Antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
(…)
bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.
(Nazım Hikmet)
Geçtiğimiz haftalarda Taraf gazetesinde Neşe Düzel’in Dinç Bilgin ve Ergun Babahan’la yaptığı iki röportaj yayınlandı. Söz konusu röportajlar, burjuva medyanın kirli çamaşırlarının bir kez daha ortalığa saçılmasına vesile oldu. Röportajlardaki ifşaatlara geçmeden önce medya sektörünün yapısına ve son yıllardaki değişime kısaca göz atmak gerekiyor.
Diğer pek çok sektör gibi medya sektörü de, Türkiye kapitalizminin gelişim sürecine paralel bir evrim geçirmiştir. 1980’li ve 90’lı yıllarda, geçmişten bu yana gazeteciliğe yatırım yapmış aileler sektörden tasfiye oldu. Tekelci sermayenin sektörün neredeyse tamamını ele geçirmesiyle birlikte, gazetecilik, televizyonculuk, radyoculuk, dergicilik ve internet yayıncılığını bünyesinde toplayan dev medya grupları ortaya çıktı. Bu medya gruplarının patronları aynı zamanda sanayi, iletişim, ulaştırma, inşaat ve bankacılık gibi sektörlerin de dev patronları durumunda.
Büyük sermayenin medya sektörüne yatırım yapmasının temel sebebi, medyanın patronuna önemli bir siyasi güç sağlaması. Korkmaz Yiğit, vaktiyle Kanal E’yi satın aldığında “niye” sorusuna şöyle cevap vermiş: “Elimin altında güçlü bir silah olmasını istiyorum. Kullanmak şart değil. Amerika’nın elinde atom bombası var ama kullanması gerekmiyor. Atom bombasının varlığı, olabilecek tehditleri ortadan kaldırıyor.”
Medya her zaman sahibinin sesi olmuştur. Sınıf ilişkilerinden ve çıkarlarından bağımsız bir medyanın olamayacağı malûmumuzdur. İfşaatlarda bulunan eski medya patronu Dinç Bilgin, bir zamanlar esasen gazetecilik sektörüne yatırım yapmış bir aileden geliyor. 80’li ve 90’lı yıllarda mali sermayenin devleri medya sektörüne adım atarken, Dinç Bilgin, elindeki medya gücüne dayanarak bankacılığa adım atmıştı. Özelleştirme furyasında Etibank’ı satın aldı. 2000 krizi ve Etibank’ın tasfiye sürecini takip eden yıllarda Bilgin’in sahip olduğu Sabah medya grubuna önce Turgay Ciner ortak olmuştu. Ardından TMSF’ye geçen grup, 2007 yılında, AKP’ye yakınlığıyla bilinen Çalık Holding’in eline geçti.
Egemen sınıf içerisinde yıllardır süren çatışma, Susurluk’tan Ergenekon soruşturmasına uzanan süreçte devletin derinliklerinde tezgâhlanan pisliklerin bir kısmının ortalığa saçılmasına nasıl zemin yaratıyorsa, medya alanında da benzer bir duruma yol açıyor. Bilgin ve Babahan’ın 28 Şubat dönemine ve medya-ordu-hükümet ilişkilerine dair ifşaatları, bugün halen devam eden mücadelenin medyadaki yansımalarına dair veriler sunuyor.
Hatırlanacağı gibi 90’lı yılların ikinci yarısı Türkiye’de koalisyon hükümetleri dönemiydi. Burjuva partilerin kıran kırana pazarlıkları ve gönülsüz ortaklıkları ile kurulabilen zoraki hükümetler kolayca dağılabiliyordu. Koalisyonlar döneminde burjuva medya grupları, hükümetlerin zayıflığından ötürü olağanüstü bir güç elde etmişti. Medya patronları hükümet pazarlıklarına dâhil oluyor, gazetelerinde koalisyon formülleri yayınlıyordu. Hükümetler ise medyanın desteğini almaya özen gösteriyordu. Koalisyonlar döneminde burjuvazinin, tek partinin meclis çoğunluğuna dayalı “güçlü hükümet” özlemlerini dillendiren bazı burjuva medya çevreleri, şimdi o koalisyonlar dönemini mumla arıyorlar.
