Faşist tırmanış süreci hız kesmeden ilerliyor. Gün geçmiyor ki, bu tırmanışı somutlayan, onun basamaklarını oluşturan yeni bir gelişme olmasın. Gazetelere el koyma, Sur’a ve Silopi’de bazı mahallelere toptan ve acilen devlet kamulaştırması adı altında el konulması, yasaklanan Newroz kutlamaları, akademisyen ve aydınlara yönelik baskıların artarak devam etmesi, basına ve gazetecilere yönelik baskıların düzenli olarak ve çok yönlü artması, devlet memuru statüsündeki çalışanlara yönelik yeni baskı düzenlemelerinin hazırlanması, yasalardaki terör tanımının genişletilmesi hazırlıkları, kıdem tazminatı ve kiralık işçi büroları saldırıları vb. gitgide uzayan bir liste oluşturuyor. Kürt illerinde artık açıktan yürütülen sömürge savaşı, ülkenin dört bir yanında patlayan bombalar adeta normal addedilmeye başlanmış durumda. Faşist tırmanış süreci bu savaş ve bombalarla mahmuzlanarak yol alıyor.
Bu süreci bir faşist tırmanış süreci olarak değerlendirsin ya da değerlendirmesin, Erdoğan’ı desteklesin ya da ona karşı olsun, herkes bu gidişatın hedefine varıp varmayacağını merak ediyor. “Erdoğan hedeflerine ulaşacak mı?”, “Bu gidişat durdurulabilir mi?”, “Nasıl?” gibi sorulara yanıt aranıyor. Nitekim liberal aydınlar, HDP dahil Kürt hareketi ve sol hareket de bu konuyu tartışmakta. Erdoğan’ın başta ABD ve Rusya gibi büyük emperyalist güçlerle artan ölçüde ters düşüyor olması bu soruları daha da alevlendirmekte. Bu bakımdan işçi sınıfı açısından bu sürecin nasıl görülmesi ve nasıl bir mücadele perspektifine sahip olunması gerektiği sorusu gitgide daha büyük bir önem kazanıyor.
Sürecin doğası
Hiç kuşkusuz bu sorulara sağlıklı bir yanıt verebilmek için sürecin doğasını doğru değerlendirmek gerekiyor. Marksist Tutum olarak uzunca süredir ortaya koyduğumuz çözümlemeler ışığında temel noktaları kısaca özetleyerek başlayalım. Bu sürecin altında yatan dört temel dinamik bulunuyor. Birincisi, kapitalist dünya sisteminin tarihsel nitelikte, derin ve genel bir bunalım içinde olmasıdır, ki bu bunalım tüm dünyada genel bir eğilim olarak otoriterleşmeyi beslemektedir. İkincisi, bu bunalımın bir sonucu ya da ifadesi olarak şu anda genel bir emperyalist paylaşım savaşı sürecinin işliyor oluşudur, ki bu, kendine özgü tarzda ilerleyen bir üçüncü dünya savaşı anlamına gelmekte ve bugün asıl olarak Ortadoğu’da yoğunlaşmaktadır. AKP liderliğindeki Türkiye, ekonomik ve politik düzeyinin çok üzerinde hırslı ve maceracı bir şekilde bu emperyalist paylaşımdan pay kapmaya çalışmaktadır. Üçüncüsü, Kürt sorunu ve bu temelde yürüyen savaştır. Dördüncüsü ise, Erdoğan’ın kişisel ikbal kaygılarının da güdülediği otoriter bir başkanlık sistemine geçme hırsı ve bu uğurdaki zorlamasıdır.
