“Uzun süredir çeşitli yazılarımızda döne döne vurguladığımız önemli bir gerçeklik var. Kapitalist sistem artık tarihsel bir gerileme ve durgunluk eğilimi içine girmiş bulunuyor. Bu eğilim, kapitalist ekonomideki kısa dönemli iniş çıkış döngülerinin çok ötesine geçen uzun dönemli bir düşüş dalgası yaratmıştır. Kapitalist işleyişin olağan periyodik krizlerinden ayırt etmek ve çarpıcı biçimde ifade etmek gerekirse, bu bir sistem krizidir.”
Bu satırlar Elif Çağlı tarafından 10 yıl kadar önce yazıldı. Daha da öncesine uzanan değerlendirmelerin bir devamı olarak Kapitalizmin Hal ve Gidişatı makalesinde ifade edilen bu düşünceler öz olarak kapitalizmin tarihsel akışı içinde çok önemli bir aşamaya gelindiğine dikkat çekiyordu. Bu aşama daha önce kapitalizmin yaşadığı krizlerden vs. farklı olarak bir tarihsel sistem krizine işaret ediyordu. Bu krizin ifadelerinden birisi, sistemle ilgili ciddi bir sorun olduğuna dair sadece kapitalizm karşıtlarının değil, bizzat sistemin içinden kimi uzmanların bu doğrultuda görüşler dillendirmeye başlamalarıydı. Nitekim Çağlı da değerlendirmelerini sürdürürken bu noktayı tespit ediyordu:
“Ekonomik göstergeler, burjuva iktisatçıları küresel durgunluk ve küresel kriz konusunda her geçen gün daha da ciddi endişelere sürükleyecek nitelikte. Kapitalist kriz koşullarının yarattığı belirsizlik o denli ürkütücü boyutlara ulaştı ki, kötümserlik bizzat burjuva sınıfın ideologlarını da sarmış bulunuyor. Kapitalizmin durumu, dünyanın pek çok ülkesinde önde gelen pek çok burjuva yazar tarafından artık kontrolden çıkmış kötü bir gidişat şeklinde yorumlanıyor. Amerikan ekonomisinin 1929 Büyük Depresyonundaki gibi, dünyayı sarsacak düzeyde korkunç bir mali kriz yaşamakta olduğu söyleniyor. Doların uğradığı bozgunun küresel ölçekteki finans paniğini bir çöküşe dönüştürebileceğinden söz ediliyor. Bu endişeler asla abartılı değildir. Ekonomik analiz ve perspektifler, kapitalist sistemin ürkütücü krizlere ve muazzam sarsıntılara gebe kırılgan durumunu ortaya koymaktadır.” (age)
Daha sonraki yıllarda da konuyu işlemeyi ve geliştirmeyi sürdüren Çağlı yazılarında Nobel ödüllü tanınmış iktisatçı Joseph Stiglitz gibi isimleri de örnek olarak zikretti. Zamanla bu tür uzmanların sayısı arttı. Sadece kişiler değil kapitalizmin kimi kurumları da kurumsal olarak çalışma ve raporlarıyla ortada ciddi bir sorun olduğunu şu ya da bu biçimde itiraf etmek zorunda kaldılar. Bu tür rapor ve çalışmalarda yapılan “uyarıların” dozu arttı. Geçtiğimiz günlerde de, Davos zirvesi vesilesiyle bu tür değerlendirmelerin uzun zincirine yeni halkaların eklenmesi söz konusu oldu. Bu tür rapor ve değerlendirmeler, kabaca 20 yıla yakın süredir kapitalizm denen bu sistemde ciddi birtakım sorunlar olduğuna dair insanlarda çoğu kez sezgisel olarak güçlenen kanıyı bir kez daha teyit etmiş oluyor. Ancak bu tür raporlar ve değerlendirmeler kapitalizmde ciddi sorunlar olduğu yolunda düşünceler içeriyor olmakla birlikte, esasen kapitalizmin tamir edilebilir olduğu düşüncesini barındırıyorlar. Bu argümanlar çoğu durumda ilgili uzman ve kurumlarca kör bir gidiş içindeki sermayenin, deyim yerindeyse aklını başına toplaması için bir uyarı niteliği taşıyorlar. Bu amaçla tespit edip dile getirdikleri sorunların gerçek anlamının ne olduğunu gizlemeye ve bunların tutarlı bir çerçeveye oturtulmamasına çalışıyorlar. Gerçekte sistemin tarihsel tıkanıklığının semptomları olan sorunlar, söz konusu kişi ve kurumlar tarafından, halledilebilir arızalar olarak ortaya konulmaktadır. Biraz masraflı ve kapsamlı bir yenileme işleminden geçirilirse arabanın sağlıklı biçimde yürütebileceğini ima ediyorlar.
