Geçtiğimiz Ekim ayı çeşitli ülkelerde devlet başkanlığı ve parlamento seçimlerine sahne oldu. Brezilya’da PT (İşçi Partisi) adayı Dilma Rousseff başkanlık yarışını tekrar kazandı, ki bu PT’nin 12 yıllık iktidarının bir dört yıl daha devam edeceği anlamına geliyor. “Arap Baharı” denilen halk ayaklanmalarının ilk durağı olan Tunus’taki seçimleri ise “laik ve sol” olarak sunulan Nida partisi kazandı. Bin Ali diktatörlüğünün devrilmesinden sonra yapılan bu ikinci seçimde, İslamcı En Nahda partisi ikinci sırada yer aldı. Rusya ile Batılı emperyalist güçler arasındaki kapışmanın ve iç savaş ortamının devam ettiği Ukrayna’daki seçimlerde de, kendilerini “demokrasi ve özgürlük” yanlısı olarak lanse eden AB yanlısı partiler ezici çoğunluğu sağladılar. Devlet başkanı Poroşenko’nun Dayanışma Partisi ile yine AB’ci başbakan Yatsenyuk’un Halk Cephesi toplamda %44 oy aldılar.
Söz konusu ülkelerde gerçekleşen seçimlere daha yakından bakalım.
Brezilya: tekellerin desteklediği “sosyalist” partiler
Brezilya’daki başkanlık seçimlerini, Lula’nın yerini almış olan PT adayı Rousseff, ikinci turda aldığı %52 oyla kazandı. Rakibi ve PSDB’nin (Sosyal Demokrat Parti) adayı olan Neves ise %48’de kaldı. Ayrıca ilk turda bu iki adayın yanı sıra bir de PSB’nin (Brezilya Sosyalist Partisi) adayı olan Silva da yarışmış ve %21 oy almıştı. Silva ikinci tura kalamayınca, tekelci burjuvazinin ve ABD’nin adamı olan Neves’i destekleyeceklerini açıklamıştı, ama bu destek de Neves’in kazanmasına yetmedi.
Brezilya’daki seçimlerde yarışan partilerin üçü de, “işçi, sosyalist, sosyal demokrat” gibi sıfatlar taşımaktadırlar. Ama gerçekte hepsi de burjuva sol partilerdir. Hatta Neves’in PSDB’sinin burjuva anlamda bile solla alâkasının olmadığını belirtmek gerekir. Bu partilerin kitleleri kandırabilmek ve oylarını alabilmek için sol söylemler kullanmalarının nedeni, işçi-emekçi kitlelerin artan hoşnutsuzlukları ve değişim istekleridir. 12 yıl önce PT’yi iktidara taşıyan da bu olmuştur.
Kendisi de bir metal işçisi ve sendikacı olan İşçi Partili Lula, 12 yıl önce işçi ve emekçilerden aldığı oylarla seçimi kazanmış ve kitlelerde büyük umutlar yaratmıştı. Gerek işçiler gerekse de Brezilya’nın diğer ezilenleri (yerliler, köylüler vb.), onyıllardır askeri diktatörlükler altında inledikleri için Lula’nın seçilmesini büyük bir coşkuyla karşılamışlardı. Sol ve sosyalist partilerin hepsi de 2002’deki seçimlerde Lula’yı desteklemişlerdi. Ancak aradan geçen 12 yılda Lula ve halefi olan Rousseff, emekçilerin beklentilerini büyük ölçüde boşa çıkardılar. Bu iki liderin önderliğindeki PT iktidarı, halkın yoksul kesimlerine sosyal yardımlarda bulunmak ve aslında onları bu yardımlara muhtaç etmekten fazla bir şey yapmadı. Bu arada emperyalistlerle ilişkileri daha da geliştirdi, Brezilya ekonomisi gelir uçurumunun katlanması pahasına yüksek büyüme oranlarına ulaştı ve ülke dünyanın altıncı büyük ekonomisi haline geldi. Siyasi yozlaşma ve rüşvet ise aldı başını gitti. PT’nin üst düzey kadrolarının hepsi de zengin oldular. PT’nin birçok yöneticisi yolsuzluk ve rüşvetten tutuklu bulunuyor. PT çıkardığı yasalarla da işçi sınıfının bazı haklarını gasp etti. Örneğin emeklilik yaşını yükselterek “mezarda emeklilik” yasasını geçirdi. Üstelik geçtiğimiz yıl Dünya Kupasından önce başlayan ve sonrasında azalarak devam eden protesto gösterileri esnasında da PT iktidarı ne kadar “demokrat” olduğunu estirdiği polis terörüyle kanıtladı. Bizzat Rousseff, başkentin favelalarının (gecekondu mahalleleri) ordu birliklerince işgal edilmesine onay verdi.