Her ne kadar Türkiye’de gitgide faşizan bir karakter kazanan otoriterleşme süreci dünyanın genelinde ortaya çıkan genel otoriterleşme eğilimiyle paralellik gösteriyorsa da, bu sürecin çok belirgin bir özel boyut taşıdığı açıktır. Bu özel boyut Erdoğan’ın güttüğü emperyalist siyaset ve buna uygun olarak kendi tarzında bir başkanlık sistemi (“Türk tipi başkanlık sistemi”) getirme hevesidir. Erdoğan olmasaydı da yerine aynı tarzda biri mutlaka olurdu denebilecek bir durumdan söz edemeyiz. Bu faşist tırmanış süreci tümüyle Erdoğan’a indirgenemese de, şu ana kadarki gelişiminin somutluğu içinde bakıldığında, Erdoğan’ın kişisel hesap ve hırslarıyla sıkı sıkıya örülü bir süreçtir. 12 Eylül faşizminin aksine sermaye sınıfının bütünü Erdoğan’ın bu girişimini benimsemiş değildir. En azından henüz. Geçmişten bugüne uzanan en büyük sermaye grupları bu gidişi tehlikeli bulmakta ve destek vermemektedir. Erdoğan Türkiye’de özgül ağırlığı hep yüksek olan devlet aygıtı aracılığıyla bu kesimlere de çeşitli yöntemlerle baskı uygulamakta ve boyun eğdirmeye çalışmaktadır.
Erdoğan’ın, Türkiye gibi ancak alt-emperyalist aşamadaki bir ülkede, dışarıda büyük emperyalist güçlerin ve içerde de büyük sermayenin önemli kesimlerinin desteği ve onayı olmaksızın, bugüne kadar gemisini yürütmeyi başarmış olması da, burjuva siyasetin dengeleri açısından önemli bir veri sunmaktadır. Erdoğan, bu yolda kendi emelleri açısından ciddi bir badire doğuran 7 Haziran seçimlerini, ülkeyi kan revan içinde bırakma pahasına aşmayı başarmıştır. Bu durum, içte ve özellikle dış siyaset alanında yabana atılmayacak aleyhte etmenlere rağmen, Erdoğan’ın elindeki politika imkânlarının epeyce geniş olduğuna işaret etmektedir.
Erdoğan’ın macerası eninde sonunda hüsranla bitecek olsa da, soru, bu hüsran noktasına gelinceye kadar neler olacağı, bunun ne kadar süreceği ve tüm ezilen sınıf ve katmanlar açısından hangi bedelleri doğuracağıdır. Zira Hitler ve Mussolini’nin de sonu hüsran olmuştur olmasına, ama o noktaya gelinceye kadar, bu iki diktatör insanlığa tarifsiz acılar yaşatmış ve ağır bedeller ödetmişlerdir.
Mevcut durumda Erdoğan ile ABD emperyalizmi arasındaki ilişkilerin pek yolunda gitmiyor oluşu ve ABD cephesinde kendini gösteren eğilimin Erdoğan’ı elimine etmek yönünde olduğu artık iyice belirginleşmiş durumda. Ancak ABD emperyalizmi kadiri mutlak değil. Ne her istediğinin olması garanti, ne de istediklerinin istediği şekilde gerçekleşmesi. Vaktiyle en büyük Batılı emperyalist güçler, savaş mağlubu Almanya’da ortaya çıkan Hitler gibi patolojik bir liderin nelere yol açabileceğini pek öngörememişlerdi. Bu fiyasko elbette kendilerine ağır kayıplar yaşatan gidişatın önünü almakta da onları başarısız kılmıştı. Hitler, çıkar çekişmeleri ve zaafların doğurduğu boşluklar üzerinde, cüretkâr ve kararlı manevralarını yapabileceği alanları bulmuş ve dünyanın o zamana kadar görmediği bir yıkımın taşlarını döşemişti.
Elbette Türkiye Almanya kadar cürmü olan bir ülke değil, ancak günümüz dünyası da kapitalizmin tarihsel bir kriz içinde debelendiği bir genel savaş dünyası. Dünyanın en müreffeh ve huzurlu addedilen bölgelerinin bile bombalarla sarsıldığı bir dönem yaşanıyor.