Davos
Son yıllarda havası hayli sönmüş olsa da Dünya Ekonomik Forumunun bu yılki Davos zirvesi medyada haber ve yorum konusu olmaya devam etti. Ancak burjuva medyadaki haber ve yorumlara bile bakıldığında, eski yıllara nazaran odak noktasının Davos’un kendisinden ziyade Davos vesilesiyle gündeme gelen dünyanın hali olduğu görülüyor. Bir yandan Forumun Küresel Riskler Raporu diğer yandan Oxfam’ın açıkladığı küresel eşitsizlik raporu, bu yılki Davos vesilesiyle yapılan değerlendirmelerin de içeriğini büyük ölçüde belirledi denebilir. Davos’un ışıltılı bir gösteri gibi dünyaya empoze edildiği o şaşaalı yıllar çoktan geride kaldı. O yıllarda Davos umutlu ve iyimser bir perspektif içinde dünyanın gidişatına yön verecek gündemleri ortaya koyan, bunları dünyaya tartıştırmayı amaçlayan emperyalist güçlerin başını çektiği bir burjuva oluşumdu. Şimdi ise gündem belirleme ve iyimserlik tersine dönmüş durumda. Aksine Davos dünyanın gidişatının önüne koyduğu “tatsız” gündemi ele almak zorunda kalıyor, perspektifini ise iyimserlik değil kaygı ve şüpheler belirliyor.
Kısaca Davos dediğimiz Dünya Ekonomik Forumunun geçmişi eskiye uzansa da dünyanın gündemine gelişi daha ziyade 1980’li yılların ikinci yarısı ilâ 2000’li yıllar arasında oldu. Bu yıllarda Davos dünya liderlerinin ve zenginlerinin topluca boy gösterip, deyim yerindeyse şov yaptığı bir platform haline geldi. Asıl olarak da, Stalinist SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşü temelinde şaha kalkan kapitalist muzafferiyet duygusunun pompalandığı ve yeni dünyanın nasıl şekillendirileceğine dair fikir jimnastiklerinin ayyuka çıktığı 1990’lı yıllarda. Rakipsiz kalmış kapitalizm, yenilenmiş bir özgüven temelinde, kapitalist sömürüye açılan devasa yeni alanların nasıl massedilip yoğrulacağı ve yükselişe geçen yeni teknolojilerle nasıl göz boyanacağına dair fikirleri uçuşturuyor, kitlelere yeni dünyaya dair umutlar pompalıyordu. Söylemin en baskın unsurlarından birini de küreselleşmeci ideoloji ya da bir başka ifadeyle globalizm oluşturuyordu. Artık küreselleşmiş dünyanın sorun ve ihtiyaçlarına, bu dünyanın ruhuna uygun biçimde güya ulus-devlet aşılıyor, ulus-ötesi kurum ve inisiyatifler ön plana çıkıyor, bunların belirleyiciliği artıyordu. İşte Davos bu yılların ruhunu yansıtan dev bir şov merkezi olarak iş görmekteydi.
