ABD’nin en köklü ve en büyük orkestralarından biri olan Chicago Senfoni Orkestrasında geçtiğimiz aylarda bir grev gerçekleşti. Greve çıkanlar orkestra salonunda çalışan temizlik işçileri ya da orkestra binasının tadilatını yapan inşaat işçileri değil, orkestranın müzisyenleriydi. Beş kıtada sayısız konser verip festivallere katılan, birçok müzik ödülüne layık görülen, enstrümanlarından çıkan notalarla Bach’ın, Beethoven’in, Mozart’ın ruhlarını çağıran ünlü Chicago Senfoni Orkestrasının müzisyenleri… 128 yıllık bir tarihe sahip olan Chicago Senfoni Orkestrası salonunda Mart ayının başlarından Nisan ayının sonlarına kadar müziğin sesi duyulmadı. Orkestra müzisyenleri, tıpkı diğer sektörlerde çalışan işçilerin yaptığı gibi yaşam pahalılığıyla birlikte artan sorunlara karşı mücadele yolunu seçmişlerdi.
Eşi gayrimenkul zengini ve milyarder olan Helen Zell’in başkanlığını yaptığı Chicago Senfoni Orkestrası Yönetim Kurulu, yeni sözleşme dönemi için “tanımlanmış sosyal yardım emeklilik planı”ndan “tanımlanmış katkı planı”na geçmeyi dayatmıştı. Ayrıca 3 yıllık sözleşme için %5 oranında ücret artışı teklif etmişti. Enflasyon oranı dikkate alındığında %5’lik bir ücret artışının aslında bir ücret düşüşü olduğunu söyleyen müzisyenlerin ücret artışı talebi ise %12,5 idi. Önceki sözleşme dönemi 2015-2018 yılları arasında olan orkestra müzisyenlerinin orkestra yönetimiyle yaklaşık 11 ay süren görüşmelerinden sonuç elde edilememiş, 100 tam zamanlı müzisyen, yönetimin emeklilik planındaki değişiklik önerisine karşı “güvenilir bir emeklilik maaşı” talebiyle grev kararı almışlardı. Müzisyenlerin indirecek şalterleri yoktu ancak susturacak enstrümanları vardı. Orkestra salonunun önünde grev hattını oluşturan müzisyenler, “adil bir sözleşme” yapılana kadar müziği susturarak mücadele ettiler ve grev süresince taleplerinden vazgeçmediler.
401K, IRA, Social Security gibi çeşitli emeklilik sistemleri olan ABD’de, yaşa ve çalışma süresine göre bir emeklilik maaşı bağlanmaktadır. Sektöre, işyerine, eyalete bağlı olarak değişen özel sigorta planları da vardır. Özel bir sigorta planı olan “tanımlanmış sosyal yardım emeklilik planı”, geleneksel ifadesiyle garantili emekli maaşı, ABD’de daha önceki işçi nesillerinin mücadeleyle elde ettikleri bir kazanımdır. “Tanımlanmış fayda planı” olarak da ifade edilen bu emeklilik planı ABD’deki şirketler tarafından artık bir “yük” olarak görülmeye başlanıyor ve maliyeti düşürmek isteyen şirketlerin ilk hedeflerinden biri bu emeklilik planı oluyor. Sistematik olarak saldırıya uğrayan emeklilik planının yerine bu şirketler tarafından “tanımlanmış katkı planı” olarak formüle edilen yeni bir emeklilik planı önerisi sunuluyor. Bu öneriye göre, önceden belirlenmiş bir emeklilik geliri temin eden garantili emeklilik planından farklı olarak, işverenin belli miktarda para koyduğu bir yatırım fonu olacak ancak bu yatırım fonunun iyi bir emeklilik geliri sağlayacak kadar büyüyüp büyümediği önceki gibi işverenin sorumluluğunda olmayacak.
