Faşist 12 Eylül darbesi, Türkiye işçi sınıfı hareketi için olduğu gibi, sosyalist hareket için de çok ağır bir yenilgi olmuştu. Faşist diktatörlüğün darbeleri altında ezilen sosyalist hareket, bundan yaklaşık 10 yıl sonra SSCB’nin çöküşüyle ikinci bir darbe daha yedi. 12 Eylül’ün üzerinden 30 yıl, SSCB’nin çöküşünün üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen, sosyalist hareket bugün hâlâ toparlanabilmiş ve sınıf mücadelesinde etkisini güçlü bir biçimde hissettiren siyasal bir varlık haline gelebilmiş değildir. Bunda kuşkusuz, Türkiye sosyalist hareketinin geçmişinden gelen kendi zaaflarının yanı sıra, sosyalist hareketin dünya çapındaki gerilemesinin ve zayıflamasının da rolü vardır.
12 Eylül darbesinden günü gününe tam 30 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumu, Türkiye sosyalist hareketinin taşıdığı derin zaafları bir kez daha gözler önüne serdi. Referandum etrafında cereyan eden şiddetli tartışma ve kutuplaşmalar, Türkiye sosyalist hareketinin içinde bulunduğu duruma çok daha çarpıcı biçimde ışık tuttu. Sosyalist hareketin büyük bir bölümü, referandum sürecinde takındığı tutumla, fiilen, faşist cunta tarafından hazırlanmış olan 12 Eylül anayasasının değişmesini istemeyen statükocu burjuva kesimlerle aynı safa düşmüş oldu. Bu bakımdan 12 Eylül 2010, pek muhtemeldir ki Türkiye solunun tarihinde derin bir kırılma noktası olarak iz bırakan bir tarih olarak anılacaktır.
En başta SİP-TKP olmak üzere sosyalist hareketin “hayır”cı kesimleri, “hayır”cı burjuva partiler (MHP, CHP) gibi büyük bir alarm duygusu içinde hareket etmiş ve referandumu, “cumhuriyetin bekası” için bir hayat memat meselesi haline getirmişlerdir. Referandum sonucunun büyük bir farkla evet çıkması, muhtemel bir “hayır” sonucuna hayli angaje olmuş ve gitgide temelsiz bir zafer beklentisine de kapılmış olan bu sosyalist kesimler için sarsıcı bir moral bozukluğu yarattı. İşçi sınıfının çıkarlarıyla da, gerçekliğiyle de, ruh dünyasıyla da genel olarak bağı kopuk olan bu kesimler, teselliyi, kendi aralarındaki tavır birliğini kutsamakta ve CHP ve MHP seçmeninin oluşturduğu %42’lik hayırcı kitleyi “sol” diye tarif etmekte buldu.
Bu durum, geneli itibariyle son yıllarda derin bir kriz içinde olan geleneksel sosyalist hareketin artık bir bakıma iflas noktasına geldiğini göstermektedir. Pratik bir sınav anı gelip çattığında, tutarlı demokrat bir tutum bile almaktan aciz kalan bir sosyalist hareket tablosuyla karşı karşıyayız. Bizce referandum, geleneksel sosyalist hareketin genelinin özellikle AKP’nin hükümet ettiği yıllar boyunca yaşadığı pusulayı şaşırma halinin doruk noktasını ifade etmektedir. Referandumda alınan yanlış bir tutumun sosyalist harekette ne gibi çarpık sonuçlar doğurabileceğinin çarpıcı bir örneğini, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması konusunda düzenlenen mitinge katılmama tutumu gözler önüne sermiştir. “Hayır”cı sosyalist kesimlerin hemen hemen tamamı ve boykotçuların da az olmayan bir bölümü, sırf referandum dolayısıyla, yıllardır ileri sürülen böylesi haklı ve önemli bir talep uğruna mücadeleye pratikte sırtlarını dönmüşlerdir.