Ancak bizim kapitalizmin tarihsel krizinin miladı olarak gördüğümüz 2000 dönemeci, 90’lı yılların kapitalist muzafferiyet havasının gümleyişinin de miladı olduğundan, bunun doğal sonuçlarından birisi de Davos’un havasının sönmesi oldu. Hatta bu ifadenin hafif kaldığını söyleyebiliriz belki. Hatırlanacağı üzere 2000’li yılların en başından itibaren parlayan uluslararası anti-kapitalist protesto hareketinin öfkesini çeken başlıca platform haline geldi Davos. Saldırgan kapitalizmin küresel sembolü olarak görülen dünya egemenlerinin bu şov platformu sayısız eylemin hedefi oldu ve Davosçuların tartıştırmak istediklerinden ziyade bu protestolar gündemi belirler hale geldi. Bu protestoların gündeme getirdiği temel konu ise kapitalizmin yarattığı yoksulluk ve eşitsizliğin artık dayanılmaz boyutlara ulaştığı, en gelişmiş, en zengin ülkelerde bile çalışan yığınların çalışma ve yaşam koşullarında ciddi kötüleşmeler yaşandığıydı. Bu tablonun 2000’lerin başından bu yana daha da ağırlaştığını uzun uzun anlatmaya gerek bulunmuyor. Her yıl bu konuda raporlar yayınlayan Oxfam’ın bu yılın Davos zirvesi öncesi yayınladığı rapor son yıllarda ortaya serdiği şaşırtıcı gerçeklere yenilerini eklemiş oldu. Raporun söylediği üzere 2018 yılı sonu verisine göre en zengin 26 kişinin serveti dünya nüfusunun yarısının sahip olduğu varlıkların toplamına eşit durumda. Böylesine boyutlar almış korkunç bir eşitsizlik tablosudur karşımızda duran.
Davos’ta reklâmı yapılan kapitalist hayaller dünyasının gerçekle pek ilgisinin olmadığı giderek daha açık hale gelince, genel olarak bu platformda boy göstermenin kendilerine reklâm olacağını düşünen burjuva dünya liderleri için de buranın cazibesi azaldı. Ama bu yılki durum bunun da ötesinde kapitalizmin bugünkü müşkül durumuna dair başka gerçeklerin bir yansıması gibidir. Bir iki örnek vermek gerekirse, bu yılki zirveye ne Trump ne Theresa May ne de Macron katıldı. Hepsi tepe noktalarında yer aldıkları sistemin doğurduğu zorlu sorunlarla meşgul idiler. May Brexit bataklığında çırpınırken, Macron öfkeli Sarı Yelekliler protestolarının yol açtığı krizle boğuşmaktaydı. Trump ise yaptıklarıyla Davos’un “küreselci” ruhuna elinde balyozla girişmişken, orada pek hüsnükabul görmeyeceğinin de bilinciyle, gitmemeyi tercih etmişti.
Raporların itirafları
Gelelim çeşitli uzmanların ve kurumların son günlerde sıklaşan uyarı tonlu değerlendirmelerine. Davos’un ev sahibi olan Dünya Ekonomik Forumunun bizzat hazırladığı ve zirve öncesi yayınladığı Küresel Riskler Raporunun önsözündeki ilk satırlar bile çok şey anlatıyor:
“Dünya artan sayıda karmaşık ve birbirine bağlı sorunlarla yüz yüze; küresel yavaşlamadan ve süreğen ekonomik eşitsizlikten iklim değişikliğine, jeopolitik gerilimler ve Dördüncü Endüstriyel Devrimin yükselen hızına. Tek tek alındığında bu sorunlar ürkütücüdür, ama hepsiyle aynı anda karşı karşıya kalınırsa, beraber çalışmamız gerekir, yoksa cebelleşip dururuz. Ortak küresel sorunlara, elbirliğine ve çok-paydaşlılığa dayalı bir yaklaşım ihtiyacı hiçbir zaman bundan daha yakıcı olmadı. (…) Kutuplaşma birçok ülkede yükselişte. Bazı durumlarda, toplumları bir arada tutan toplumsal sözleşmeler aşınmakta.”