O halde soru daha somut bir şekilde sorulabilir: Erdoğan eline mutlak iktidar gücünü geçirmeyi başarmadan önce (ya da böylesi bir talihe ulaşsa bile bunun “keyfini” yeterince süremeden) mi, yoksa “Türk tipi başkanlığın” getirebileceği tüm yıkımı gerçekleştirdikten sonra mı siyaset denkleminden çıkacak?
Erdoğan başkan olursa
Erdoğan’ın hırslarıyla örülü somutluğu içinde bu faşist tırmanış sürecinde, anayasanın değiştirilmesi ve Erdoğan’ın istediği şekilde bir başkanlık sisteminin getirilmesinin en kritik aşama olduğunu tespit etmek gerekiyor. Bu konuma gelen bir Erdoğan son birkaç yıldaki otoriter hamlelerini taçlandırmış olacaktır. Bu konum burjuva düzenin olağan denetim mekanizmalarının bile devre dışı bırakıldığı bir mutlak güç konumudur. Zaten burjuvazinin bazı kesimlerini ürküten de budur. Erdoğan’ın uzun yıllar dava arkadaşlığını yapmış olan en üst düzeydeki kişilerin bile süreç içinde bir bir tasfiye edilmesinin sebebi de esasen budur. Bu unsurlar Erdoğan’ın bazı politikalarını ve siyaset tarzını doğru bulmamaktadır. Erdoğan kişisel hırs ve tarzıyla primus inter pares (eşitler arasında birinci) konumundan tek adamlığa ilerlemiştir.
Erdoğan’ın başkanlığı, Hitler’in uzun uğraşlardan sonra Hindenburg’dan şansölyelik makamını almasına aşağı yukarı denk gelen bir aşama olacaktır. Sonrasında Erdoğan’ın parlamentoyu feshetmesine ve dolayısıyla bir Reichstag yangınına muhtemelen ihtiyaç duyulmayacaktır. Zira “Türk tipi başkanlık” gerçekleşirse, bugün bile görüntüde var olan parlamento, o zaman, varlığını devam ettirse bile, gerçekte tümüyle kartondan bir tiyatro derekesine indirilmiş olacaktır. Artık Hitler’in meşum Yetki Yasası benzeri yasaların çıkarılmasından özel olarak bahsetmeye bile gerek kalmayacaktır.
Dahası Erdoğan bu gücü ele geçirdiğinde bunun anlamı Türkiye’nin Ortadoğu ve Kürt savaşına çok daha derinlemesine dalması olacaktır. Bu haliyle Erdoğan ve bu kadro geçmişin Enver Paşalarını hatırlatıyor. Bu kadro dünya ölçeğinde tarihsel bir kavşaktan geçilmekte olduğu bilinciyle, ki bu kavrayış kendi başına yanlış değildir, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu darboğazın ancak riskli hamlelerle aşılabileceğini ve bir emperyalist sıçrama yapılabileceğini düşünmektedir. Bölgede büyük emperyalist güçlerle ters düşme pahasına ısrarla izlenen savaşçı politikalar bu yaklaşımın bir ürünüdür. Erdoğan ve onun etrafında kenetlenmiş dar bir kadro kendilerini bir ölüm-kalım savaşı içinde görüyorlar, buna kuşku yok.
Bu durumda Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçişi başarması emperyalist savaş maceralarında daha fazla yoksul emekçi gencin can vermesi ve Ortadoğu halklarına da daha büyük acıların yaşatılması anlamına gelecektir. O nedenle başta işçi sınıfı ve Kürt halkı olmak üzere, cehenneme giden bu tırmanışa karşı mücadele hayati önem taşımaktadır.