Marksizmi zaten hiçbir zaman tüm ruhuyla içselleştirmemiş olan geleneksel sosyalist kesimler, öncesini bir kenara bırakacak olursak, son 8 yıllık AKP hükümetleri döneminde Türkiye kapitalizminin yaşadığı dönüşümleri kavrayamamış, dahası hepten çarpık tarzda yorumlamış ve buna göre tutum geliştirmiştir. Örneğin Türkiye kapitalizmi emperyalistleşme doğrultusunda ilerlerken, onlar Türkiye’yi adeta sömürgeleştirilen bir ülke olarak tahayyül etmeye başlamışlardır. Bu gibi durumlar da onları, yaşanan siyasal gelişmeleri büsbütün kavrayamaz duruma getirmiş, yanlış siyasal taktikler izlemeye sürüklemiş ve siyaseten büsbütün işlevsiz kılmıştır.
Oysa Türkiye’de işçi sınıfı ve diğer yoksul emekçi katmanlar, muhakkak ki kapitalizmin ve genel olarak sınıflı toplum düzeninin yarattığı sorunları def edecek politikalara ihtiyaç duymaktadırlar. Yani onların kapitalizm karşısında bağımsız devrimci sınıf çizgisine, sosyalist politikalara ihtiyaçları vardır. Hem de çok büyük ve hayati bir ihtiyaç. AKP’nin emekçi sınıflara karşı yürüttüğü acımasız saldırı politikalarının kitlelerde hoşnutsuzluk yaratmaması beklenemez. Nitekim 2009 yerel seçimlerinde AKP’nin oylarında belirgin bir düşüş ortaya çıkmıştır. Tam da bu nedenledir ki, şimdi burjuvazi bu durumun yaratabileceği siyasal handikaplar nedeniyle AKP’ye karşı “sol” görünümlü alternatifler oluşturmaya çalışıyor.
Hal böyleyken söz konusu sosyalist kesimler ise, geniş emekçi kitlelerin sonunda yine AKP’ye sahip çıkmasına yol açan statükocu politikalarla aynı dalga boyuna gelebiliyorlar. AKP’den bile daha anti-demokratik, özgürlük düşmanı politikaların sahibi burjuva kesimlerle aynı paydaya düşen tutumların işçi sınıfı sosyalizmiyle açıklanabilecek bir tarafının olmadığı açıktır. Üstelik ortalama bilinçteki emekçiler bile bu politikaların gerici özünün farkındadırlar. Örgütsüz durumdaki geniş emekçi kitlelerin gözünde CHP ile, Kemalizm ile, bürokratizmle, seçkinci tavırlarla, din düşmanlığıyla özdeş tutulan bir “solculuk” algısının ne büyük bir handikap olduğunu görmeksizin ve proleter sosyalist devrimciliğin bu tavırlarla ilgisinin olmadığı, aksine bunlara karşı mücadele anlamına geldiği pratikte ortaya konmaksızın sosyalist mücadelenin ilerletilmesi olanaksızdır. Referandum tam da bu bakımdan anlamlı bir test idi. Ve sosyalist solun büyük bölümü burada kötü bir sınav vermiştir.
Ayrışma
Gerçekler dünyasıyla bağını koparmamış herkesin görebileceği açık bir iflas tablosu mevcut iken, söz konusu sosyalist kesimler hâlâ başlarını kuma gömmeyi ve solda referandum sürecinin açığa çıkardığı derin yarılmayı kendi çıkarlarına yorumlamayı başarabilmektedirler. Örneğin, referandum dolayısıyla solda önemli ve “hayırlı bir ayrışma” yaşandığı ve bu ayrışma netleştirilip pekiştirildiği ölçüde sosyalist solun yeniden dirilişi için bir fırsat yaratılacağı tezi işlenmeye başlanmıştır. Buna göre referandum tablosundan Türkiye için bir “sosyalist çıkış” imkânı doğmuştur. Solda yaşanan ayrışmanın devrimci Marksizm temelinde yeni bir diriliş ve toparlanma için tarihsel bir fırsat anlamına gelebileceği doğrudur, ama bu ayrışmayı geleneksel sosyalist hareketin statükocu temellerde birleşmesi sayesinde toplumda bir sol şahlanış yaratacağı şeklinde yorumlamak tam bir siyasal bönlüktür. İşte SİP-TKP tarafından yapılan sol cephe önerisini de bu gerçeğin ışığında yorumlamak doğru olacaktır.
