İki yıl önce Arap coğrafyasını etkisi altına alan isyan dalgasının sonucunda Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de diktatörler devrildi ve bu durum emekçi kitlelerde köklü bir değişim beklentisi yarattı. Ne var ki, “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” talebiyle ayağa kalkan, fakat devrimci bir örgütlülükten yoksun olan kitlelerin özlemleri bu süreçte yanıtsız kaldı. Rejim muhalifi burjuva güçler ortaya çıkan devrimci durumları sönümlendirerek baskı ve sömürü düzenini kaldığı yerden sürdürmeye giriştiler. Bu sürecin en şanslı aktörleri ise Mısır ve Tunus örneğinde görüldüğü üzere İslamcı burjuva hareketler ve özelde de Müslüman Kardeşler oldu.
Doğuş yeri Mısır olan bu İslamcı hareket, 1930’lardan itibaren etkisini arttırarak büyümüş ve ilerleyen onyıllarda Suriye’den Tunus’a tüm coğrafyada organik bir örgütlülük yaratmayı başarmıştı. 2011 başlarında söz konusu coğrafyada emekçiler ayağa kalktığında, Mısır’da İhvan, Tunus’ta Ennahda (Diriliş Hareketi) adıyla anılan bu siyasi yapı, kendini güvenceye almak için önce çok çekingen davrandı. Ancak kitlelerin gücünü ve mevcut diktatörlerin bu güç karşısında direnemeyeceklerini fark ettiği andan itibaren isyan meydanlarında boy göstermeye ve kısa süre sonra da hareketin başını çekiyormuş izlenimini yaratmaya başladı. İşçi ve emekçi kitlelerin devrimci örgütlülükten yoksun olmaları, bu İslamcı burjuva harekete, en örgütlü muhalefet gücü olmanın avantajını sonuna kadar kullanma fırsatı sundu ve nihayetinde yapılan seçimlerde Mısır’da da, Tunus’ta da bu hareketin temsilcileri işbaşına geldi. Fakat ilk başlarda demokratik söylemlerle kitlelerin taleplerinin temsilcisi pozları kesen Müslüman Kardeşler’in gerçekte “Kapitalist Kardeşler” olduğu ve sermayeyenin çıkarlarını temsil ettikleri kısa zamanda ortaya çıktı. İş, aş, sosyal adalet ve özgürlük isteyerek diktatörleri deviren emekçi kitleler, yeni egemenlerin de bu talepleri karşılamaya niyeti olmadığını gördüklerinde “devrimimizi çaldılar” diyerek yeniden sokağa dökülmeye başladılar.
Geçtiğimiz aylarda Mısır’da İhvancı Cumhurbaşkanı Mursi’nin kendine firavunluk yetkileri tanıyan bir kararname yayınlaması ve ardından da İhvan’ın hazırladığı anti-demokratik anayasayı kitlelere dayatması isyan dalgasının yeniden yükselişe geçmesine yol açtı. Birbiri ardı sıra patlak vererek hızla yayılan grevlerle pekişen bu süreçte iktidardaki İhvan kitlelere azgınca saldırmaktan geri durmazken, Mursi, Mübarek rejiminin de sıkça başvurduğu klasik silaha sarılarak olağanüstü hal ilan edip kitle hareketini bastırmaya çalıştı. Ancak kitleler sokağa çıkma yasağını geceyi meydanlarda geçirerek fiilen işlevsiz hale getirdiler. Mısır’da bunlar yaşanırken Tunus’ta da kitlelerin Ennahda iktidarına duydukları tepki giderek yükseliyordu. İşsizlikten, yoksulluktan, baskıdan bunalan emekçiler, devrim diye adlandırılan şeyin gerçekte hiçbir köklü değişime yol açmadığını gördüklerinde, tepelerine çöreklenen yeni egemenlere karşı büyük bir öfke duymaya başladılar. Demokratik Yurtseverler Hareketi’nin lideri Şükrü Belaid’in 6 Şubatta evinin önünde vurularak öldürülmesi ise bardağı taşıran damla işlevi gördü. Sokağa dökülen yüz binler, Bin Ali diktatörlüğünün yıkılmasının ikinci yıldönümünde, bu kez “devrim”in üstüne oturarak onu boğan Ennahda hükümetinin başbakanını istifa etmek zorunda bıraktılar. Tunus’taki gelişmelere biraz geriye de giderek daha yakından bakalım.