Orkestra yönetiminin de “orkestranın uzun vadeli olarak hayatta kalması ve finansal refahını sağlamak için emeklilik değişikliğinin gerekli olduğu” yönündeki açıklamaları ABD’deki diğer şirketlerle aynı arzuda olduğunu gösteriyordu. Ancak Chicago Müzisyenler Federasyonu tarafından temsil edilen müzisyenlerin de bildiği üzere, orkestra yönetiminin istediği değişiklikler, sadece Chicago Senfoni Orkestrası müzisyenlerine değil ülke çapındaki diğer orkestra müzisyenlerine de yönelik bir saldırı olacaktı. 2008 krizinden bu yana kapanmalarla, bütçe kesintileriyle, işten atmalarla çeşitli saldırılara maruz kalan orkestralar ve sanat örgütleri için Chicago Senfoni Orkestrası müzisyenlerinin mücadelesi kendilerinin de mücadelesiydi. Nitekim grev süresince çeşitli yerlerde verilen ücretsiz konserler ve düzenlenen etkinliklerle hem farklı orkestra ve sanat örgütlerinden müzisyenler hem diğer sektörlerde çalışan işçiler müzisyenlerin grevine destek verdi.
Yedi hafta süren müzisyenlerin grevi Chicago Senfoni Orkestrasının ilk grevi değildi. 2012’de 2 gün, 1991’de 17 gün, 1982’de 21 gün süren grevlerle mücadeleyi bir gelenek haline getirmişlerdi. ABD’nin gördüğü ilk müzisyen grevi Chicago Senfoni Orkestrası müzisyenlerinin grevi de değildi. Sayısız işçi direnişine, grevlere, dünya işçi sınıfı için önemli mücadele örneklerine ev sahipliği yapan ABD, birçok müzisyen grevine de şahit olmuştu. Örneğin dünyanın en ünlü gösteri merkezlerinden biri olan Broadway, müzikalleriyle bilindiği kadar müzisyenlerin grevleriyle de tanınır. Müzisyen sayısını azaltmaya çalışan şirketlere karşı ilk kez 1975 yılında 25 günlük greve gidilen Broadway’de, 2003’te 4 gün, 2007 ise 19 gün süren grevlerle perdeler kapatılmıştı. Ancak Amerikalı müzisyenler arasında yayılan bu mücadele geleneğinin kökleri daha eskilere dayanıyor.
20. yüzyılda New Yorklu müzisyenlerin grevi
Sinemanın doğum yılı olarak kabul edilen 1895 yılından “talkie” filmlerin (Hollywood’da sesli filmlere İngilizcede konuşmak anlamına gelen ‘talk’ kelimesinden üretilen “talkie film” deniliyordu) ortaya çıktığı 1920’li yılların sonuna kadar bütün filmler diyalogsuzdu. Sessiz sinema olarak tabir edilen bu diyalogsuz filmlerde sesin yerini müzik dolduruyordu. Ve genelde bu filmlere eşlik eden müzik, canlı olarak icra ediliyordu. Sinemanın yaygınlaşmasıyla, film sayısı arttıkça müzisyenlere olan ihtiyaç da artmıştı. 1910 yılına gelindiğinde ülke genelinde 10 bin tiyatro salonunda sessiz film gösterimleri yapılıyor ve hepsinde müzisyenlerin “film müziği” ve seslendirme yapmasına ihtiyaç duyuluyordu. 1926 yılına gelindiğinde ise, sadece bu gösterimlerde çalışan müzisyen sayısı 22 bine ulaşmıştı. Müzik yalnızca sessiz filmlerin gösterildiği tiyatro salonlarında değil, restoranlarda, gece kulüplerinde, otel ve balo salonlarında, eğlence parklarında, karnavallarda, operalarda da yükseliyordu. Müzik her yerdeydi.