Aslında özellikle SİP-TKP gibi “hayır”cılar açısından referandum sonrasında teselli esprisinin ötesinde bir memnuniyet durumunun olduğunu da belirtmek gerekiyor. Çünkü bu “hayır”cı sosyalistler başlangıçta umduklarından daha çok sayıda sol çevrenin “hayır” cephesine dâhil olduklarını gördüler. Üstelik sosyalist çevreler içinde tanınırlığı ve kitlesi görece daha büyük olanlar bu konumu almıştı. Örneğin, her daim Kürt hareketiyle yakın bir dirsek teması içinde olan bir EMEP’in başlangıçta “hayır”cı olacağı belli değildi. Olumlu bir “ayrışma”dan döne döne söz etmeleri, aslında “hayır”cıların 12 Eylül anayasasına ve anti-demokratik askeri vesayetçi mekanizmalara koltuk değnekliği yapmaktan mahcubiyet duymamaları ve yalpalamamaları içindi ve hâlâ da öyledir. “Hayır”cıların ağzında bu “ayrışma”, söylemde daha çok “evet”çilerin lanetlenmesi şekline bürünüyorsa da, amaç özde sol Kemalist olan bir cephenin harcını karmaktır.
Diğer taraftan böyle bir sol cephe ve buna uygun bir ayrıştırma taktiğinin, orta yol tutturan boykotçu sosyalistleri de bu cepheye yaklaştırmayı hedeflediği söylenebilir. Boykotçuların önemli bir bölümünün de referandumdan “hayır” sonucu çıkmasını arzuladıkları bilindiğinden, taktiğin bu ayağı da temelsiz değildir. Bununla birlikte boykotçular da boş durmuyorlar. Buradaki bazı gruplar da kendilerince ayrışma tespitleri yapıyorlar ve boykotçu saflardan Kürt hareketini de kapsayan ayrı bir cephe oluşturulması gerektiğini savunuyorlar.
“Hayır”cı sosyalistlerin bloklaşmaları, çok açıktır ki, işçi sınıfının sosyalist davası yolunda bir birleşme ve ilerleme anlamına gelmemektedir. Çünkü bu bloklaşmanın çimentosu sol Kemalizmdir. Net fikirleri olmasa da genel olarak sosyalist ideallere ilgi duyan birçok gencin bu çevrelerin elinde başka davalara koşulması büyük bir olumsuzluktur. Ancak yanlış yolun yolcusu bu kesimlerin cepheleşmelerinin ya da bloklaşmalarının, sahnedeki gereksiz dağınıklığı bir ölçüde gidererek netlik sağlayacak olması tersinden bir olumluluktur. Bu durum bozbulanıklığın, karmaşanın azalmasına ve gerçek devrimci sosyalist kimliğin farkının daha net görülmesine yardımcı olacaktır.
Asıl sorun nerede?
Sosyalist hareketin geldiği durumun nedenlerine ilişkin çok şey söylenebilir. Ve elbette gözlerden saklanamayacak denli bariz olan bu hazin durumun nicedir farkında olan birçok kimse de bu meyanda çokça şey söylemiştir. Bu söylenenlerin çoğunun da gerçeğin şu ya da bu yönüyle ilgili isabetli tarafları vardır. Ancak son tahlilde en derinde yatan sebep Türkiye solunun proleter sınıf temeline oturmayan varoluş tarzıdır. Türkiye sosyalist solu iliklerine kadar küçük-burjuva karakter taşımaktadır. Mehmet Sinan bu olguyu şöyle ifade ediyor:
“Türkiye sosyalist hareketi içinde yer alan siyasal örgütlenmelerden pek çoğunun gerçekte işçi sınıfına dayanmadığı ve sınıfın bağımsız çıkarları temelinde hareket eden gerçek bir proleter devrimci siyasal hat oluşturamadığı inkâr edilemez bir gerçekliktir. Sosyalist solun sınıf hareketinden bu kopukluğu ve uzaklığı nedeniyledir ki, Türkiye’de işçi sınıfının ezici çoğunluğu, yıllardan beri sosyalistlerin dediklerini değil, burjuva siyasetçilerin dediklerini dinlemekte ve bu nedenle de seçimlerde burjuva partilerin oy deposu olmaktan bir türlü kurtulamamaktadır.” (Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk)
Yazısında bu durumun tarihsel köklerine işaret eden M. Sinan, Türkiye sosyalist hareketinin ana tarihsel kaynağı olan TKP’nin daha ilk kurulduğu 1920’li yıllardan itibaren büyük ölçüde küçük-burjuva aydınlardan oluştuğunu hatırlatıyor. İşçi sınıfının ağırlığı 1960’lı yıllara kadar oldukça cılız kaldığı için bu durumu nesnel koşullara atfetmek mümkün olsa da, 1960’lı yıllarla birlikte bunun artık bir mazeret ya da bahane olamayacağı da yine M. Sinan tarafından vurgulanıyor. Buna rağmen bu küçük-burjuva nitelik Türkiye sosyalist hareketinde güçlenip çeşitlenerek varlığını devam ettirmiştir.