Yarı yolda kalan devrim
Tunus’ta 2010 yılının son günlerinde patlak verip öngörülmedik bir şekilde yayılan halk isyanı, tek parti diktatörlüğü altında 23 yıldır cumhurbaşkanlığını yürüten Zeynel Abidin Bin Ali’nin 14 Ocak 2011’de ülkeden kaçmasına yol açmıştı. Bin Ali’nin alaşağı edilmesinin ardından hareket belli bir istim kaybına uğrasa da, Tunuslu kitleler tümüyle evlerine çekilmediler ve taleplerinin takipçisi olduklarını iki yıl boyunca gerçekleştirdikleri çeşitli eylemlerle sürekli gösterdiler. Ne var ki burjuva güçler, bu süreçte halkın tepkisini yumuşatmayı ve devrimci durumu pörsütmeyi başardılar. Bunda en büyük yardımcıları ise, ortaya çıkan devrimci durumu gerçek hedefine, yani kapitalizmi yıkmaya doğru ilerletmek yerine demokratik taleplerle sınırlandırma ve düzen içine hapsetme politikası izleyen sosyalist güçler oldu. Bu politikanın en trajik sonucu 2011 Ekiminde gerçekleştirilen Kurucu Meclis seçimlerinde görüldü. Maocu gelenekten gelen ve Tunus’un en köklü komünist partisi olmakla övünen Tunus Komünist İşçi Partisi, bir devrimci durumda bile seçimlere onyıllardır kitleler tarafından bilinen parti ismiyle girmekten çekinecek kadar reformist olduğunu ispatlarken, onun da dahil olduğu sosyalist güçler seçimlerde sadece %5 oy alabildiler. Bu durum, örgütsüzlüğün yanı sıra, izlenen politik çizginin işçi ve emekçi kesimlerin güvenini kazanamadığını da gösteriyordu.
Sonuçta sosyalist solun bıraktığı boşluğu sağlı sollu burjuva güçler doldurdular. %50 katılımla gerçekleşen Kurucu Meclis seçimlerinde İslamcı Ennahda %41,4, sol liberal CPR (Cumhuriyet Kongresi) %13,8, sosyal demokrat Ettakatol %9,7, İlerici Demokrat Parti (PDP) %7,8 oy aldı. Oyların geri kalanını ise diğer partiler, bloklar ve bağımsız listeler paylaştı. 217 sandalyeli Kurucu Mecliste Ennahda 90, CRP 30, Ettakatol 21, Aridha 19, PDP 17 sandalye elde ederken, CRP ve Ettakatol partileri Ennahda önderliğinde bir koalisyon hükümeti oluşturdu. Böylece “sol” koalisyon ortakları aracılığıyla Ennahda hem meşruiyet görüntüsü vermeye çalıştı hem de kitlelerin tepkisini belirli bir süre yatıştırmayı başardı. Ancak Tunuslu emekçilerin durumu bu süreçte iyileşmek yerine daha da kötüye gitti. Enflasyon %10’a tırmandı. İki sene önce patlak veren isyanın en temel nedenlerinden biri olan işsizlik gençler arasında %35’ten %40’a çıktı. Emekçi kitleler mevcut hükümetin hiçbir taleplerine yanıt vermediğini ve hiçbir sözünde durmadığını gördükçe, grevler ve protesto eylemleri yeniden yaygınlaşmaya başladı.
IMF’yle 1,8 milyar dolarlık borç görüşmeleri yapan Ennahda, tıpkı Mısır’daki gibi, geniş bir saldırı planının hazırlıklarına girişti. İşçi ve emekçilerin hayatını daha da katlanılmaz kılacağı açık olan bu plan, kamu çalışanlarının sayısının azaltılması, temel ihtiyaç ürünlerindeki sübvansiyonların kaldırılması, özelleştirmeler gibi bildik saldırıları içeriyor. 2012 sonbaharından bu yana özellikle kamu çalışanlarının giderek yayılan grevleri, artan gösteriler, yol kesme eylemleri, işsizlerin oturma eylemleri, polisle çatışmalar ise kitlelerin hoşnutsuzluk düzeyini çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Bu durum, kitle desteğinden yoksun ve son derece istikrarsız olan Ennahda liderliğindeki koalisyon hükümetinin elini iyice zora sokuyor. Bu yüzden hükümet, bir yandan “ulusal diyalog” çağrıları yaparak muhalefet partilerini ve sendikaları “ulusal çıkar” adı altında burjuva politikalara tam destek vermeye ikna ederek toplumsal patlamanın önüne geçmeye çalışıyor, öte yandan da kitle hareketini her türlü baskı ve zorla engellemeye çalışıyor.