20. yüzyılla birlikte sinemanın ve beraberinde müziğin ticarileşmeye başlaması, değişen ve genişleyen bir pazar halini alması, müzisyenler için bir dizi sorun anlamına geliyordu. Sayıları binlerle ifade edilen ABD’li müzisyenleri bir araya getirmek amacıyla 1896’da kurulan Ulusal Müzisyenler Birliği (The National League of Musicians) 1900’de isim değiştirerek Amerikan Müzisyenler Federasyonu (AFM, The American Federation of Musicians) adını alacak ve bu örgüt Amerikalı müzisyenlerin yaşadıkları ve karşılaşacakları sorunlara karşı mücadele yürütecekti. Amerikalı müzisyenleri temsil eden dünyanın en büyük müzisyen birliği AFM’nin ilk başkanı olan Joseph Weber, müzisyenlerin aslında bir işçi olduklarını ve kendilerini sömürüye karşı savunmaları gerektiğini söylüyordu: “Biz diğer işçilerle aynı şartlarda çalışıyoruz. Sanatçı olabiliriz ancak hâlâ ücret için çalışıyoruz. İşverenlerimiz tarafından diğer ücretli işçilerle aynı şekilde sömürülüyoruz. Bu nedenle diğer işçiler gibi ekonomik alanda örgütlenmeli, işbirliği yapmalı ve aktif hale gelmeliyiz.” Weber’in bu ifadelerinin aksine 19. yüzyıl boyunca çoğu Batılı müzisyen, kendilerini seçkin bir sanatçı grubu olarak görüyordu. Müzisyenler işçi olamazdı, çünkü müzisyenler işçiler gibi çalışmazlar, yalnızca “performans” sergilerdi! Günümüzde de hâkim olan bu görüşe göre müzisyenler, bilinçli bir tercih olarak kendilerini ifade etmek için sanat üretirler, işçiler gibi çalışmak zorunda oldukları için çalışmazlardı!
Yıllar ilerliyor, teknolojideki büyük yenilikler sinema ve müzik sektöründe de devrimsel sıçramalar yaratıyordu. 1920’li yılların sonlarına doğru sesli film teknolojisinin ortaya çıkmasıyla 1927’de ilk “talkie” filmi yayınlandı ve takip eden yıllar içinde sessiz filmlerin gösterildiği mekânlarda sahne alan 20 bin müzisyen işlerini kaybetti. Teknolojik gelişmelerin müzisyenlere ilk ve son etkisi bu olmayacaktı.
Dünyanın en büyük film yapım şirketlerinden biri olan Warner Brothers (Warner Bros.), filme senkronize edilmiş ayrı bir disk kullanılan “Vitaphone” adı verilen ilk başarılı ses sistemini piyasaya sürdü. Bir yıl sonra dünyanın en büyük film yapım şirketlerinden bir diğeri olan FoxFilms, Vitaphone sisteminin daha gelişmiş versiyonu olan “Movietone” sistemini piyasaya sundu. Ancak disk sistemi tatmin edici değildi. Diskler büyük hacimliydi, kolay kırılabiliyordu ve 20 gösteriden fazlası için yeterli gelmiyordu. Kısa bir süre sonra bu sorunlar Western Electric şirketi tarafından çözüldü. Fotofon olarak bilinen Kinegraphone sistemi ile ses kalitesi iyileştirildi, senkronizasyon sorunlarının çoğu ortadan kaldırıldı ve düzenleme kolaylaştırıldı. Bununla beraber ülke çapında ses teknolojisiyle donatılmış tiyatroların sayısı 1927’de 157 iken 1931’de 13.880’e yükseldi. Öte yandan ses teknolojisindeki bu hızlı değişim, sinema ve tiyatro salonlarında çalışanların işlerini kaybetmesiyle, canlı müziğin ortadan kalkması tehdidiyle sonuçlanıyordu. Müzisyenlerin çalıştıkları mekân sahipleri müzisyenlerin çalışma şartlarıyla ilgili sendikal düzenlemelere artık uymak zorunda değillerdi. Yeni teknoloji pahalı olsa da müzisyenleri kovarak kolayca masraflarını karşılayabilirlerdi. Üstelik ses kayıtları, canlı müzik yapan müzisyenler gibi daha yüksek ücret talep etmiyorlardı! Böylece tiyatro salonlarında çalışan müzisyen sayısı gittikçe azaldı; 1930’da ülke çapında 14.000 müzisyen varken 1934’te tiyatro müzisyenlerinin sayısı 4100’e düşmüştü.