Mücadelenin odak noktası
Bu şartlar altında savaş ve faşist tırmanış sürecine karşı mücadelede, başkanlık sistemine dayalı yeni bir anayasa girişiminin bozguna uğratılması odak noktası durumundadır. Zira belirttiğimiz üzere bu tırmanış süreci Erdoğan’ın hırs ve emelleriyle fazlasıyla örülüdür. Onun bu hırsı gerçekte toplumun geniş bir kesiminde hoşnutsuzluk uyandırmış ve 7 Haziran seçimlerinde bu hoşnutsuzluk bariz biçimde kendini ortaya koymuştu. AKP o seçimde bir önceki seçime göre 10 puan düzeyinde bir kayba uğramış, medyadaki sözcüler bir yana, AKP’nin önde gelen çeşitli figürleri bile seçim sonuçlarına ilişkin muhasebelerinde “bu başkanlık zorlamasından vazgeçmek gerekir” değerlendirmesini yapmıştı.
Ancak Erdoğancı güçler buna karşı, seçim öncesinden itibaren yapmaya çalışıp başaramadıkları şeyi daha da şiddetlendirerek uygulamaya koydular ve Kürt savaşını tırmandırarak şovenizm temelinde yeni bir baskı ve sindirme dalgası yarattılar. Bunun yanı sıra Erdoğan parlamenter prosedür düzeyinde de anayasayı alenen çiğneyip hükümet kurulmasını engelledi ve ülkeyi zorla yeni bir seçime sürükledi. Yaratılan şovenist baskı ve sindirme atmosferi içinde istediğini önemli ölçüde elde etti ve koalisyonsuz bir AKP hükümeti kurdurttu. Dahası Erdoğan bu hamleleriyle AKP camiası içinde beliren tereddüt ve çözülme eğilimlerini de bertaraf etmeyi başardı ve bir anlamda “çürük elmaları” da safdışı ederek safları sıklaştırdı.
Gerek başta ABD emperyalizmi olmak üzere büyük emperyalist güçlerin, gerek içte büyük sermayenin önemli kesimlerinin muhalefetinin, gerekse de AKP içindeki çatlakların gösterdiği şey bu sürecin olağandışı ölçüde kişiselleşmiş bir niteliğe bürünmüş olmasıdır. Bu sıralanan kapitalist düzen unsurlarının AKP ile özde sorunları yoktur, ama çeşitli politikalarda ve keyfi siyaset tarzında somutlanan Erdoğancı çizgi ile vardır.
Elbette yaşanan faşist tırmanış sürecinin çeşitli boyutları var. Her şeyden önce Kürt halkına karşı baskı ve savaş politikalarının tırmandırıldığı bir süreçtir bu. Öte yandan demokratik hak ve özgürlüklere, özellikle ifade ve örgütlenme özgürlüğüne ağır darbeler vurulmaktadır. Bundan muhalif tüm kesimler nasibini almaktadır. Kürt hareketi bir yana, direniş başlatmak isteyen Renault işçilerinden barış talebini haykıran akademisyenlere, Artvin Cerattepe’de doğa ve yaşam alanları için direnen yerel halka, muhalif basına kadar geniş bir yelpaze söz konusu. Bu başlıkların en azından bazılarında mücadele ve direniş karşısında AKP hükümeti gerileme eğilimleri gösterirken, Erdoğan her seferinde hükümeti hizaya çekip sert çıkışlar yaparak gerilim stratejisini diriltmekte, sallanan unsurları tekrar savaş düzenine sokmaktadır.
Diğer taraftan bu tırmanış sürecinin temelde Erdoğan’dan bağımsız olan bir boyutu da işçi sınıfına dönük olarak hazırlanan büyük saldırılardır. Kıdem tazminatının gaspı ve kiralık işçi büroları yoluyla köle ticareti düzeninin getirilmesi girişimi, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını kökten değiştirecek ölçüde kapsamlı ve derin bir saldırı anlamına gelmektedir. Bu saldırılar özel olarak Erdoğan’ın başkanlık yürüyüşünün basamakları olarak tasarlanmıyorsa da, başkanlık sistemi doğrultusundaki zorlamanın sonucu olarak ortaya çıkan kışkırtılmış şovenizm dalgası, faşizan uygulamalar, azdırılan savaş ve patlayan bombalar, kısaca genel baskı atmosferi, bu saldırılara karşı direnişin olanaklarını zorlaştırmaktadır. Aynı cümleden devamla, bu saldırıların başarıya ulaşması, başkanlığı elde ettikten sonra Erdoğan’ın girişeceği saldırı ve maceralarda işçi-emekçi kitlelerden yükselebilecek muhalefeti de, daha doğmadan felç etme işlevi görmüş olacaktır. Sıradan sendikal örgütlenmenin bile imkânsız hale gelebileceği böylesi koşulların doğal bir sonucu olacaktır bu.