PT’nin bu kötü performansına rağmen işçi-emekçi kitlelerin çoğunlukla Roussef’e oy vermelerinin temel nedeni ise alternatifsizliktir. Çünkü diğer seçenekler PT’den daha beter durumdadır. Örneğin Neves, tam anlamıyla tekelci burjuvazinin adamıdır. ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler onu desteklemektedirler. Ülke içinde de finans kesimleri, kilise ve tüm sağ unsurlar Neves’i desteklemişlerdir. Neves’in programı da doğal olarak neo-liberal saldırı politikalarıyla doludur ve PT’nin getirdiği halk yararına tüm düzenlemelerin tasfiyesini içermektedir. Bu yüzden de Neves işçi-emekçi kesimler tarafından sevilmemektedir. Tekelci burjuvazi ve Batılı güçlerden oluşan neo-liberal blokun, sırf PT’nin oylarını bölmek için cilâlayıp parlattıkları Silva’nın da Neves’ten pek farkı yoktur. Kendisi de eskiden PT’nin liderlerinden olan Silva, tekelci medyanın ve Evangelist kilisesinin büyük desteğini almıştır. Seçim kampanyası boyunca kiliseyle, uluslararası sermayeyle iyi ilişkiler kuracağını, ABD’yle ilişkileri düzelteceğini söylemiştir.
Rousseff de seçim sonrasında yaptığı konuşmalarda ekonomik büyümeyi sürdüreceğini ve bu amaçla da uluslararası tekellerle ve Batılı emperyalist güçlerle daha iyi ilişkiler kuracağını deklare etmiştir. Bunun tek anlamı işçi sınıfı üzerindeki sömürünün ve baskının artacak olmasıdır. Benzer şekilde Rousseff’in kamu harcamalarını kısacağı ve “sosyal refah programı”nda kesintiye gideceği de aşikârdır. Dolayısıyla protestolar artacak ve PT hükümeti de baskıcı uygulamaları arttıracaktır.
Tüm bu nedenlerden dolayı, Brezilya’da başkanlık seçimini PT adayı Rousseff’in kazanmış olmasının işçilerin beklentilerini karşılamayacağı açıktır. Çünkü PT, adı her ne kadar İşçi Partisi olsa ve sol bir söylem kullansa da, gerçekte burjuva sol bir partidir. Solculuk adına uyguladığı popülist politikalarla işçi sınıfının gözünü boyamaya çalışmaktadır. Bu yüzden de işçi sınıfı açısından gerçek bir seçenek oluşturmamaktadır.
Tunus’ta “yeniden doğuş” mümkün mü?
Tunus’ta yapılan genel seçimleri ise Nida Tunus (“Tunus’un Çağrısı”) adlı parti kazandı. Nida Tunus %38 oyla mecliste 84 sandalyeye sahip olurken, ikinci parti konumundaki En Nahda (“Yeniden Doğuş”) ise %32 oyla 69 sandalye kazanabildi. 217 üyeli meclisteki geri kalan sandalyeler ise 15 parti arasında paylaşıldı. Seçimlere katılım oranı ise %62 olarak açıklandı. Mevcut tabloya göre Nida Tunus partisinin bir koalisyon hükümeti kurması gerekiyor. Ayrıca 23 Kasımda da ülkede cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak.
Seçimlerden galip olarak çıkan Nida Tunus partisi, ülkedeki En Nahda karşıtlarının oluşturduğu bir blok olarak görülebilir. Müslüman Kardeşler çizgisindeki En Nahda’ya karşı olan “laik ve sol” kesimler ile eski Bin Ali iktidarının üst düzey bürokratları ve yine Bin Ali’nin partisinin kadroları Nida Tunus’ta kümelenmiş durumda. Parti yönetiminde ipler asıl olarak Bin Ali rejiminin kadrolarının elinde. Partinin genel başkanı olan Essebsi, ülkenin kurucusu sayılan Burgiba döneminde ve sonrasında Bin Ali rejiminde çeşitli kereler bakanlık yapmış birisi.