“Devrimi koruma birlikleri” adı altında örgütlenen İslamcı faşist güçlerin Ennahda tarafından korunup kollanması da bu saldırıların bir parçasını oluşturuyor. Aralarında aşırı İslamcı Selefilerin de bulunduğu bu faşist çeteler, son birkaç aydır, polis koruması altında işçi eylemlerine, grevlere, sol partilerin ve sendikaların bürolarına, toplantılarına saldırıyorlar. Onlarca insanı yaralayan bu çetelerin Ennahda tarafından örgütlenip korunduğunu ifşa eden Şükrü Belaid’in tam da böylesi bir süreçte öldürülmesi, aslında kitle hareketinin tırmanmasından korkan egemenlerin sıkışmışlığının da bir göstergesidir.
Demokratik Yurtseverler Hareketi’nin (MDP) genel sekreteri olan Şükrü Belaid, kendini Marksist olarak nitelendiren ve son süreçte sosyalist solun birliği için çaba harcayan bir siyasetçiydi. 49 yaşındaki Belaid, sosyalist solun seçimlerde başarı kaydedememesinin ardından, Maocu gelenekten gelen ve pek çok parçaya bölünen Demokrat Yurtseverleri tek parti altında birleştirmeye girişmişti. Bu girişimin başarısızlığa uğramasını takiben de, daha geniş bir sol cepheyi kucaklayacak bir Halk Cephesi’nin kuruluşu için çaba harcamıştı. Nihayetinde, 12 sol siyasi örgütten oluşan ve Hamma Hammami’nin İşçi Partisi’nin de içinde yer aldığı Halk Cephesi kuruldu ve Belaid de Hammami ile birlikte bu cephenin liderleri arasında yer aldı. Sosyalist solun bu birlik adımı İslamcı güçleri fazlasıyla rahatsız etti ve sosyalistlere yönelik saldırılar tırmanmaya başladı. Bu saldırıların doruk noktasını ise Belaid’e yönelik suikast oluşturacaktı. Ne var ki 6 Şubatta gerçekleştirilen bu suikast, beklenenden çok daha büyük bir tepkiyi de ateşledi.
“Halk yeni bir devrim istiyor”
Suikast haberinin duyulmasının ardından pek çok kentte halk sokaklara akın etti. Bin Ali’nin devrilmesi sürecinde yükseltilen “halk rejimin devrilmesini istiyor” sloganı, iki yıl aradan sonra bir kez daha meydanları çınlattı. “Devrimimizi çaldılar”, “halk yeni bir devrim istiyor” diyen yüz binlerce emekçi Ennahda’ya öfke kusarken, iktidar partisinin büroları da bu öfkeden nasibini aldı. 7 Şubatta düzenlenen protesto gösterileri esnasında pek çok kentte yerel hükümet binaları basıldı. İki yıl önce işsiz genç Muhammed Buazizi’nin kendini yakarak isyan sürecini başlattığı kent olan Sidi Buzid’de polisle çatışan gençler karakolları basarken, hükümet ayaklanmanın yayılmasını engellemek için polisi geri çekip orduyu devreye sokmak zorunda kaldı.
Şükrü Belaid’in öldürülmesinin ardından, aralarında Halk Cephesi’nin de bulunduğu muhalefet güçlerinin ve Tunus Genel İşçi Sendikasının (UGTT) çağrısıyla ilan edilen genel grev, 35 yıl aradan sonra gerçekleştirilen ilk genel grev oldu. Bin Ali’nin devrilmesinin ardından gerçekleştirilen en kitlesel eylemlere tanık olan Tunus’ta greve giden işçiler ve emekçiler hayatı felç ettiler. Mahkemeler, okullar, hastaneler, devlet daireleri, trenler, otobüsler, uçaklar çalışmazken, esnaf da kepenk kapayarak greve destek verdi.