Önsözün devamında yer alan Forum yönetiminin rapor özeti de şu tür ifadelerle başlamakta: “Küresel riskler yoğunlaşmakta, ama bunları halledebilecek kolektif irade pek görünmemekte. Aksine ayrımlar katılaşmakta.”
Raporun içeriğinde açılıp ayrıntılandırılan bu hususlar içinde Dördüncü Endüstriyel Devrim ve iklim değişikliği konularını yazının kapsamı gereği bir kenara bırakacak olursak, diğer hususlar kendi dilince kapitalizmin çok boyutlu bir istikrarsızlık içinde olduğunu itiraf ediyor. Derin bir ekonomik kriz yaşanmakta, devletler arasında gerilimler yükselmekte, ülkelerin içlerinde de sınıf çelişkileri keskinleşmekte ve bunlar burjuvazinin kendi içindeki ayrımları ve rekabeti aşarak küresel bir işbirliğine gitmesi yolu dışında çözülememekte! Devamında rapor sahiplerinin şu sözleri sorunların derinliğini nasıl algıladıklarını ortaya koyuyor: “Ulusal ve uluslararası politik ve ekonomik sistemleri yenilemek ve geliştirmek bu kuşağın tanımlayıcı görevidir. Bu devasa bir taahhüt olsa da zaruridir.” Yani uzmanlar kapitalizmin içinde bulunduğu durumu aşma işini tüm bir nesli adeta seferberliğe çağıran zaruri görev olarak görüyorlar. Eğer siz bir sorunun derinliğini bu tür ifadelerle tanımlama ihtiyacı duyuyorsanız bu o sorunun gerçekten de ne denli derin olduğuna dair kuvvetli bir ipucudur ki, sistemin tarihsel krizi olarak bunun adını çoktan koymuş bulunuyoruz.
Burada ne görüyoruz? Öncelikle raporda da dillendirilen “toplumsal eşitsizliğin” artık inanılmaz bir uçurum haline geldiğini. Oxfam’ın 26 zengin ile ilgili verisi bu konuda en çarpıcı tabloyu sunuyor. Ama bu konudaki rapor ve incelemeler Oxfam’la sınırlı değil. Sistemin bu hali başka birçok kişi ve kurumu da konuyu tekrar tekrar incelemeye sevk etmiş görünüyor. Bir diğer örnek California Üniversitesinde hazırlanan eşitsizlik konulu bir rapor. Dünyanın en büyük ekonomisi ve en zengin ülkesi olan ABD’ye odaklandığı anlaşılan bu raporda ABD’deki “en zengin 400 Amerikalının mal varlığının, en alt kesimdeki 150 milyon yetişkinin zenginliğinden daha fazla olduğu” vurgulanıyor. Rapora göre en alttaki yüzde 60’lık nüfusun toplam zenginlikten aldığı pay son 30 yıl içinde üç kat azalmış. Yoksulluğun ve toplumsal eşitsizliğin ABD gibi bir ülkedeki durumu bu.
Yoksulluk ve eşitsizlikle ilgili bu verilerin son yıllarda sıkça gündeme geldiğini biliyoruz. Hatta bu biraz mutat hale geldi diyebiliriz. Ancak bir an için düşünelim, 2000’li yılların kapitalizmi, hayatına yeni başlamış, dolayısıyla kendi özüne uygun dengelerine henüz ulaşmamış bir toplumsal sistem değildir. Aksine çeşitli aşamalardan geçerek geride yüzlerce yılı bırakmış “olgun” bir sistemden söz ediyoruz. Dünya bu sistem altında tarihte eşi görülmemiş bir yol kat etmiş durumda. Kapitalizmin erken dönemlerindeki toplumsal uçurum manzaralarına kapitalizmin özürcüleri mazeretler bulabiliyorlar ve bunlar daha sonra aşıldı diyebiliyorlardı. Ancak nesiller boyudur kapitalist “ütopyayı” pazarlayanlar kapitalizme ilişkin tarihsel perspektiflerini nasıl sunuyorlardı? Kapitalizm ilerledikçe tüm toplum için her şey daha iyi, daha güzel olacaktı. Oysa bu yaşa gelmiş kapitalizmde gördüğümüz tablo yukarıdaki tablodur! Üstelik sistem açısından mazeret bulunabilecek hiçbir dış düşman, şeytani güç vs. de mevcut değildir. Gezegen külliyen kapitalizmin emrindedir.