Diğer taraftan, doğuşu Kemalist cumhuriyetin doğuş sürecine denk gelen TKP’nin daha ilk yıllardan itibaren Komintern yönlendirmesiyle Kemalist rejimi destekleyen bir politik çizgi izlemeye itilmesi ve daha sonra Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokratik karşı-devrimle birlikte bu çizginin kalıcı bir ideolojik hat haline getirilmesi, partinin küçük-burjuva çehresini daha da derinleştirmiştir. Türkiye sosyalist hareketi böylece çok erken yıllardan itibaren Kemalizme ilericilik atfeden Stalinist aşamalı devrim programı doğrultusunda eğitilmiştir. TKP kadroları Kemalist rejimin acımasız baskılarına maruz kalmalarına rağmen bu rejime soldan destek verme tutumunu bırakmamışlardır.
1960’lı yıllara gelindiğinde bizzat sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) bile burjuva partiler tarzında örgütlenmişti ve bu niteliğiyle işçi sınıfı içine nüfuz edemiyordu. “1960’ların TİP’i işçi sınıfı vurgusunu ve işçi sınıfı öncülüğünü dilinden hiç düşürmemişse de, sıra fabrikalarda, işletmelerde, sendikalarda, demokratik derneklerde, semtlerde, bölgelerde vb. işlevli politik birimler oluşturmaya ve üyelerini de bu birimler içinde örgütlemeye geldiğinde, bu tarz bir örgütlenmeden sürekli uzak durmuştur. Bunun yerine, parlamentarist bir siyasal yapılanmayı ve örgütlenmeyi esas alan TİP, tıpkı burjuva partilerin yaptığı gibi, somut bir işlevleri olmayan ve gerçekte dar anlamda örgütlü bulunmayan üyelerini, gevşek bağlarla partiye bağlı tutmaya çalışmıştır. Dolayısıyla burada örgütlü ve işlevli olan üyeler değil, partinin il ve ilçe binalarıdır! Böyle bir siyasal örgütlenmenin, çalışan sınıfların içine nüfuz edebilmesi, onlarla kaynaşabilmesi, görüşlerini onların arasında yayabilmesi ve giderek sınıf içinde devrimci sosyalist bir mücadele geleneği yaratabilmesi mümkün müdür? Elbette ki hayır!” (M.Sinan, age)
60’ların sonuna doğru TİP’e muhalefet eden MDD’ciler ise işçi sınıfını neredeyse bütünüyle görüş alanının dışına çıkarmıştı. Dolayısıyla bu eğilimin durumu daha da vahimdi. “Bir kere MDD hareketi ve ondan türeyen gerillacılık, Maoculuk vb. gibi akımlar, değil işçi sınıfı içinde uzun soluklu, sabırlı bir çalışma yürütmek, kapitalizmin gelişmişliğinden ve işçi sınıfının fiziki varlığından bile kuşkuluydular. Gözlerinin önünde cereyan eden 15-16 Haziran büyük işçi direnişi bile onları uyandıramamış ve işçi sınıfının gelişkinliği konusunda oluşmuş ‘olumsuz’ kanaatlerini değiştirememişti. Tam da işçi sınıfına güvenin artması ve proleter sosyalist bir devrim için sınıf içinde sabırlı, kararlı bir örgütlenme ve hazırlık çalışması yürütülmesi gerektiği bir zamanda, onlar sınıf dışı güçlere ve sınıf dışı hareketlere bel bağlanması gerektiği fikrini yaymaya başladılar. Laf düzeyinde ‘proleter devrimciliği’ dillerinden hiç düşürmeseler de, bundan anladıkları, işçi sınıfının öznesi olacağı bir devrimcilik olmadı kuşkusuz. Onlara göre, işçi sınıfının sadece ‘ideolojik öncülüğü’ yeterliydi bir devrimin gerçekleştirilmesi için! Çünkü bu devrim zaten bir proleter sosyalist devrim olmayacaktı. Beklenen devrim ‘anti-emperyalist bir halk devrimi’ ya da ‘milli demokratik devrim’ idi! Bu devrimde öncü güç, kimisine göre ‘asker-sivil-aydın zinde güçler’, kimisine göre ise ‘gerilla’ olacaktı! İşçi sınıfı ve emekçiler bu devrimde her halükârda artçı bir güç olduğuna göre (!), işçi sınıfı içinde sabırlı, kararlı, uzun soluklu bir örgütlenme çalışması yürütmeye ve de işçi sınıfının öncüsünü örgütleyip eğitmeye, kısacası harekete proleter sınıf temeli kazandırmaya (başka bir deyişle hareketi proleterleştirmeye) ne gerek vardı?!” (age)
Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde işçi sınıfı içinde örgütlenmeye, fabrikalarda, işletmelerde, sendikalarda işlevli politik birimler (dar anlamda parti örgütleri) inşasına yönelen tek dişe dokunur örnek, 1970’li yıllarda atılım yaparak yeniden örgütlenen TKP olmuştu. TKP yasadışı bir parti olmasına rağmen, başta DİSK olmak üzere çeşitli sendikalarda, işyerlerinde, fabrikalarda ve işçi mahallelerinde görece yaygın ve etkili bir örgütlenme gerçekleştirebilmişti. Fakat öte yandan TKP, örgütsel anlayışında proleter sınıf temeline yönelmiş olmasına karşın, politik çizgisinde, taktiklerinde ve eylemlerinin içeriğinde devrimci bir duruşa sahip değildi:
“TKP işçi sınıfı içinde, sendikalarda örgütlenmesine örgütlenmişti ama, fabrikalardaki, işyerlerindeki, sendikalardaki parti örgütlerini ve işçi üyelerini proleter devrimci niteliklere sahip birer komünist gibi değil, birer sendika militanı gibi yetiştiriyor ve eylemlerinin içeriğini de bu düzeyde tutmaya çalışıyordu. Çünkü bu partinin kendisi proleter devrimci bir parti değildi. Savunduğu ideolojik-siyasal çizgi itibariyle reformist ve sınıf uzlaşmacı bir partiydi. Onun illegalliği, eylemlerinin içeriği nedeniyle değil, burjuvazinin onu yasaklaması ve yasadışı sayması nedeniyleydi. İçinde gerçekten proleter devrimci kadroların, inançlı komünist işçi ve gençlerin de bulunmasına rağmen, TKP’nin gerçekliği buydu. Sovyet bürokratlarının birer küçük kopyaları olan TKP yöneticilerinin ‘80 öncesinde izledikleri siyasal çizgi, partinin 1930’larda ve 40’larda izlediği siyasal çizgiyle üç aşağı beş yukarı aynı paraleldeydi. Stalinizmin dümen suyunun dışına çıkmayan bu siyasal çizgi, özünü reformizmin oluşturduğu bir reel politikerlikten öteye geçmiyordu. 1930’larda ve 40’larda ‘emperyalizme ve faşizme karşı en geniş güçlerin birliğini sağlama’ adına Kemalist burjuvaziyle uzlaşma siyaseti izleyen TKP, ‘80 öncesinde de gene ‘emperyalizme ve faşizm tehlikesine karşı en geniş güçlerin birliğini sağlama’ adına, Ecevit’in burjuva CHP’si ile uzlaşmayı ve hatta onu açıktan desteklemeyi tercih eden bir siyasal çizgi izlemekteydi. Bu siyasetin adı da, ‘ileri demokrasiyi sağlama’ ya da ‘ulusal demokratik devrim için mücadele’ oluyordu! Yani sonuçta gene, Sovyet bürokrasisinin alâmeti farikası olan Stalinist aşamalı devrim anlayışının sınırları içinde bir siyaset yapmakla yetiniliyordu.” (age)
Sonuç olarak, bu toprakların bir halk devrimine sahne olmaması, mümbit küçük-burjuva toplumsal zemin ve daha ilk yıllardan alınan Stalinist ideolojik-politik eğitim, Türkiye’de sosyalist hareketin çok güçlü bir küçük-burjuva karakter taşımasına yol açmıştır. Hikmet Kıvılcımlı gibi istisnai bir örnek hariç, kendi toplumunu ve tarihini tanımak için gerekli olan ciddi teorik çabayı göstermemek ve bunun yerine şablonculukla, reklâmcılıkla, örgütsel yaklaşımlarda dükkâncılıkla, dar pratikçilikle yetinmek, bu küçük-burjuva sınıfsal özelliğin ürettiği sonuçlar olmuştur.
