Brezilya’da Bolsonaro, 13 yıl boyunca iktidarda olan reformist İşçi Partisinin (PT) yarattığı hayal kırıklığı ve ekonomik krizle birlikte katlanarak artan işsizlik ve yoksulluğun kitlelerde yarattığı umutsuzluk dalgasına binerek iktidara gelmeyi başardı. Ayağının tozuyla sola yönelik “cadı avına” da başladı. İşçi Partisini ve solcuları ülkedeki suç ve yolsuzluk gibi sıkıntıların kaynağı olarak gösteren Bolsonaro, “sorumsuzluk bizi tarihimizdeki en büyük etik ve ekonomik krizin içine soktu” diyerek işçi ve emekçi kitlelerin öfkesini Brezilya burjuvazisinden uzaklaştırmaya çalışıyor.
Jair Bolsonaro 2 Ocaktaki yemin töreninde de sola, sosyalist fikirlere karşı mücadele çağrısı yapmış, ailevi değerleri faaliyetlerinin merkezine koyacağından bahsetmişti. “Biz insanları yeniden birleştireceğiz, aile kurumunu kurtaracağız, dinlere saygılı olacağız. Dini geleneğimizi savunurken ve geleneksel değerlerimizi koruma altına alırken, cinsiyet eksenli ideolojiyle de savaşacağız” diyordu. Brezilya vesilesiyle bir kez daha gördüğümüz gibi, faşizm aileyi ve dini kullanarak toplum üzerinde tahakküm kurmak istiyor. İşçi sınıfının parçalanmışlığının arttığı, genç kuşaklarının geçmiş mücadele deneyimleriyle bağlarının koptuğu, geleceğe umudunu yitirdiği koşullarda sığındığı dini inançları, aile kurumu ve çeşitli türden gelenekleri onun burjuvazi karşısındaki en zayıf noktalarıdır. Zira kapitalist toplumda burjuvazi bunları aynı zamanda kendi ideolojisini yayma aracı olarak da kullanmaktadır.
İşçi sınıfı cehennemi bu dünyada yaşıyor
Lenin “İşçi Partisinin Din Konusundaki Tutumu”nu anlatırken “modern dinin köklerinin gömülü olduğu yer, çalışan kitlelere uygulanan baskı ve onların kapitalizmin kör güçleri karşısındaki aşikâr çaresizliğidir… Kitleler dinin kaynak bulduğu toplumsal olgulara karşı birleşik, disiplinli, planlı ve bilinçli bir tarzda mücadele etmeyi öğrenene kadar, kapitalist egemenliğin tüm biçimlerine karşı mücadele etmeyi öğrenene kadar, hiçbir eğitsel kitap yığınların bilincinden dini söküp atamaz” diyordu. Onun bu satırları bugün bizleri çok daha fazla düşünmeye sevk ediyor, olguları derinliğine kavramak için zorluyor.
Örgütsüz bir yığın halindeki ezilen sınıflar kapitalizm altında bu dünyada cehennemi yaşamaktalar. İlk çağlarda insanın doğa karşısındaki güçsüzlüğü onu nasıl güneşe, ateşe, toprağa vb. iman etmeye, önünde secdeye varmaya zorladıysa, bugünün koşulları da örgütsüz işçileri hiçbir çıkış yolu bulamadığında sığınacak bir limana, bir yerlerden gelecek bir mucizeye inanmaya mahkûm ediyor. İşçiler sınıfsal aidiyet duygusunu kazanamadıkları, örgütlü mücadeleden uzak durdukları sürece sömürücü sınıfların propagandaları karşısında savunmasızdırlar ve alabildiğine istismar edilirler.
Özellikle böylesi dönemlerde krizin ağır yükü karşısında ezilen kitlelerin örgütlenmesinin ve mücadelesinin önü bir yandan açık baskı ve şiddetle kapatılırken, diğer yandan otoriter rejimler toplumu kendi tasavvurları temelinde dönüştürmek üzere dini olağan dönemlerdekinden çok daha fazla kullanıyor. Burjuvazinin iktisadi ve siyasi gücünün gölgesinde dini kurumların yönetici unsurlarının aşağıdakilerin Tanrıya gönderdiği içten ve masum mesajlarla bir ilgisi yoktur. Burjuvazi kendisinin geleceği açısından durum tehlikeye girdiğinde nasıl olağanüstü rejimleri işbaşına getiriyorsa, kitleleri milyonlar halinde harekete geçirebileceği, manipüle edebileceği dini kurum ve kuruluşların yönetici eliti başta olmak üzere din adamlarının çoğunu siyasal çıkarları için kullanır.
