Gezi eylemcilerinin İstanbul valisinin yargılanmasını istemeleri üzerine, “ayaklar baş olmaaaz” buyurmuştu Recep Tayyip Erdoğan. Çok öfkelenmiş, zıvanadan çıkmıştı devletlû hazretleri. Nasıl kızmasındı ki, kızılmayacak şey miydi şimdi bu haddini bilmezlerin yaptıkları?! Hem milyonlarcası sokağa çıkmış, sloganlar atmış, “hayatıma karışma” demiş, hem de polisin göstericilere şiddet kullanmasından, göstericileri katletmesinden sorumlu tuttukları “devletin valisinin” görevden alınmasını istemişlerdi. Tabii devletlû hazretleri de (de facto başkan baba) atalarından aldığı feyzle Gezicilerin şahsında milyonlarca emekçiye “haddinizi bilin, ayak olduğunuzu bir an bile aklınızdan çıkarmayın, vali görevden alınacaksa onu da biz alırız, siz kim oluyorsunuz” demeye getirmişti. Kullarının sokağa çıkmaları, daha da ileri gidip devletlû efendilerin (valinin) geleceği hakkında fikir beyan etmeleri, ayak olduklarını unutarak hadlerini aşmaları hoş karşılanabilir miydi? Karşılanamazdı elbet. Hem tarihsel asyatik kodlarımız ve hem de Osmanlıcı geleneklerimiz buna cevaz vermezdi. Bunun en güzel örneklerinden birini Barbaros Hayreddin’in yüzlerce yıl önce yazdığı şu beyitte görmek mümkün: “Sürahi kırılırsa kadeh ortada kalmaz; Ey saki, baş gitse ayak payidar olmaz.”
Osmanlı’nın sivil despotik devamı olan tek parti cumhuriyetinin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, 3 Mayıs 1944’te Türkçülük davasından tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye şöyle demişti: “Ulan öküz Anadolulu!.. Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa, bunu biz yaparız... Komünizm gerekirse, onu da biz getiririz... Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek, ikincisi askere çağırdığımızda askere gelmek!”
Tarih tekerrür etmez dememek lazım. Osmanlı’da olanların günümüzde de olabileceğini (hem de yüzlerce yıl sonra bile) yaşayarak görüyoruz. Bugünden Osmanlı’ya doğru geriye gidersek aynı zihniyetle karşılarız: “Bütün emekçi sınıflar devletlû sınıfın kuludur.” Osmanlı’da devletin sahibi olan üst bürokrasiden –dıvan-ı hümayun– en alt bürokrasiye kadar bürokrasinin tamamının emekçi sınıflar üzerinde tasarruf hakkı vardı. Bu onların tarihsel ve “varoluşsal” haklarıydı. Osmanlı’nın despotik bürokrasisi cumhuriyetle birlikte modernleşmişti ama zihniyetinde pek bir değişiklik olmamıştı. AKP iktidarı döneminde bürokraside makam değişiklikleri olsa da, gerek asker gerekse sivil bürokrasinin devletçi ve tekçi zihniyeti aynen devam etti. Cumhuriyetin ilk dönem bürokrasisi kendi sermaye sınıfını yaratırken, şimdi AKP bürokrasisi de “abdestli kapitalistleri” palazlandırıyor. Ne için? Daha muhkem temeller atıp yaşam süresini uzatmak için. “2071” söylemine bakılırsa, AKP bürokrasisi zulmetmede olduğu gibi algı yaratma bakımından da Kemalist bürokrasiyi aratmıyor. O da kendi yaşamını “2071” gibi manipülatif söylemlerle “sonsuz” gibi algılatmaya çalışıyor. Ama tarih bize bir kez daha gösteriyor ki, Cumhuriyetin erken dönem bürokrasisinin kanatları altında palazlanan sermaye kesimi gibi, bugünkü “islami sermaye” kesimi de AKP bürokrasisine biat etmede aynı tutumu gösteriyor.
Son derece önemli olan bir başka tarihsel gerçeklik daha var. Bütün tarihsel dönemlerde devlet bürokrasisinin bir parçası olan ve emekçi sınıfların yarattığı artı değerden önemli bir pay alan din adamları zümresi, egemen sınıfların düzenini korumak için yoksulluğa, zulme, açlığa karşı isyan etmenin günah olduğunu vaaz etmişlerdir. Kimi zamanlar çarları, kimi zaman sultanları, kimi zaman kralları, kimi zaman da Bonapartları, faşist diktatörleri, tanrının lûtfu, başımızın bekçisi ilan etmişlerdir. Onlar olmadan “devletimizin” ve varlığımızın tehlikede olduğu hikâyesi anlatılmıştır hep. Devlet başa kuzgun leşe!
Uygar topluma geçişle birlikte (sınıfların oluşmaya başlamasıyla) emekçi sınıfların yönetmeye muktedir olmadıkları ve hep bir çobana ihtiyaçları olduğu fikri çocuk yaştan itibaren körpe beyinlere şırınga edilmiştir. Eski Yunan da Heraklitos (İ.Ö.540-480) evrensel akıldan en fazla payı alan azınlığın az pay alan kıt akıllı avamı yönetmesi gerektiğini söyler. Sokrates de toplumu çoğunluğun değil, bilgili, erdemli azınlığın yönetmesi gerektiğini belirtir. Platon’a göre de her sınıf kendi işini yapar yani köle köleliğini, yurttaş yurttaşlığını, kadın kadınlığını bilirse ideal devlet odur. Yani “ayaklar” baş olmaya çalışmamalıdır. R.T.E.’nin dediği gibi.