Marx genç bir gazeteci olarak başladığı siyasi hayatının daha ilk yıllarında yoksul orman köylülerinin ormandan odun çalmaları olgusunu incelemiş ve onun kapitalizmin ölümsüz eleştirmeni olarak yükselişine giden yol buradan açılmıştı. Bu çizgi üzerinde ilerleyen Marx çözümlemelerini derinleştirdiği ölçüde, felsefe, hukuk, siyaset sorunlarından hızla ekonomi-politik alanına kaymak zorunda kalmıştı. Ve sonunda, olgunlaşmış olarak Manifesto’da dile getirildiği üzere kapitalizmin doğası gereği yoksulluğu üretmek zorunda olduğunu ortaya koydu. Kapitalizm bir tarafta zenginliği diğer tarafta sefaleti biriktirir diyordu. İşte Davos’un da yıldızının parladığı o kapitalist muzafferiyet yıllarında, işçi-emekçi kitlelerin “artık kaybedecek şeyleri var, onlar da refaha kavuştular” denilerek Marx’ın o çözümlemelerinin yanlış olduğu daha bir güçlü söylenir olmuştu. Hatta ilginç biçimde bu, kendi işlerine geldiği için Marx’ın kapitalizmin küreselleşme eğilimini vurguladığı çözümlemeleri takdir edilirken yapılıyordu. Marx’ın yoksullaşma ve toplumsal eşitsizliğin uzun vadede artma eğilimi göstereceği yolundaki çözümlemeleri, şimdi onun adı pek anılmaksızın yarım yamalak biçimde raporlarla vs. ilan edilir hale geldi. Çünkü artık kral çıplak ya da bir başka deyişle mızrak çuvala sığmıyor! Ve bu durum alarm zilleri çaldırıyor.
Şimdi telaş içindeki kapitalizmin uzman ve ideologları soruna çözüm diye türlü reçeteler ileri sürüyorlar. Adil vergilendirme ya da zenginlere vergi, vicdanlı kapitalizm, insani yüzlü kapitalizm vb. formüllerle deyim yerindeyse binbir türlü alicengiz formülü ortaya atılıyor. Sosyal reform çağrıları yapılıyor. Ancak neredeyse son 20 yıldır tekrar tekrar dillendirilen ve çok çeşitli kesimler tarafından ortaya konan bu formüller doğrultusunda (bunlar her ne ise) hiçbir adım atılmamakta. Söz konusu yakıcı sorunlar nedeniyle toplumsal hareketlerin biri bitip diğeri başlıyor, ama kapitalist otoritelerden hiç dişe dokunur vergi düzenlemeleri vs. yönünde bir hamle görülüyor mu? Çok taze bir örnek olarak Fransa ve Macron’u ele alalım. Hatırlanacağı üzere, ülkeyi sarsan Sarı Yelekliler hareketi karşısında başlarda burnundan kıl aldırmayan hükümet, hareketin belli bir aşamasında tavizler vermeye başladı. Asgari ücret ve diğer bazı konularda geri adım atan Macron şiddet konusunu ideolojik bir silah olarak kullanmaya devam ederken, hareketin haklı sebepleri olduğunu, sorunları masaya yatırmak ve birtakım değişiklikler yapmak gerektiğini vb. söyleyerek, taviz verilen konuları sıralayan oldukça yatıştırıcı bir söyleme geçti. Ama tüm bu yatıştırıcı söylem içinde dahi zenginleri vergilendirme konusunda asla geri adım atmayacağını ısrarla vurguladı. Vergi konulunca sermaye kaçar diyerek daha beter işsizlik ve yoksulluk olur demeye getiriyordu. Keza Oxfam’ın da, Kapital adında bir kitap yazan meşhur ekonomist Piketty’nin de önerdiği zenginlere %1 servet vergisi talebine bakalım. Mültimilyarderlerden sadece %1 gibi küçük bir kesinti oranından bahsedildiği halde, ne o havalı Davos toplantılarından bu yönde bir karar önerisi çıkabiliyor ne de sistem böylesi küçük bir adımı atabiliyor. Aksine, sermaye cephesinde yaşanan şey, mevcut düşürülmüş vergi yükümlülüklerinden bile kaçmak için vergi cennetlerine servet transferi!