Nida Tunus’un seçim zaferini, başta Batı medyası olmak üzere ülkedeki “laik ve sol” kesimler sevinçle karşılasa da ortada işçi ve emekçiler açısından sevinilecek bir tablo olmadığını belirtmek gerekiyor. Tersine Nida Tunus’la birlikte eski Bin Ali kadrolarının tekrar iktidara gelecek olması, aslında rejimin tam olarak yıkılamadığının bir kanıtı olarak görülmeli. Kitlesel protesto gösterileri, Bin Ali iktidarını deviren halk ayaklanmasının ardından da sürdüğü, yani işçi ve emekçi sınıfların tepkileri henüz dinmediği için Nida Tunus özgürlükçü, sol ve laik bir söylem tutturmuş olsa da, gerçekliğin böyle olmadığı açıktır. Devletçilik “solculuk” diye yutturulmaya çalışılmakta; Burgiba döneminden beri kendini devletin sahibi olarak gören elitist bürokrasinin ve rejim kadrolarının yoksul halkı ve onların dini duygularını hor gören yaklaşımı “laiklik” olarak sunulmakta; Tunus’taki hepitopu parlamenter seçimlerden ibaret olan burjuva demokrasisi ise “özgürlükçülük” olarak adlandırılmaktadır.
Başta ABD olmak üzere Batı’nın ve Körfez ülkelerinin desteğini alan Nida Tunus, seçim kampanyası boyunca, bütçe açıklarının giderilmesi için kamu harcamalarının kısılacağını, memur ve işçi alımlarının durdurulacağını, kamu kurumlarının özelleştirileceğini, yakıt fiyatları üzerindeki sübvansiyonların kaldırılacağını dile getirmiştir. Kısacası Nida Tunus tamamen neo-liberal bir saldırı programına sahiptir. Bu yüzden de bıraktık işsizliğin ve yoksulluğun giderilmesi yönündeki taleplerini karşılamayı, Batılı emperyalistlerin ve tekellerin istekleri doğrultusunda hayata geçireceği neo-liberal politikalarla işçi-emekçi sınıfların durumunu çok daha kötüleştirecektir.
Gerçekte hiçbir yenilik ifade etmemesine rağmen Nida Tunus’un seçimleri kazanmasındaki birinci faktör, tıpkı Mısır’daki İhvan örneğinde olduğu gibi, En Nahda’nın ayaklanan kitlelerin taleplerini hayata geçirmekten uzak oluşu ve bu konuda asgari düzeyde dahi çok yetersiz kalışıdır. Çünkü kitleler Bin Ali’yi devirirken tek dertleri bu baskıcı diktatörlüğün son bulması değildi. Aynı zamanda işsizliğe, yoksulluğa, siyasi yozlaşmaya, rüşvete, yolsuzluğa ve daha bir dizi ekonomik ve siyasal soruna da çare bulunmasını istiyorlardı. Bu yüzden önce Bin Ali’yi devirdiler, sonra da burjuvazinin kurucu meclisi oluşturmasını destekleyerek adı gibi “yenilenmeyi, yeniden doğuşu” sağlayacağına inandıkları En Nahda’yı iktidara getirdiler. Devrimci bir alternatife sahip olmadıkları, dolayısıyla da örgütsüz ve bilinçsiz oldukları için bilemedikleri şey ise, bu taleplerinin düzenin sınırlarını aştığı ve ancak bir işçi iktidarı altında hayata geçebileceğiydi.
Kitleler En Nahda’ya bir şans verdiler, tıpkı Mısır’da İhvan’a yaptıkları gibi. Ve tıpkı Mısır’da İhvan’ın yaptığı gibi Tunus’ta da En Nahda hükümet olur olmaz kendisini destekleyen burjuva kesimlerin çıkarları doğrultusunda kendi iktidarını kurmaya ve pekiştirmeye girişti. Kitlelerin devam eden protesto gösterileriyle ortaya koyduğu uyarılara aldırış etmedi ve hatta bu gösterileri polis terörüyle bastırmaya çalıştı. Radikal İslamcı grupları kendi yanına çekebilmek için onlara sürekli tavizler verdi ve sol-sosyalist liderlere yönelik siyasi cinayetlerin üzerini örtmeye çalıştı. Böylece kısa sürede miadını doldurdu ve Nida Tunus’un önünü kendi elleriyle açmış oldu.