Bu derin zaaflarla gelinen 12 Eylül darbesi başka ülkelerdekinin aksine, adeta mutlak bir zafer kazanmış ve faşist cunta rejiminden çıkış, diğer birçok ülkenin aksine bir kitle hareketiyle olmamıştır. Aslına bakılacak olursa, 12 Eylül darbesinden bu yana geçen 30 yıl gibi uzun bir zaman içinde, geçmişin izlerini silip süpürecek genel bir toplumsal hareketlilik yaşanmamıştır denilebilir. 89’daki bahar eylemleri, 91’de Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü, 90’ların ortalarına doğru güçlenen kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadeleleri gibi hareketlilikler genel ve kalıcı bir dönüşüme yol açmadan sönümlenmiştir.
Gerek sınıfın kendiliğinden hareketinin cılız seyretmesi, gerekse de sınıfın bilinç ve örgütlüğünün yükseltilmesini sağlayacak sosyalist kadroların köklü bir devrimci muhasebe yapmaktan aciz kalması sonucu bugünkü tablo ortaya çıkmıştır. Sosyalist kadrolar 12 Eylül’den de, çöken milliyetçi-devletçi-bürokratik sosyalizm anlayışından da gerekli tüm dersleri çıkaracak cesareti göstermemişlerdir. Bunun yerine muhasebe diye daha ziyade devrimci mücadeleden kaçış ve savrulma gibi eğilimler baskın çıkmıştır.
İşte genelde bu zaaflarla ve büyük bir güç yitimiyle 2000’li yıllara giren sosyalist hareket, özellikle bu yıllarda Türkiye’de ve dünyada yaşanan süreçlerin gerçekliğini analiz etme ve doğru devrimci tutum geliştirme bakımından ne denli yetersiz olduğunu ortaya koymuştur. Geniş bir açıdan bakacak olursak, bu durumun son tahlilde küçük-burjuva sosyalizminin çöküşü olduğu söylenebilir.
Stalinist bürokrasinin egemenliğindeki SSCB’nin varlığının damgasını vurduğu yaklaşık 60-70 yıllık tarih kesiti, dünya çapında ve özellikle azgelişmiş ülkelerde canlı bir küçük-burjuva sosyalizmi akımının boy vermesine uygun ortam sundu. O nedenle sosyalist hareketin 60’lı ve 70’li yıllarda elde ettiği başarılar için yine de uygun bir zemin vardı. Ancak kapitalizmin gerçek anlamda tüm yeryüzüne nüfuz ettiği ve geçmişin azgelişmiş ülkelerinin de sömürge statüsünden kurtulup, kapitalizmde epeyce yol aldığı bir dünyada, başarı ancak Marksizmin gerçek devrimci ruhuna uygun ve onun ideolojik-politik-örgütsel bütünlüğü içinde proleter devrimci örgütlülükler yaratarak mümkün olabilir.
link: Levent Toprak, Sosyalist Harekette Ayrışma ve Tarihsel Kökleri, 1 Aralık 2010, https://marksist.net/node/2552
Milli Eğitim Şurası Kararlarına Dair
Üç Kişiye Yardım Edince Yoksulluk Bitiyor mu?