İşçi sınıfı, Kürt halkı, sindirilen üniversite gençliği, doğa katliamlarından muzdarip köylüler, çevreciler, artan ölçüde şiddete maruz kalan, kuluçka makinesi rolüne hapsedilmeye çalışılan kadınlar, sürekli olarak aşağılanıp aldatılan ve en doğal hakları bir türlü tanınmayan Aleviler, savaş karşıtları… Bunların hepsi yükselen faşist eğilimden nasibini almaktadır ve bu tırmanışa karşı mücadelede çıkarları ortaktır.
Özetle faşist tırmanış sürecine karşı mücadelenin kilit taşını ve aciliyet anlamında odak noktasını Erdoğan’ın başkanlık sistemi dayatmasına ve bu temelde şekillendirilecek anayasaya karşı mücadele oluşturmaktadır.
Ne yapmalı?
Erdoğan’ın başkanlık hevesleri, Türkiye’yi sürüklediği savaşçı macera sonucunda ya da büyük emperyalist güçlerin çeşitli hamleleriyle veyahut bir askeri darbeyle boşa çıkabilir. Bu olasılıklar mevcuttur, ancak işçi sınıfının çıkarları açısından bu olasılıklara ne bel bağlanabilir ne de bunlardan işçi sınıfının yararına bir sonuç çıkabilir. O nedenle bu olasılıklar işçi sınıfının mücadelesinin konusu değildir. Sınıf bilinçli işçiler için odaklanılması gereken nokta, mevcut somut koşullar içinde bağımsız bir sınıf perspektifinin nasıl somutlanabileceğidir.
Öncelikle tespit edilmesi gereken bir nokta var: AKP’ye oy veren geniş emekçi kitlenin hatırı sayılır bir bölümü AKP’den yüzünü çevirmedikçe bu faşist darboğazdan ilerici bir çıkış mümkün değildir. Salt kentli, eğitimli ve zihniyet bakımından küçük-burjuva, beyaz yakalı kesimler üzerine bina edilen mücadele strateji ve perspektiflerinin başarı şansı yoktur. Esasen Gezi sürecinin çarpıcı biçimde kanıtladığı temel gerçeklik budur. Bu kesimlerin kendi özel duyarlılıkları temelinde Erdoğan’ın baskıcı bir başkanlık sistemi kurmasıyla sorunları vardır ve bu potansiyel hiç kuşkusuz bir anlam ifade etmektedir. Ancak bunun esas kılınması ve ona boyundan büyük devrimci nitelikler atfedilmeye çalışılması yanlıştır. Bu kesimlerin kendi kulvarlarından başkanlık sistemi dayatmasına karşı mücadelelerini yürütmeleri elbette gerekli ve anlamlıdır. Ancak yetmez ve buna bel bağlanamaz.
Faşist tırmanış sürecine karşı mücadelede kimi sol çevrelerin laiklik sorununu öne çıkarmaları da temelde aynı bahsin bir devamı olarak görülmelidir. Laiklik sorununun bu mücadelenin bir ortaklaştırıcı ana ekseni olarak görülmesi vahim bir yanlıştır. Bu AKP’ye ve MHP’ye oy veren ve büyük çoğunluğu oluşturan geniş emekçi yığınları tümüyle yabancılaştırmayı ve karşı safta kutuplaştırmayı garanti altına almak anlamına gelir. Laiklik kapsamına giren taleplerin dile getirilmesinde değildir sorun. Sorun laiklik sorununun farklı toplumsal güçleri birleştirebilecek bir tür ana eksen olarak görülmesindedir.