Tarihte örneklerini gördüğümüz üzere egemenler kimi zaman dini otorite araçlarını kendi istedikleri temelde korporatif bir örgütlenmeye dönüştürerek, kimi zaman da mevcut dini örgütlenmeleri yeniden düzenleyerek kendi çıkarlarının en has taşıyıcı unsurları haline getirirler. Örneğin 1930’lardaki İspanyol iç savaşı sırasında Katolik kilisesi faşist Franco ordularını kutsayarak halkı faşizm saflarına çağırmıştır. Hitler ve Mussolini de benzer şekilde Katolik Kilisesinin en yüce makamı olan Papa tarafından desteklenmiştir.
Faşizmin kutsal ailesi
Nazizm faşizmin en uç örneği idi. Almanya’da Hitler çok çocuk politikası çerçevesinde aileyi yücelten konuşmalar yapıyordu. Kinder, Küche, Kirche (3K; çocuk, mutfak, kilise) toplumun, özellikle de emekçi kadının içine sokulduğu cenderenin en etkili sloganlarından biriydi. Faşist rejimin ilk uygulamalarından biri evliliğin teşvik edilmesi için yasa çıkarmak olmuştu. Aile, toplumu yeniden dizayn etmek ve rejimin ruhuna uygun nesiller yetiştirmek üzere Alman faşizminin hedeflerindendi. Evliliğin teşvik edilmesi için yeni evlenen çiftlere kredi verilmesi, çocuk sayıları arttıkça borçlarının silinmesi ve saf Alman ırkından çocuk doğuran annelere “Alman analık madalyaları” dağıtmak gibi uygulamalara rağmen rejim arzu ettiği düzeyde bir dönüşüm sağlamayı başaramadı. Toplumsal dokuyu paçavraya çeviren bu uygulamalar faşist yasaklar ve baskılarla da desteklendi. Kürtaj yasaklandı ve doğum kontrol araçlarının bulunması neredeyse olanaksız hale getirildi. Gebeliği önleyici araçların üretilmesinden tüketilmesine kadar pek çok şeye ağır cezalar getirildi. Boşanma neredeyse imkânsızdı. Saf Alman anne ve babalardan saf Alman çocuklar elde etme politikası uygulamaya sokularak devlet eliyle kadınlara kuluçka makinesi muamelesi yapıldı.[1] Nazilerin iyi aile, iyi Alman kadını gibi tanımları ne anlama geliyorsa bugün de benzer zihniyetteki partilerin ya da rejimlerin aynı propaganda silahlarını kullandıklarını görüyoruz. İyi bir kadının görevi “devletine, milletine faydalı” nesiller yetiştirmek olarak koyuluyor.
Türkiye’de rejimin kutsallık perdesiyle örttüğü gerçekler
Türkiye’deki güdük burjuva demokrasisinin bile ortadan kaldırıldığı 12 Eylül 1980 askeri faşist darbe döneminde de işçi ve emekçilerin dini inançları ve aile değerleri rejim tarafından istismar edilmiştir. Faşist darbenin lideri Kenan Evren 1982 anayasası için yapılan seçim mitinglerinde ayet ve hadislerden seçmeler yaparak kitlelerin inançları üzerinden duygu sömürüsü yapmış, aile değerlerini kullanarak sola ve devrimci örgütlere kinini kusmuştur. Komünizm korkusu burjuvaziyi ve Evren’i imana getirmiş, 12 Eylül faşist rejimi Türkiye’de Erdoğan’dan sonra en çok imam hatip lisesi açan rejim olmuştur.
