Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık hakkı tanınacağını açıklaması yoğun tartışmalara yol açtı. İlk başta Suriyelilere insani nedenlerle vatandaşlık hakkı verilecekmiş gibi bir izlenim yaratıldıysa da, Erdoğan sonraki açıklamalarında muradının gerçekte ne olduğunu açıkça ortaya koydu.
Suriyelilere vatandaşlık hakkının nasıl verileceği kesinleşmiş olmasa da, hükümetten gelen açıklamalar önemli ipuçları veriyor. Söylenenlerden, bütün Suriyelilerin değil bazı Suriyelilerin vatandaşlığa geçirileceği anlaşılıyor. Yakın zaman önce Tayyip Erdoğan Suriyelilere yönelik şu sözleri sarf etti: “Sığınmacıların içinde çok kalifiye insanlar var, kalifikasyonu yüksek insanlar var, kariyer sahibi insanlar var. Biz almayalım da İngiltere‘ye, Kanada’ya, şuraya buraya mı gitsin?”
Cumhurbaşkanı’nın ardından AKP’li bakanlar da aynı doğrultuda sözler sarf ettiler. İçişleri Bakanı Efkan Ala, “Yarar gördüğümüz Suriyelileri Türk vatandaşlığına alacağız. Vatandaşlık alan Suriyeliler kendi vatandaşlarına hizmet edecek” dedi. Basına yansıyan çeşitli açıklamalarda, rejim muhalifi olan bazı kritik isimlerin “vatandaşlık” yoluyla can güvenliğinin sağlanacağı ve bunlardan istihbarat için faydalanılabileceği, paralı ama yatırım yapamayan Suriyeli işadamlarının önünün açılacağı ifade ediliyor. Söz konusu vatandaş adaylarının MİT tarafından güvenlik soruşturmasına tâbi tutulacağı da belirtiliyor. Sonuç olarak, Suriyelilerin “Türkiye’ye fayda sağlamaları” halinde çifte vatandaşlık haklarına sahip olmalarının sağlanması hedefleniyor.
Oysa Suriyelilere vatandaşlıktan söz eden AKP hükümeti, daha onlara mültecilik hakkı bile tanımış değildir. Bunu değiştirmek için herhangi bir çaba içinde de değildir. Yabancı sığınmacıların mültecilik haklarından yararlanmasını sağlayan Cenevre Konvansiyonunu şerh düşerek imzalayan Türkiye, sadece Avrupa ülkelerinden gelecek olan sığınmacılara bu hakkı tanımayı kabul etmiştir. Oysa Türkiye, Asya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler için bir geçiş bölgesi olma özelliği taşıyor. Başta Suriye ve Irak gibi yangın yerine dönen ülkelerden kaçanlar olmak üzere milyonlarca insan Türkiye üzerinden Batı’ya geçmeye ya da bu olmadığı takdirde Türkiye’de kalmaya çalışıyor. Ancak Türkiye bu sığınmacıları mülteci olarak tanımıyor ve ancak üçüncü bir ülkeye geçene kadar ikamet etmelerine izin veriyor.
Mülteci hakları konusunda yasal düzenlemelere sahip oldukları halde AB ülkelerinin mültecilere sınırlamalar getirmeleri de ayrıca ele alınması gereken bir ikiyüzlülüktür. Avrupa burjuvazisinin derdi de AKP’ninkinden çok farklı değildir. Onlar da her Suriyelinin sınırlarından içeri girmesini istemiyorlar. Hatta Alman Der Spiegel dergisi Mayısta yayınlanan bir haberinde, Türkiye’den AB’ye gönderilen Suriyeli mültecilerin çoğunlukla “ağır hasta veya eğitimsiz” olduğunu söyleyerek AB’nin mültecilere bakış açısını yansıttı. İnsanlık değerleri, savaş koşullarından kaçan Suriyelilerin korunması ve barınma olanaklarının sağlanması söz konusu olunca, burjuva çıkarların oluşturduğu duvara çarparak tuzla buz oluyor.
Avrupa Birliği, imzalanan geri kabul anlaşmasıyla sorumluluğu Türkiye’ye yıkma derdindedir. Türkiye ise mültecileri vize ve AB üyeliği konusunda açıkça pazarlık unsuru olarak kullanmıştır. 3 milyon civarında Suriyeliyi insani amaçlarla ağırladığıyla övünen AKP, anlaşmanın hemen öncesinde, pazarlık masasında rakibine blöf yapmak için Suriye sınırını tümüyle kapatmış, hatta IŞİD saldırılarından kaçmak için sınırın öte yanında biriken Suriyelilere ateş açılmış ve birçok Suriyeli hayatını kaybetmiştir.
Uluslararası Af Örgütü tarafından “yasadışı ve vicdansız” olarak nitelendirilen geri kabul anlaşması ile Türkiye ve AB ülkeleri sınırları bir açıp bir kapattılar, mültecilerin sınır geçişlerini güçleştirdiler. Bu arada savaşın, çatışmaların, açlığın hüküm sürdüğü ülkelerini terk ederek daha iyi bir yaşam kurma hayaliyle Avrupa’ya ulaşmaya çalışan binlerce mülteci Ege ve Akdeniz’de boğularak hayatını kaybetti. Alan Kurdi bebeğin ölümünün ardından mültecilerin sorunlarına dair kısa süreliğine de olsa bir duyarlılık oluşmuştu. Fakat AB ile Türkiye arasındaki geri kabul antlaşmasının imzalanması süreci ve sonrasında taraf ülkelerin yöneticilerinin ifadeleri, mültecilere gerçek bakış açısını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Burjuva siyaset ve medya, toplumsal duyarlılığı değiştirecek araçları sonuna kadar kullanıyor. Dün mülteciler denizde boğulduğunda gözyaşı dökenler, bugün kısa sürede değişen siyasi rüzgârın etkisiyle mültecilere “kendi vatanları için savaşmayan hainler” gözüyle bakabiliyorlar.