Kuşkusuz gerek Mısır’daki gerekse de Tunus’taki süreçlerde, Müslüman Kardeşler çizgisindeki partilerin “devrilmesinde” ABD’nin ve diğer Batılı emperyalist güçlerin parmağı olduğunu da unutmamak gerekir. Çünkü “Arap Baharı” denilen halk ayaklanmaları dalgasının ilk ve en önemli sonuçlarından birisi başını AKP’nin çektiği “ılımlı İslam” çizgisinin tüm Ortadoğu’da yükselişe geçmesiydi. AKP’nin de önünü kesmek isteyen ABD açısından, kontrol altında tutmakta zorluk çektiği Müslüman Kardeşler çizgisinin önünü kesmek şarttı. Bunun ilk örneği Mısır’da yaşandı ve “güzellikle” yola gelmeyen İhvan, “kitle hareketi destekli” görünümlü bir askeri darbeyle devrildi. Sıranın kendisine geldiğini hızla kavrayan En Nahda liderliği, derhal çark ederek uzlaşı yoluna gitti ve hükümetten çekilerek yerini bir teknokrat hükümetine bıraktı. Sonrasında yapılan seçimlerde de ancak ikinci sırada yer alabildi.
Bu tablo bize açıkça göstermektedir ki, Tunus’taki seçimlerin galibi kim olursa olsun, işçi ve emekçi sınıflar bir şey kazanmış değildir. Onların haklı beklentilerini ve taleplerini ne Nida Tunus ne de En Nahda karşılayabilecektir. Zaten Tunus’ta da Mısır’da da kitle hareketi henüz tamamen sönmüş değildir. Kitleler burjuvazinin sunduğu sahte seçenekler arasında bocalıyor ve devletin baskısı sonucu her iki ülkede de kitle hareketinde kısmi geri çekilmeler yaşanıyor olsa da, toplumsal kaynama halen devam etmektedir. Kitleleri sokağa döken yakıcı, katlanılmaz ve dayanılmaz sebeplerin, sorunların hiçbiri çözülmüş değildir. Dolayısıyla işçi ve emekçi sınıfların yarattığı bu dalgalar, hele ki Ortadoğu coğrafyasının içinde bulunduğu ekonomik-sosyal-siyasal koşullar göz önüne alınırsa, daha uzun bir süre burjuva düzenin duvarlarını dövecektir.
Ukrayna seçimleri: bölünmeye doğru bir adım daha
Ukrayna’daki genel seçimleri beklendiği gibi AB-Batı yanlısı sağ partiler kazandılar. Bu partiler toplamda oyların %70’e yakınını aldılar, ama seçimlere katılım oranı da %52’de kaldı. Eski Rusya yanlısı hükümetin devrilmesinden sonra gerçekleşen bu ilk parlamento seçiminde cumhurbaşkanı Poroşenko’nun sağ bloku (%21,81) ve başbakan Yatsenyuk’un sağcı partisi “Halk Cephesi” (%22,14) toplamda %44 oy aldılar. Diğer sağcı ve faşist partilerin aldıkları oylar da eklendiğinde, sağ partilerin aldığı toplam oy oranı %70’i buluyor. Beklenenin aksine Meydan gösterilerinde ve sokak çatışmalarında öne çıkan faşist partilerin çoğu meclise giremedi. Ancak %5 barajını aşamayan bu partiler mecliste yer almayacak olsalar da, muhtemel sağ koalisyonu oluşturacak partilerin içinde çok sayıda faşist-ırkçı vekil bulunuyor.
Kiev hükümetinin düzenlediği seçimlere katılmayan Donetsk ve Lugansk bölgeleri ise ayrıca seçim düzenlediler. Bu bölgelerde yapılan seçimleri yine beklendiği gibi Rusya yanlısı liderler kazandılar. Her ne kadar Batı ve Kiev hükümeti Donetsk ve Lugansk bölgelerindeki seçimleri tanımadıklarını ilan etseler de, bu tablo Ukrayna’daki seçimlerin en bariz sonucunun ülkenin bölünmüşlüğü olduğunu ortaya koymaktadır.