Türkiye’de din hep devlet aygıtının tekelindedir. Devletin bir resmi dini vardır. Tek adam rejiminin kitle psikolojisini belirlemekte önemli bir etkisi vardır. Din adamlarının büyük çoğunluğu da doğrudan siyasetin parçasıdırlar. Erdoğan’ın din görevlilerine “Nasıl imame tespihin tanelerini bir arada tutuyorsa imam kardeşlerimiz mahallesini, müftülerimiz ilini ve ilçesini bir arada tutmalıdır. O imame koptuğu anda tespih dağılır. İşte dağılmaması için bunu başarmamız lazım” demektedir. Bu talimatı alan imam da haklarını almak için grev yapan işçileri yediği ekmeğe ihanet etmekle suçlayabilmekte, Cuma hutbelerinde iktidarın borazanlığını yapmaktadır.
AKP ve Erdoğan’ın inşa ettiği rejim dini kurallara dayalı bir rejim değildir. Ancak o, ülke tarihinde dünyevi çıkarları temelinde dini bu kadar etkili bir şekilde kitlelerin algısını yönetmekte kullanabilen ilk iktidardır. Kadroların İslamcı-muhafazakâr görünümü ve geçmişi bu işi kolaylaştırmaktadır. Erdoğan yaptığı mitinglerde elinde Kuran ile çıkıp halkın oyunu istemiş, muhalefet edeni Zerdüştlükle, inançsızlıkla suçlayıp, onlara oy verenlerin günah işlediği algısını yaratmakta pek mahir olmuştu. Eski Savunma ve Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın “AKP adaylarına oy vermenin kıyamet günü berat belgesi olacağı” yönündeki sözleri de dindar emekçilerin nasıl bir kumpasa alındığını açıkça göstermektedir. Örneklerden de görüldüğü gibi “halkın ne zaman ahlâki araçlarla buyruk altında tutulması gerekse din, yığınları etkilemede bütün ahlâki araçların ilki ve başlıcası olmuştur ve öyle oladurmaktadır.”[2]
AKP kitle desteğini koruyabilmek için din üzerinden kurduğu tahakkümü aile ve kadına yönelik politikalarıyla da pekiştirmektedir. Din temelli nikâhı da, en az üç çocuk sahibi olmayı da, kürtaj karşıtlığını da dini bir görevmiş gibi dayatan AKP, boşanmaları zorlaştırdı. Kadını eve ve erkeğe daha da bağımlı hale getiren söylem ve politikaların sonucu kadına yönelik şiddet, taciz ve cinayetler katlanarak arttı. Kürtaj yasal olarak değilse de fiilen engelleniyor. Kutsal aile demagojisiyle aileyi yeni rejimin minyatür versiyonu gibi dizayn etme çabası hız kesmeden devam ediyor.
Ezilen emekçi kitleleri umursamadıkları, onların yoksulluğunu umursamadıkları gün gibi ortada iken faşist liderler aile değerlerinin ve dinin önemi üzerinden yaptıkları konuşmalarla kitleleri peşlerinden sürükleyebiliyorlar. Ama geçmişte olduğu gibi bugün de bu iş sonsuza dek süremez. Engels’in dediği gibi “Gelenek yavaşlatıcı büyük bir güçtür, tarihin eylemsizlik kuvvetidir ama salt edilgin olduğu için, dinecektir; ve bu yüzden, din, kapitalist toplumun sürekli koruyucusu olmayacaktır. Hukuk, felsefe ve din konularındaki idealarımız, belirli bir toplumda yürürlükte olan ekonomik ilişkilerin epey uzak uzantıları ise, böyle idealar, en sonunda, bu ilişkilerdeki tam bir değişmenin etkilerine dayanamaz. Ve doğaüstü vahye inanmadığımız sürece, hiçbir dinsel öğretinin sallanan bir toplumu, yıkılmaktan kurtaramayacağını kabul etmek zorundayız.”[3]
[1] Ayrıntılı okuma için İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar ve Faşizm, marksist.com
[2] Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yay., s.52
[3] Engels, age, s.53-54
link: Derya Çınar, Faşizmin Din ve Aile Üzerinden Tahakkümü, 8 Şubat 2019, https://marksist.net/node/6597
Hindistan İşçi Sınıfının Ayak Sesleri
40. Yılında İran’da Devrim ve Karşı-Devrim