Gerçek şu ki, geçmişte sermaye üzerinde görece yüksek vergilerin olduğu dönem kapitalizmin tarihinde çok özel koşullarla belirlenmiş bir dönemdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasının o özgün koşullarında mümkün olan şey bir daha tekrarlanamaz. Daha SSCB bile son bulmadan önce sermaye bu koşullara saldırarak durumu değiştirmeye başlamıştı. SSCB’nin çöküşüyle birlikte bu eğilim gemi azıya alarak ilerledi. Bu değişiklik bir tercih sorunu değildi, kapitalizmin olağan işleyişine aslında pek de uygun olmayan eski durum bir tıkanma noktasına gelmiş ve sermaye çok geçmeden bunu değiştirmeye girişmişti. “Reformcular” açısından akla ve mantığa uygun görünen şey sermayenin mantığına uygun değildir. Son tahlilde sistemin temeline dokunmayan bu tür tüm formüller şayet bir üçkâğıtçılık değilse naif formüllerdir. Eğer 20 yıldır dünya sermaye düzeninin genel çıkarları açısından da tehditkâr hale gelen biçimde bir vahşi sömürü, zulüm, kan ve ateş gezegeni haline gelmekteyse, protesto hareketlerinden tutun saygın kapitalist uzmanlara kadar nice kesimin talep ve önerilerine rağmen sistem bu talep ve öneriler doğrultusunda dişe dokunur hiçbir adım atmayıp, aksine şikâyetlere neden olan sorunları daha da şiddetlendiriyorsa, bunun anlaşılması hiç de zor olmayan çok basit bir anlamı vardır: sistem bunları yapamamaktadır!
“Ekonomik yavaşlama”
Kapitalist sistemin tarihsel çıkmazına dair kimi işaretleri ekonomi alanında da seçebilmek mümkün. Bu konuda uzun analizlere girişmenin yeri burası değil kuşkusuz. Sadece güncel ekonomik manzaranın birkaç çarpıcı yönüne göz atmakla yetineceğiz. Forumun Küresel Riskler raporunda halim selim bir ifadeyle “ekonomik yavaşlama”dan söz ediliyor. Bundan bir-iki hafta sonra ünlü ekonomist Paul Krugman dünya ekonomisine ilişkin olarak “resesyon” ihtimalinden söz ederken, IMF’nin başındaki Christine Lagarde “beklentilerin üstünde bir hızla yavaşlamadan”, “biriken fırtına bulutlarından” söz etmekteydi. Nasıl formüle edilmiş olurlarsa olsunlar bu ve buraya aktarmadığımız daha nice değerlendirme, dünya ekonomisinin en azından önümüzdeki birkaç yıl için ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacağı yönünde tahminler içeriyor.