İşçiler yönetemez mi?
Tanrının yeryüzündeki temsilcisi addedilen firavunlardan krallara, çar babalara, dinin ve devletin temsilcisi sultanlara kadar çeşitli yönetim biçimleri geldi geçti. Kapitalizmin ve modern sınıfların tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, devlet ve iktidar tanrının yeryüzündeki temsilcilerinden üretim araçlarının yeryüzündeki sahibi olan sınıfa yani kapitalist sınıfa geçti. Üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin değişmesiyle birlikte siyaset yapma biçimi de değişti. Burjuvazi parlamentolar aracılığıyla toplumu yönetmeye başladı. Burjuvaziye göre bu demokrasi demekti, yani halkın kendi kendisini yönetmesi! Sözde buna yöneticilerini kendi eliyle seçerek karar veriyordu.
Burjuvalara ve onların parlamentodaki temsilcilerine bakılırsa, Platon’un dediği gibi, herkes kendini bilmeli, işçi işçi olduğunu unutmamalı, memleket kurtarmaya, devlet yönetmeye kalkışmamalı. Neden? Çünkü devlet yönetmek bayağı insanların işi değil, okumuş yazmış seçkinlerin işi. Okumamış, eğitim görmemiş, cahil cühela işçi takımının devlet yönettiği nerede görülmüş? Sinemadan, sanattan, tiyatrodan anlamayan, diplomatik kurnazlıkları bilmeyen, ticari üçkâğıtçılıktan anlamayan, samimi inançlarını ticari çıkarlarının atlama tahtası yapmanın onursuzluğuna tercih edenlerden devlet yönetmesini beklemek abesle iştigal değil midir?! Gerçi bugün işçilerin sinemadan, sanattan, tiyatrodan anlamadığını söylemek artık doğru değil. Fakat diplomatik ayak oyunlarını bilmedikleri, ticari kulislerden anlamadıkları, yoksulların ölümlerine neden olan savaşların nedeni olmadıkları ve olmayacakları, devleti ticari bir işletme gibi görüp yönetmeyecekleri elhak doğrudur. Ayrıca kapitalistler için eğitimli olmanın anlamı, bütün bu ayak oyunlarını bilmek, temsilcisi olduğu ticari şirketleri piyasada yükseltmek için şirket işletmesinden iyi anlamak, piyasanın rekabetçi gerçeğini bilip diğerlerinin –başta işçi emekçiler olmak üzere– sırtına basarak yükselmeyi iş bilirlik saymak, devleti de kapitalist bir işletme gibi yönetmek demektir.
Oysa işçilerin kollektif mülkiyetin hâkim olduğu, kimsenin kimsenin üstene çıkmak zorunda kalmadığı, devletin ticari bir işletme olmadığı, üretimin kapitalist işletmelerin kârını esas alarak değil, kitlelerin ihtiyaçlarını gözeterek yapıldığı bir devlette burjuva iktisadını, borsacılığı, ticari ayak oyunlarını, yalanı, manipülasyonu bilmeye hiçbir işçinin ihtiyacı yoktur. Çünkü işçilerin devleti bu tür pisliklerin yaşayabileceği bir devlet değildir. Dolayısıyla işçilerin devletinde yönetici olmak için simsarlığı iyi bilen bir gayrimenkul milyarderi olmaya gerek yoktur. İşçilerin devletinde bir sovyetin üyesi olmak için onurunu burjuvaziye satmış bir “bilimci” olmaya gerek yoktur. İşçilerin devletinde kollektifin aktif bir üyesi olmak için “sanat sevici” bir tekstil imparatoru olmaya gerek yoktur. İşçilerin devletinde yönetici olmak için inançlarını patronların çıkarlarına tahvil etmiş bir “din adamı” olmaya gerek yoktur. İşçilerin devletinde namusuyla yaşayan bir madenci, bir tekstil işçisi, bir aşçı, bir rençber, onurlu bir bilim insanı, yürekli bir aydın olmak yeterlidir. Çünkü işçiler onurla yaşanan bir dünya kuracaklar.
Başka bir yönüyle bakarsak, patronlar da işçilerin yönetebileceklerini ve hatta onların yönettiği dünyada bir kişinin bile aç kalmayacağını, bir kişinin bile iş cinayetlerinde ölmeyeceğini, bir tek savaşın ve çatışmanın bile çıkmayacağını, yani işçilerin dünyayı yönetmesinin hem bir bütün olarak insanlık hem de dünyanın ekolojik dengesi açısından hayırlı ve zorunlu olduğunu it gibi biliyorlar. Bunun için tek ihtiyaçlarının örgütlülük olduğunu da öyle! Onun için işçilerin örgütlerine saldırıyor, öncü mücadeleci işçileri işten atıyor, siyasal olarak örgütlenmelerinin önüne geçiyor, beyinlerini kör inanç ve milliyetçilik zehriyle ağuluyorlar.
Evet işçiler yönetebilir, yönetmelidir de. Ve onun için kendi siyasal örgütünü kurmak, mücadele örgütlerinde örgütlenmek, sendikalarını mücadeleci sendikalara dönüştürmekten başka çıkar yol da yoktur. Bu hem tüm dünya insanlarının ve hem de dünyanın geleceği açısından elzem ve hayırlı olandır.
link: Ziya Egeli, “Ayaklar Baş Olmaz” mı? İşçiler Yönetemez mi?, 2 Nisan 2016, https://marksist.net/node/5017
Ne Yapmalı?
Erdoğan’ın Ulusalcı Müttefikleri