Amerikan işçi sınıfı için ağır koşullar yaratan 1929 Büyük Buhranına denk gelen bu yıllar, Amerikalı müzisyenlerin de geleceklerinden endişe duyduğu yıllardı. Çünkü ses teknolojisinin yanı sıra her yerde kullanılmaya başlayan müzik kutuları ve radyolar canlı orkestraların yerini almaya başlamış, işsizlik de dâhil olmak üzere krizin ağır sonuçları müzisyenler tarafından daha da hissedilir olmuştu. Krize, sefalet koşullarına, işsizliğe ve yoksulluğa boyun eğmeyen Amerikan işçi sınıfı, sınıf ruhuyla burjuvazinin karşısına dikilmiş, bütün ülkeyi grev dalgasıyla sarsmıştı. Depresyon dönemi sınıf savaşının zirve yaptığı yıllar olmuştu. Amerikan işçi sınıfından azade olmayan müzisyenler de karşı karşıya oldukları saldırılara sessiz kalmadılar, ilerleyen yıllar boyunca direnç gösterdiler, saldırılara karşı grevlerle cevap verdiler. Amerikan Müzisyenler Federasyonu üyesi müzisyenler, çeşitli kampanyalar, gösteriler düzenleyip, işsizliğe karşı bir dizi önlem önerilerinde bulundular. Örneğin bir şirket 3 saatten fazla çalışmaya ihtiyacı olursa başka bir orkestra kiralamak zorunda kalacaktı. İşverenlerle çeşitli müzakerelerde bulunan müzisyenler birliği, çalışma süresini haftada 5 güne düşürmeyi, işgününü kısaltmayı, işleri daha eşit şekilde paylaşmayı önererek müzisyenlerin kovulmamasını şart koşmuştu. Bu fikirleri geliştirmek için çeşitli komiteler kuruldu, müzisyenler için acil yardım fonları oluşturuldu. Bu fonda toplanan paralarla yaklaşık 4 bin müzisyenin ihtiyaçları ve masrafları karşılandı. Böylece müzisyenler enstrümanlarını satmak zorunda kalmadılar.
1936 yılına gelindiğinde, Amerikan işçi sınıfı artan sefalet koşularına ve saldırılara gittikçe militanlaşan mücadeleleriyle, işyeri işgalleriyle, kitlesel gösterilerle, dalga dalga yayılan grevlerle cevap verirken, müzisyenler de militan eylem olmadan hiçbir şeyin değişmeyeceğini fark ederek mücadelelerine ivme kazandırdılar. Şehrin en büyük tiyatro şirketlerinde aynı anda greve giderek taleplerini dillendirdiler. AFM üyesi müzisyenlerin sürdürdükleri grev ve mücadeleler sonucunda büyük şirketler, orkestraların sayısını arttırmayı, canlı müzik için bütçe ayırmayı, AFM üyesi müzisyenleri orkestralarda istihdam etmeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. 1938’de ise sinema şirketleri ile AFM arasında ilk sözleşme imzalanmıştı.
1942-1944 müzisyenler grevi
Sinema ve müzik endüstrisi dev adımlarla ilerlerken, bu adımların altında ezilmemek ve saldırılara karşı koymak oldukça güçtü. Teknolojinin canlı müzikle yer değiştirdiği çağda, müzisyenlerin sorunlarına yeni sorunlar ekleniyordu. Müzik kutuları, radyolar, ses kayıtları canlı müziğin yerini aldıkça müzisyenlerin ekonomik güvenceleri daralıyor, gelirleri hızla düşüyordu.
Tüm bu sorunlarla birlikte AFM öncülüğündeki müzisyenler, bu kez Amerikan kayıt şirketlerine karşı telif hakkı ödemelerindeki anlaşmazlıklar nedeniyle greve çıktılar. James Petrillo başkanlığındaki AFM üyesi müzisyenler, 1942’de ticari kayıt şirketlerinde yaklaşık 2 yıl sürecek bir kayıt yasağı başlattılar. İlk aylarda herhangi bir etkisi olmayan ve plak şirketlerince de hafife alınan grev, şirketlerin stok yaptığı kayıtlar tükendikçe etkisini göstermeye başlamıştı. Grev 1944 yılına uzanınca bundan en çok etkilenen radyo programları oldu. Özellikle kayıtlara dayanan radyo programlarının temin ettiği yeni kayıt sayısı azaldıkça ve dinleyicilerine yeni müzikler dinletememeye başlayınca radyo şirketlerinin işi zorlaşıyordu. Nihayet Kasım 1944’te müzisyenlerin talepleri büyük ölçüde kabul edilmişti. Müzik kayıtları üzerindeki telif hakkını sağlayan sözleşmeler imzalanmıştı. Ancak telif anlaşmazlıklarıyla ilgili sorunlar burada bitmemişti.