Muhalefet partilerinin Kurucu Meclisten çekildiklerini açıklamalarıyla siyasi kaos tırmanırken, Ennahda lideri ve Başbakan Hamadi Cibali, artan gerilimi hükümetin lağvedileceğini ve seçimlere kadar ülkeyi yönetecek bir teknokratlar hükümetinin kurulacağını açıklayarak gidermeye çalıştı. Fakat Ennahda Partisi kendi liderinin bu kararına karşı çıktı ve Genel Başkan Yardımcısı hükümetten çekilme yönünde bir kararları olmadığını açıkladı. Nihayetinde, önerisi reddedilen Cibali istifa etti ve yerine Ennahda’nın İçişleri Bakanlığını yürüten Ali Larayedh başbakan olarak atandı. Ne var ki, İçişleri Bakanlığı esnasında Şükrü Belaid’in katledilmesi de dahil olmak üzere paramiliter İslamcı faşist güçlerin sol harekete, işçi hareketine ve aydınlara dönük saldırılarına göz yummakla ve teşvik etmekle suçlanan Ali Larayedh’in başbakan olarak atanması muhalefetin tepkisini daha da arttırmış bulunuyor.
Gerek Mısır’da gerekse Tunus’ta, ortaya çıkan devrimci durumu sönümlendirmek için kitle hareketini kontrol altına alma misyonunu üstlenen Müslüman Kardeşler, bir yandan da iktidarı kaybetmemek için binbir oyuna başvuruyor. Tunus’ta Kurucu Meclis bir buçuk yıldır işbaşında olmasına rağmen henüz bir anayasa yapılmadı. 2013 Haziranında yapılması beklenen parlamento seçimleri öncesinde yeni anayasanın da hazırlanmış olması gerekiyor. Ancak yaşanan siyasal ve toplumsal çalkantı önümüzdeki birkaç aylık sürecin dahi nasıl şekilleneceği konusunda bir kestirimde bulunulmasını engelliyor.
Benzer bir durum Mısır için de geçerlidir. İhvan’a yönelik protesto eylemlerinin arkasının kesilmediği, grevlerin artarak devam ettiği Mısır’da, olağanüstü hal ilanı emekçilerin sesini kesmeye yetmemiştir. İhvan hükümetinin Ocak ayında ABD’den 2,5 milyon dolar değerinde 140 bin gaz bombası satın alması da burjuvazinin sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine dönük öngörülerinin bir göstergesidir. Üstelik Mursi’nin parlamento seçimlerinin ilk ayağının Nisan sonunda yapılacağını açıklamasıyla birlikte, burjuva muhalif güçlerden bile boykot çağrıları yükselmeye başlamıştır. Muhalefet partileri, İhvan’ın seçim bölgelerini keyfi bir şekilde belirlediğini, anti-demokratik seçim yasalarına dokunulmadığını, dolayısıyla bu halde yapılacak bir seçimin hiçbir meşruiyetinin olmayacağını dile getirmektedirler. O nedenle Tunus’takine benzer bir belirsizlik ortamı Mısır’da yaşanan süreç için de fazlasıyla geçerlidir.
Bu süreçte burjuva güçlerin elini rahatlatan tek olgu ise, işçi ve emekçi sınıfların bağımsız çıkarlarını temsil eden ve onları iktidara yönlendiren devrimci bir örgütlülüğün henüz yaratılamamış olmasıdır. Ancak tarih hiçbir alanda düz bir çizgi üzerinde ilerlememektedir. Bu yakıcı eksikliğin giderilmesi sürecinin de hızlanacağı aşikârdır. Tunus’ta da Mısır’da da halk yeni bir devrim istemektedir. Bu istek ne kadar güçlü bir şekilde kendini gösterirse ve sosyalistler yaşananlardan ne ölçüde doğru dersler çıkarırlarsa, devrimin aracının inşa sürecinin de o kadar kısalacağı aşikârdır.
link: İlkay Meriç, Arap Halkları Gerçek Devrimlerini Bekliyor, Mart 2013, https://marksist.net/node/3209
Chavez Geride Sosyalist Bir “Miras” mı Bıraktı?
Kapitalist Kriz ve Kadınlar