1998-2001 sürecinde daha ziyade Asya ülkeleri, Rusya ve Türkiye gibi ülkelerde şiddetli biçimde hissedilen, tam anlamıyla küresel düzeyde realize olması müdahalelerle engellenen krizden bu yana dünya ekonomisi, Çin’in geçici olan özgün durumunun yarattığı farka rağmen, kelimenin gerçek anlamında sürüngen bir görüntü sergilemektedir. 2008’deki küresel krizle birlikte bu sürüngenlik daha çarpıcı bir görünüm almıştır. Periyodik çevrim anlamında yükselişler yükseliş gibi hissedilmemekte, büyüme oranları düşük seyretmekte, işsizlikte anlamlı azalmalar yaşanmamakta, aksine çalışanlar güvencesiz birkaç işte birden çalışarak iki yakalarını bir araya getirme mücadelesi vermekte, göreli yoksullukta yani toplumsal eşitsizlikte büyük artışlar yaşanmaktadır. Bunlar periyodik çevrimlerdeki olağan yükseliş evrelerinin tanımını zorlayacak bir tablo ortaya sermektedir doğrusu. Tüm bunların üzerine kapitalizmin tarihinde daha önce pek görülmemiş borçluluk düzeylerini özellikle eklemek gerekiyor. Dünya hem şirketler hem devletler hem de hane halkları düzeyinde büyük bir borç tablosuyla yüz yüzedir. Küresel ölçekte toplam borçluluk düzeyi dünya gayri safi hasılasının üç katından fazlasına çıkmış durumdadır.
Ekonomiyi canlandırma işlevi görmesi beklenen bu büyük borçlara rağmen, çevrimdeki yükseliş evrelerinin hali böyledir ve gelinen noktada resesyondan, yavaşlamadan, fırtınadan söz edilmektedir. Bu durum, Çağlı’nın değindiği üzere modern kapitalist ekonominin işleyişinde merkezi öneme sahip kredi mekanizmasının alabildiğine zorlandığını ve aşındığını göstermektedir. Yani dökülen onca paraya, şişirilen borçlara rağmen kapitalist ekonomi bir türlü canlı yükselişler yaşayamamaktadır. Bunların hepsi sorunların daha da biriktirilmesi, geleceğe ertelenmesi demektir. Dahası günümüzde kapitalizmin yeryüzünde girmediği bir coğrafya kalmamış durumdadır. Böylesi bir tıkanıklık manzarasının kapitalizmin olağan krizleriyle bir tutulmasının mümkün olmadığı açıktır.
Brexit, Çin’le ticaret savaşları gibi olağan dönemlerde pek görülmeyecek türde sorunların tüm sonuçlarının yaşanmasıyla birlikte ekonominin sürüngen tablosunun daha da ağırlaşacağını beklemek yanlış olmaz. Zaten IMF başkanının fırtına bulutu olarak saydığı birkaç husus arasında yüksek borçlar ve yavaşlamanın yanı sıra bu sorunlar da yer almaktadır. Lagarde bu kadar bulut olduğunda fırtına için tek bir yıldırım çakmasının yeterli olacağını söyleyerek durumun kırılganlığını çarpıcı biçimde ifade etmiş oldu.
Tarihsel kriz
Davosçuların raporlarında bizim kapitalizmin tarihsel krizi olarak nitelendirdiğimiz krizin başka boyutlarını oluşturan hususlar da yer alıyor. Örneğin bizim emperyalist güçler arasında yeni hegemonya kapışmasının yaşanmakta olduğuna ve bunun çoktandır bir Üçüncü Dünya Savaşı halini aldığına dair görüşümüze dayanak olan olgu ve eğilimler, söz konusu raporlarda büyük güçler arasında jeopolitik ve jeo-ekonomik gerilimlerin ve çatışma riskinin artması türü ifade kalıpları içinde dile getirilmekte. Keza 2000’li yılların başlamasıyla birlikte dünyanın genelinde sınıf mücadelelerinin yükselişe geçmesi, raporlarda “toplumlarda parçalanma ve kutuplaşmanın artması” olarak ifade buluyor. Raporda belirtildiğine göre sermaye dünyasının 130 ülkeden önde gelen binlerce kişisi arasında yapılan anket çalışmasına göre bu kişiler, iklim değişimi bir kenara bırakılacak olursa, toplumlarda kutuplaşmanın artışını en ciddi sorun olarak gördüklerini belirtiyorlar. Bunu anlamak hiç de zor değil, zira tarihin yasaları işlemekte ve sefaletin, sömürünün, baskının kabul edilebilir sınırların ötesine geçtiği koşullarda toplumlarda öfke birikimi isyancı dinamikler biçiminde işlemeye başlamaktadır. Kimi zaman sapa yollara sokulsalar da emekçi kitleler isyan etmekten geri durmazlar.