Batı medyası seçimlerde AB yanlısı partilerin oyların ezici çoğunluğunu almasından hareketle Ukrayna’da demokrasinin kazandığını ilan etti. ABD ve AB ülkelerinden giden gözlemciler hemen seçimlerin son derece demokratik bir şekilde geçtiğini açıkladılar. Oysa gerçekte durum farklıydı. Muhalif Blok ve Komünist Parti, seçim öncesinde çok ciddi engellemelerle karşılaştılar. Parti büroları saldırıya uğradı, seçim çalışması yürütmeleri fiilen engellendi ve hatta Komünist Parti kapatılmakla tehdit edildi. Buna rağmen Muhalif Blok %9 ve Komünist Parti ise %4 oy aldı. Ayrıca seçmenlerin sadece %52’sinin sandık başına gitmesi de seçimlerin ne derece halkın tercihlerini yansıttığını ortaya koymaktadır.
Gerek eski hükümetin devrilmesinden bu yana yaşanan gelişmeler gerekse de seçim süreci açıkça göstermektedir ki, Ukrayna’da tüm siyasete Batı ve Rusya arasındaki emperyalist kapışma damgasını vurmaktadır. Seçimler de bundan payını fazlasıyla almıştır. Mecliste çoğunluğu oluşturan AB-Batı yanlısı sağ partiler ve hükümet, tüm seçim sürecinde estirdikleri havayla kendilerine verilmeyen her oyun Rusya yanlılarına gideceği imajını oluşturmuş ve bir anlamda seçmenleri “ya eskiye dönmek ya AB’ye girmek” ikileminde bırakarak seçimin galibini baştan belirlemişlerdir.
Kuşkusuz işçi ve emekçi halkın köklü değişim ve ekonomik sorunların sona erdirilmesi yönündeki istekleri devam etmektedir ve meselenin AB üyesi olmaktan ibaret olmadığının da herkes farkındadır. Ama şimdilik mevcut sağ blok, halkın çoğunluğunu, bu isteklerinin hayata geçmesinin tek koşulunun ülkenin Batı’ya daha fazla entegre olması ve AB’ye üye olunması olduğuna ikna etmiş durumdadır. Eski SSCB rejiminin bürokratik sultası altında çok çekmiş olan işçi ve emekçi sınıfların, 1990 sonrası Rusya yanlısı hükümetler dönemine dair de olumlu hiçbir hatırasının olmadığı göz önüne alındığında, bunda çok da şaşılacak bir şey yoktur.
Aslında işçi-emekçi sınıflar açısından durumu “kırk katır mı, kırk satır mı” tarzı bir ikileme sıkışılmış olması şeklinde özetlemek mümkündür. Ülkeyi iç savaşa sokan ve sonunda da fiilen bölen burjuva kamplar arasındaki kapışmanın işçi-emekçi halkın başına açtığı belâlar ortadadır. Yaşanan iç savaşta 4 binden fazla insan hayatını kaybetmiş ve 1 milyona yakın insan ise yerinden yurdundan ayrılmak zorunda kalmıştır. Güneydeki Kırım ve doğudaki Donetsk-Lugansk bölgeleri fiilen ülkeden kopmuştur. Daha da önemlisi Ukrayna halkıyla Rus asıllı halk arasına ciddi düşmanlık tohumları ekilmiştir.
Maalesef dünyanın pek çok yerindeki örneklerde olduğu gibi devrimci alternatiflerin ve örgütlülüğün yokluğunda işçi ve emekçi kitleler burjuva kamplardan birinin kuyruğuna takılarak burjuva kapışmada taraf olmaktadırlar. Dolayısıyla tüm süreç burjuva güçlerin ve onların sırtlarını yasladıkları emperyalist güçlerin çıkarları, planları, müdahaleleri temelinde şekillenmektedir. Ukrayna açısından bunun anlamı da gittikçe ağırlaşan ekonomik sorunların devam edeceği, emperyalist kapışmanın daha da kızışacağı ve bölünmeden kaynaklı iç savaşın daha da şiddetleneceğidir.
Batılı emperyalist güçler ve AB yanlısı burjuvazi, Donetsk-Lugansk bölgelerinde ayrı seçim yapılmasını ateşkesi sona erdirmenin bahanesi olarak öne süreceklerine dair ipuçlarını şimdiden vermeye başladılar. Zaten büyük ölçüde kâğıt üstünde kalmış olan ve pamuk ipliğine bağlı bulunan ateşkes her an bozulabilir. Kiev hükümeti doğuya tekrar asker sevketmeye başladı bile. Rusya da Donetsk-Lugansk içlerine silah ve asker sokmaya devam ediyor. Ayrıca sürekli yaptığı tatbikatlar ve silah denemeleriyle de Batı’ya gözdağı vermeye devam ediyor.
