açsa da gün boyu montaj hattının bir parçasıdır Perçinci Rosie, zafer için çalışır, tarih yazar. Sabotaj olmasın diye tetiktedir, uçak gövdesinde oturan bu küçük narin şey. Bir erkeğin yapacaklarından daha fazlasını yapar Perçinci Rosie. Rosie’nin bir erkek arkadaşı var, ismi Charlie, Charlie bir denizci. Rosie perçin makinesinde fazla mesai yapıp Charlie’yi korur.”[4] Savaş yılları boyunca propaganda makinesi sayısız kampanya üreterek kadınlara çağrıda bulunmuş, bu çağrıya uyan yaklaşık 6 milyon ABD’li kadın, tarımdan masa başına, inşaattan ağır sanayiye kadar birçok sektörde istihdam edilmişti. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusunda yaklaşık 400 bin kadın görev alırken, İngiliz ordusuna katılan kadın sayısı 460 bine yükselmişti.
Savaş sona erdiğinde geride bir harabe kaldı. Savaşın kazananı bu harabelerin üzerinde yükselen emperyalist egemenler oldu. Artık işler eskiye dönebilirdi. Evli evine, köylü köyüne! Erkekler cephelerden dönmeye başladığına göre Perçinci Rosie ve diğer kadınlar da evin yolunu tutmalıydı. Vatanseverlik bu kez eve dönüp burjuvaziye yeni işçiler doğurmayı gerektiriyordu. Evlerine dönmek istemeyen milyonlarca kadın bütün direnmelerine rağmen zorla işten çıkartıldı. Savaş döneminde “kadın haliyle” “erkek işlerinin” üstesinden gelen, savaş bittiğinde evlerine dönmeyip çalışmaya devam etmekte kararlı olan kadınlar ise ancak çok daha düşük ücretlerle ve vasıfsız işlerde iş bulabiliyorlardı.
İster savaş ister kriz olsun, tek derdi daha fazla kâr olan burjuvazi için her koşulda esas olan kendi çıkarıdır. Tüm ikiyüzlülüğüyle yeri geldiğinde kendi elleriyle yok ettiği “kutsal aile değerlerini” yeniden diriltir, yeri geldiğinde kadınları evlerden çıkarıp fabrikalara sürer. Bir kriz anında işçi çıkarmak gerekecekse de ilk olarak kadınları gözden çıkarır. Emekçi kadınlar kendilerine dayatılan esnek, güvencesiz, ağır çalışma koşullarına geçmişte karşı çıktılar, sayısız mücadele deneyimi biriktirdiler, nice kazanım elde ettiler. Bugün de pek çok kadın işçi, kapitalist düzenin emekçi kadınlara dayattığı yaşamı kabul etmiyor. Asya’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Afrika’ya kadınlar “Eşit işe eşit ücret!”, “Grev!”, “Devrim!” diye haykırıyorlar. Sınıf kimliklerini kuşanarak mücadelede yer alıyorlar. Emekçi kadınların kurtuluşu mücadelede, bugün de emekçi kadınlar mücadelede önde!
[1] İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar ve Emperyalist Savaşlar, marksist.com
[3] İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar ve Faşizm, marksist.com
[4] Umut Omay, “Yedek İşgücü Ordusu Olarak Kadınlar”, Çalışma ve Toplum, 2011/3, sayı 30
link: Suna Akaltan, Savaşta ve Krizde Emekçi Kadınlar, 11 Ağustos 2019, https://marksist.net/node/6720
Kadın Üniversiteleri Çözüm mü?
Lucy Parsons’ın Sömürü ve Irkçılığa Karşı Mücadelesi