Türkiye’deki Suriyelilerin mevcut durumda ikamet izinleri bile bulunmamaktadır. 2014’te çıkarılan bir yönetmelikle Suriyeliler “geçici koruma” altına alındı. Böylece sosyal hizmetlerden faydalanma olanağına sahip oldular ancak çalışma izinleri yoktu. Bu durumu fırsata çeviren patronlar, onları ucuz işgücü olarak kullanmaktan geri durmadılar. Suriyeli işçiler kayıt dışı olarak, asgari ücretin çok altında ücretlerle çalıştırıldılar. Kısa bir süre önce ise çalışma izni almalarının önü açıldı. Ne var ki bu izin onların yaşamında bir iyileşme sağlamadı, çünkü toplam sayıyla karşılaştırıldığında çok az kişiye çalışma izni verildi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın istatistiklerine göre, 2016’nın ilk çeyreğinde farklı uyruklardan 38 bin 261 kişiye çalışma izni verilmiştir. Oysa Türkiye’de 2,5 milyon civarında Suriyeli bulunuyor ve bunların yarısının çalışma çağında olduğu ifade ediliyor. Aralarında Suriyelilerin de olduğu en az 1 milyon göçmen işçi kayıt dışı olarak hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan çalıştırılıyor. Suriye’de iç savaşın başlamasından bu yana geçen sürede, burjuvazinin Türkiye’ye sığınan Suriyelilerden nasıl istifade ettiği bu rakamlarla daha iyi anlaşılıyor. Sermaye Türkiye’yi göçmen işçilerin işgücünü sömürerek tıpkı Çin gibi ucuz işgücü cennetine dönüştürmek istiyor. Öte yandan işsizliğin, pahalılığın sorumluluğunu da Suriyelilerin üzerine yıkarak tepkinin sermaye düzenine gelmesine engel olmak istiyor. Yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalan sığınmacıların işgücünü sonuna kadar sömüren burjuvazi, işçilerin düzene karşı birleşmelerini engellemek için, göçmenlere karşı nefreti körükleyip aradan sıyrılıyor.
Bugün okul çağındaki yüz binlerce Suriyeli çocuk okula gidemiyor. Geçim sıkıntısı çeken aileler çocuklarını çalıştırmak zorunda kalıyorlar. Kamp koşullarında büyük zorluklara göğüs germek zorunda kalan Suriyeliler, kamplar dışında barınma konusunda ciddi sorunlar yaşıyorlar. Bir yandan kiraları yükseltmekle itham ediliyorlar, diğer yandan kiraları arttıran fırsatçı ev sahipleri yüzünden 10-15 kişi aynı evi paylaşmak zorunda bırakılıyor. Çok açık ki, kiraların artmasının da, ücretlerin düşmesinin de sorumlusu Suriyeliler değil, Suriyelilerin durumundan “istifade etmeye” çalışanlardır.
Erdoğan da Suriyelilerden “istifade etmek” gerektiğini söyleyerek onlara vatandaşlık hakkı verileceğini söyledi. Erdoğan, başvuran Suriyelilerin vatandaşlığa geçişini kolaylaştıracak yasal düzenlemenin bakanlıkça gündeme alındığını ifade etti. Bu arada, vatandaşlığa geçirilecek Suriyelilerin boş TOKİ konutlarına yerleştirileceği ifade edilirken, yakılıp yıkılan evlerini terk etmek zorunda kalan Kürt halkı ülke içinde göçmen durumuna düşürülüyor. Böylece açıktan ifade edilmese de kentlerin demografik yapısının değiştirilmesi de hedefleniyor. Kürtlerin ve Alevilerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerin demografik yapısıyla oynanarak, AKP’nin oy oranlarının artmasının hedeflendiği de dile getiriliyor. Oy hesabının yanında nüfus dengesinin sağlanması, Kürt ve Alevilerin hizaya sokulması da amaçlanıyor. Suriye’nin kuzeyinde, Rojava’da Kürtlerin siyasi olarak varlıklarını güçlendirmeleri karşısında, AKP hükümetinin PYD’yi demografik yapıya müdahale etmekle suçlaması bu bakımdan tam bir ikiyüzlülüktür. Üstelik kuruluşundan bu yana TC’nin Arapların ve Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı yerlerde asimilasyonu etkili kılmak için benzer nüfus hareketlerine giriştiği de biliniyor.
Sonuçta AKP’nin Suriyelilere vatandaşlık sözünün arkasında binbir kirli plan bulunmaktadır. Türkiyeli işçiler, işsizliğe, pahalılığa, evsizliğe duydukları öfkeyi Suriyelilere değil bu kirli planları yapanlara yöneltmelidirler. Sömürünün, taşeronlaştırmanın, iş cinayetlerinin, yoksullaşmanın sorumlusu olan sermayeye karşı göçmen işçi kardeşleriyle birlikte mücadeleyi yükseltmelidirler. Bu sayede savaşlar da son bulur, kapitalist sömürü sisteminin köküne de kibrit suyu dökülür.
link: Cem Keskin, Suriyelilere Vatandaşlık: “Biz Almayalım da İngilizler mi Alsın?”, 22 Temmuz 2016, https://marksist.net/node/5219
Küçük Kara Balık Olalım, Deryalara Akalım!
Seni Seçtik Mücadele!