Benzer şeyler savaş karşıtlığı, çevre ve kent sorunları, kadın sorunu gibi mücadele başlıkları açısından da söylenebilir. Bu konulardaki duyarlılıkların kendi mecralarından Erdoğan’ın şahsında temerküz eden faşist tırmanış sürecine direnmeleri anlamlı ve gereklidir. Ancak mücadelenin ana damarı gibi ele alınmaları yanlıştır ve bu gidişe karşı direnişin tüm kuvvetlerini kucaklamaları mümkün değildir. Hepsinden önemlisi, faşist tırmanışa dayanak yapılmaya çalışılan karşı saftaki geniş emekçi yığınların bu yolla etkilenmesi mümkün değildir.
Kürt sorunu ve Kürt hareketine gelecek olursak... Faşist tırmanış sürecine karşı mücadele eden ya da bundan muzdarip olan çeşitli muhalefet güçleri içinde hiç kuşkusuz en örgütlü ve büyük gücü Kürt hareketi oluşturmaktadır. Kürt hareketi kendi cephesinden mücadelesini yürütmektedir. Ve bu hareket mevcut koşullarda faşist tırmanışa karşı mücadelede en güçlü iç dinamik durumdadır.
Ancak işçi sınıfının son derece örgütsüz olduğu ve savaş koşullarından kaynaklı olarak ağır bir şovenist zehirlenmeye maruz kaldığı mevcut şartlar altında, omurgasını Kürt hareketinin oluşturduğu ya da Kürt hareketinin şemsiyesi altında bir ittifakın, Türkiye genelinde işçi sınıfının mücadelesi açısından etkili bir dinamik yaratması mümkün değildir. İşçi hareketinin Kürt sorununa ve savaşa kayıtsız kalmaması gerektiği ve kalamayacağı önemli bir gerçektir, fakat işçi sınıfı mücadelesinin Kürt ulusal hareketinin şemsiyesi altında bir çıkış yakalayabileceğini ummak ise başka bir şeydir.
Israrla vurgulamak gerekiyor ki, işçi sınıfının öncü/mücadeleci kesimlerini doğru bir perspektifle donatmak, bu temelde örgütlülüğünü güçlendirip seferber etmek en yakıcı görevdir. Bu sağlanabildiği ölçüde, sınıfın geri bilinçli kesimlerini de mücadeleye sevk edebilmek mümkün olacaktır. Bugün AKP-Erdoğan liderliğinin tahakkümü altında adeta hipnotize edilen emekçi kitlelerin bu boyunduruktan kurtulması da ancak böyle mümkün hale gelebilir.
Sol hareket içinde bu temel hususu unutan fantezilerin kol geziyor olması hazindir ve küçük-burjuva sosyalizminin kısırlığını ve ufuk darlığını ortaya koymaktadır. İşçi kitlelerinin genel olarak hareketsiz durumda olmaları bunun ilanihaye süreceği anlamına gelmez. Krizin etkilerinin kendisini göstermeye başladığı ve savaşın çok daha can yakıcı hale geldiği günümüz somutluğunda, işçi sınıfını hedef alan ağır saldırılar da düşünüldüğünde, sınıfın harekete geçmesi ya da en azından oy davranışlarını etkileyebilecek bir ruh hali değişiminin imkânları asla peşinen dışlanamaz. Kendine sosyalist diyenler için doğru perspektif, tüm zorluklarına rağmen işçi sınıfına yönelmek, burjuva aydınlanmacılığı türü zihniyetlerin dilinden değil, sınıfın dilinden konuşmak ve ısrarla onu harekete geçirmeye çalışmak olmalıdır.
link: Levent Toprak, Ne Yapmalı?, 2 Nisan 2016, https://marksist.net/node/5015
Çürümüş Sisteminizi Başınıza Çalın
“Ayaklar Baş Olmaz” mı? İşçiler Yönetemez mi?