Teknoloji durmaksızın ilerliyordu. Radyodan sonra müzisyenler için bir tehdit de televizyonun yaygınlaşmasıyla peydah olmuştu. 1946 ve 1947 yılları Amerika’da televizyonun genellikle bar ve tavernalarda toplanan işçilerin izlediği, inanılmaz bir eğlence kutusu olarak görüldüğü yıllardı. 1948 yılı ise televizyonun ülke çapında iyice yaygınlaştığı yıl olmuştu. İlk yıllarda resimli görüntülerin ve görüntüler eşliğinde konuşmaların yer aldığı televizyon ekranlarında, izleyen yıllarda çeşitlenen programlar ve müzikli gösteriler de yer buldu. Yeni ortam müzisyenler için yeni sorunlar demekti. Telif hakkıyla ilgili sorunları televizyon ortamında devam eden müzisyenler 1942-44 grevine benzer bir grevi 1948’de yapmışlar ve yaklaşık bir yıl süren grevle yeni sözleşmelere imza atmışlardı. İlerleyen yıllarda da sayısız eylemlerle müzisyenler için çalışma koşullarını iyileştiren, radyo ve TV programlarını, filmleri, video oyunlarını kapsayan anlaşmalar, müzik kayıtları üzerinde telif hakkı sağlayan çığır açıcı sözleşmeler yapılmıştı. Emeklilik fonları da bu mücadeleler sonucunda kurulmuştu.
Bilgisayar ve internet ile birlikte yeni boyut kazanan müzik endüstrisi, sektörün zenginlerine milyon dolarlar kazandırmaya devam ederken, müzisyenler için tehdit sürüyordu. Dünya işçi sınıfı için azgın sömürü koşulları tırmanışa geçerken müzisyenler de bu sömürüden payını alıyordu. Ancak ABD’li müzisyenler geçmişteki mücadeleleri ve mücadeleci kuşakları unutmamış, geçmişte olduğu gibi saldırılara karşı durmaktan asla vazgeçmemişti. Çünkü grevci müzisyenlere göre, 19. yüzyılda yaşayan “seçkin” meslektaşlarının ve onlarla aynı görüşte olanların aksine, müzisyenlerin işgücünü sömürerek sermayesini büyüten kapitalist şirketlerin karşısında kendileri de birer işçiydi. Bir maden ocağında cevheri söken maden işçisi maden şirketlerini nasıl zengin ediyorsa, müzik endüstrisindeki zenginliği üreten de müzisyenlerdi ve pekâlâ işçi sınıfının mücadele yöntemlerini kullanarak bu sömürüye dur diyebilirdi. Evet, işçi sınıfının bir parçası olan müzisyenler de greve gidebilirdi. Dün New York’ta, bugün Chicago’da grev yolunu seçen müzisyenler, yarattıkları gelenekle hem Amerikan işçi sınıfının hem dünya işçi sınıfının mücadele sayfalarını birçok kazanımla doldurdular.
Dünyanın üzerinde bir heyula dolaşıyor! Dünya işçi sınıfının nice yengi ve yenilgilerle dolu mücadele tarihi, bugün Amerika’da, Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da öğrencilerin, öğretmenlerin, müzisyenlerin ve daha birçok sektörde çalışan işçilerin kapitalizme karşı verdiği mücadeleyle yeniden yazılıyor. İşçi sınıfının öğrencilerini, öğretmenlerini, sanatçılarını, mühendislerini ve daha birçok sektörü sınıftan saymayıp elekten geçirenlere, işçi sınıfına elveda diyenlere, onun mücadelesine sırtını çevirenlere inat, işçi sınıfı ve onun mücadelesi büyümeye devam ediyor!
Kaynakça:
- Howard Zinn, Dana Frank, Robin D. G. Kelley, Three Strikes: Miners, Musicians, Salesgirls and the Fighting Spirit of Labor’s Last Century, Beacon Press, 2001
- http://www.chicagosymphonymusicians.com/
- https://www.afm.org/
link: Suna Akaltan, Dünde ve Bugünde ABD’de Müzisyenler Grevi, 10 Haziran 2019, https://marksist.net/node/6682
Mizah ve Sermaye Medyası
Savaş İnsanın Aklını da Alıyor