Rusya, Ukrayna’daki seçim sonuçlarını tanıdığını ilan ederek, Batı’nın da Donetsk-Lugansk bölgesindeki seçimleri tanımasını istedi, fakat bir sonuç alamadı. Batı, Rusya üzerindeki ekonomik ambargoyu sürdürmeye devam ediyor. Bu ambargonun bedelini ise büyük ölçüde Rusya, Ukrayna ve AB ülkelerindeki işçiler ödüyorlar. Rusya elindeki doğalgazı bir koz olarak kullanıp, Ukrayna’yı ve AB’yi sıkıştırmaya devam ediyor.
Diplerden yeni dalgalar gelmeye devam edecek
Seçim süreçleri üzerinden ele aldığımız bu üç örnek ve mevcut dünya konjonktürü bize neleri gösteriyor? Birincisi, süregiden emperyalist savaş ve ekonomik kriz dünyayı daha da istikrarsızlaştırmakta, her türlü tarihsel-toplumsal çelişkiyi ve siyasal sorunu daha da keskinleştirmektedir. İkincisi, buna mukabil tüm dünyada işçi-emekçi sınıflar ve ezilen halkların huzursuzluğu da artıyor. Kitleler tepkilerini ve öfkelerini dışa vuruyor, isteklerini ortaya koyuyorlar. Üçüncüsü, bu koşullar altında genel olarak burjuvazinin düzenini sürdürmesi ve yönetmesi giderek zorlaşıyor. Bizzat burjuva sınıf içinde de çelişkiler artıyor ve rekabet kızışıyor. Dünya çapındaki hegemonya yarışına ve emperyalist kapışmaya paralel olarak ülkelerde de burjuva kamplar/kesimler arasındaki siyasi mücadele kızışıyor ve hatta kimi ülkelerde iç savaş boyutuna varıyor. Dördüncüsü, aslında devrimlere ve devrimci fırsatlara gebe bir tarihsel dönemden geçiyoruz, fakat işçi sınıfının genel örgütsüzlüğü ve devrimci önderlikten yoksunluğu, kitlelerin enerjilerini düzen sınırlarına takılı kalarak heba etmelerine yol açıyor.
Doğru kanallara aktarılabildiğinde devrimleri doğurabilecek bu muazzam enerjinin şimdilik boşa gitmesi, elbette geçici bir durumdur. Çünkü kitleleri harekete geçiren sorunlar olduğu yerde durmaktadır ve bunların düzen içi çözümleri yoktur. Ne Brezilya’da PT işçi-emekçi kitlelerin yoksulluğuna ve ülkenin korkunç düzeylere ulaşmış gelir eşitsizliğine çare bulacaktır, ne de Tunus’da Nida Tunus hükümeti daha yakın zaman öncesine kadar ayağa kalkmış olan Tunus halkının özlemlerini ve ihtiyaçlarını giderebilecektir. Benzer şekilde Ukrayna’da da AB yanlısı sağ hükümetlerin ülkeyi emperyalist savaşın kıskacından ve giderek derinleşen ekonomik krizden kurtarma şansı yoktur. Bu sebeplerden dolayı kitle hareketleri önümüzdeki dönemde de artarak devam edecektir. Üstelik de gittikçe daha radikalize olarak. İşçi ve emekçiler, bizzat deneyerek burjuva sol partilerin, devletçi-statükocuların ya da AB-Batı yanlısı sağ partilerin kendileri için seçenek olmadığını eninde sonunda göreceklerdir.
Komünistlerin görevi, tek gerçek seçeneğin Ekim Devriminin ortaya koyduğu gibi işçi iktidarı ve demokrasisi olduğunu işçi sınıfına kavratmaktır. Tarih, şimdiki gibi kronikleşmiş sorunların tek çözümünün toplumsal devrimler olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Emperyalist-kapitalist sistem altında da bu sorunlar aynı yoldan çözülmek durumundadır. İşsizliğe, yoksulluğa, sefalete, her türlü eşitsizliğe ve adaletsizliğe, gittikçe artan baskılara, anti-demokratik uygulamalara, savaşlara ve yol açtıkları yıkıma, ölümlere, katliamlara… Kısacası kapitalizmin yarattığı tüm sorunlara son verecek olan şey bellidir: İşçi iktidarı.
link: Kerem Dağlı, Brezilya, Tunus ve Ukrayna Seçimleri, 19 Kasım 2014, https://marksist.net/node/3734
Diplomalı İşsiz!
Eğitim Sistemi ve Sonrası!