Sınıf mücadelelerinin artık bittiğini ne çok işitmiştik 1990’lı yıllarda. Geçici geri çekilişler ve durgunluklar olsa da, sömürücü sınıf egemenlikleri söz konusu oldukça emekçi sınıfların kavgası daima var olacaktır. Şimdilerde Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi, ABD’de eyaletten eyalete geçerek bir türlü dinmeyen öğretmen grevleri, Hindistan’da iki yüz milyon emekçinin genel grevi gibi belli başlı örneklerle bir kez daha yükseliş alametleri gösteren sınıf mücadelesi dinamiği daima kapitalist egemenlerin uykularını kaçıracak.
Dünya ekonomisinin sallantılı durumu, inanılmaz ölçülerde artan toplumsal eşitsizlik ve yoksullaşma, yükselen sınıf mücadeleleri, emperyalist güçler arasında kızışan hegemonya mücadelesi ve başlamış olan yeni dünya savaşı, ticaret savaşları, kapitalist kâr hırsının ve tamahın doğaya verdiği tahribatın birikimli etkilerinin artık çok daha somut biçimde kendisini göstermeye başlaması gibi en temel olgu ve eğilimler bir araya getirildiğinde, bunların toplu olarak ifade ettiği şey kapitalizmin tarihsel bir kriz içinde olduğudur. “Bugün tüm belirtileriyle gözler önüne serildiği üzere, kapitalizm tarihsel bir tıkanma içindedir ve peşpeşe gelen ölüm sancıları kaçınılmazdır. Daha önce dünya üzerinden gelip geçmiş çeşitli toplumsal düzenleri tarihin çöp tenekesine sürükleyen akıbet, şimdi kapitalizm için pusuda bekliyor. Kapitalist sistem artık kendini ileriye taşıma potansiyellerini tüketmiş ve onun için de ölüm çanları çalmaya başlamıştır. İşte günümüzde kapitalist dünya düzeninin içine sürüklendiği muazzam çatışmalı ve çıkışsızlıklarla yüklü süreç bu gerçeklere işaret ediyor.” (Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda)
Kapitalizmin dev gemisi bilinmeyen sularda (öncekilerden farklı olarak bir tarihsel kriz) pusulasız vaziyette yol almaktadır. Bu koşullarda egemen sınıf sistemin işleyişini yeniden tesis etmek ya da bunu sağlama bağlamaktan ziyade, isyanı bastırmaya, egemenliğini yitirmemeye giderek daha fazla odaklanıyor. Teşbihte hata olmaz, bu, Türkiye’de yaklaşan büyük depreme ilişkin olarak yıllardır yapılan değerlendirme ve uyarılara rağmen devlet düzeyinde yapılan tek ciddi hazırlığın esasen deprem sonrası oluşabilecek “asayiş” sorunlarını bastırmaya odaklanmasına benzetilebilir. Dünya genelinde daha baskıcı yönetimlerin iş başına gelmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin çeşitli bahanelerle ortadan kaldırılması, militarizmin, silahlanmanın yükselişi, savaşın körüklenişi gibi eğilimler buna işaret ediyor. Ancak kapitalizmin çıkmazı karşısında ıstırap içindeki emekçi kitleler tek çıkar yolun mücadele olduğunu her geçen gün daha çok anlıyor ve bunu gösteriyorlar. Burjuvaların korktuğu gibi bu mücadeleler daha da yayılacak, sertleşecek. Bundan kaçış yok, kimse birtakım düzeltmelerin, reformların yapılabileceği ve kapitalist sistemin topluma refah ve huzur getirebileceği hayaline kapılmasın. Önümüz kavga!
link: Levent Toprak, Kapitalist Sistemin Sancısı, 16 Şubat 2019, https://marksist.net/node/6602
Bir Mezar Taşının Anlattıkları
Kavgayı Dokumak!