Bu dönem sona erip de 2002’de AKP ile tek parti hükümetleri oluşmaya başladıktan sonra, AKP hem kendi destekçisi sermaye gruplarının eliyle kendi medya organlarını oluşturdu, hem de diğer muhafazakâr medya gruplarının desteğini aldı. AKP’nin 2002 seçimlerini kazanmasını izleyen yıllarda medyanın sermaye yapısında da değişiklikler yaşandı. Uzan Holding’in tasfiye edilmesiyle beraber Uzan medyası dağıtıldı. Star gazetesini AKP yanlısı Ethem Sancak satın aldı. Sabah Grubu yine AKP ile yakınlığıyla bilinen Çalık Holding’in eline geçti. Statükocu kanadın destekçisi Tuncay Özkan’ın Kanal Türk televizyonunu Gülen cemaatine mensup Akın İpek satın aldı. Kendi medyasını adım adım güçlendiren AKP’nin, diğer medya gruplarının desteğine eskisi kadar ihtiyacı kalmadı. Bu nedenle de bu gruplar üzerinde daha rahat bir şekilde baskı uygulayabilmeye başladı. Maliye Bakanlığının, statükocu kanatta saf tutan Doğan grubuna Türkiye tarihinin en ağır vergi cezasını (3,76 milyar) kesmesi de bu rahatlığın sonuçlarından biridir.
Liberallerin 2007 yılında yayınlamaya başladığı Taraf gazetesi de ifşa ettiği darbe belgeleriyle kısa zamanda önemli bir etki alanı yarattı. Gazete AKP’ye eleştirel destek sunuyor.
Kısacası, egemen sınıf içi iktidar kavgasında statükocu kanat mevzi yitirirken, statükocu kanatta saf tutan medya grupları da mevzi yitirdi. AKP ise medya alanında yeni mevziler tahkim etti.
Bilgin’in ve Babahan’ın 28 Şubat ifşaatları
90’lı yıllar Genelkurmay’ın koyu gölgesinin siyaset üzerine çöktüğü yıllardı. TC’nin geleneksel iktidar odağı askeri bürokrasi, 12 Eylül darbesiyle kendi anayasasını dayatmış, MGK ile hükümetler üzerindeki gücünü kurumsallaştırmış, Kürtlere karşı yürütülen kirli savaşın vurucu gücü sıfatıyla iktidar gücünden ve hikmetinden sual olunmaz bir konuma yerleşmişti. 90’lı yıllarda tekelci sermaye medyası, çıkarları gereği hükümetleri eleştirebiliyor veya destekleyebiliyordu. Ancak Dinç Bilgin’in deyimiyle “devlete” yani “askere” asla karşı gel(e)miyordu.
Medya grupları ordu bürokrasisi ve yargı ile kirli bir ittifak oluşturarak iktidara ortak olmuşlardı. 28 Şubat sürecinde medya patronları sık sık Genelkurmay’a çağırılıyordu. Generaller, “nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadıklarını söylüyorlar” hatta hoşlarına gitmeyen köşe yazılarını işaretleyip patronların önüne koyuyorlardı. Yayın yönetmenleri paşaları rahatsız edecek yazıları yayınlamıyordu. Babahan o dönemde her gün köşe yazılarını okuyup, askeri eleştiren veya Refah-Yol hükümetini öven yazıları tek tek sansürlediğini itiraf ediyor.
Babahan’ın verdiği röportajda, ordu istihbaratının gazetelerin yazı işlerine nasıl müdahale ettiğini de ibretle okuyoruz. Birgün yazı işleri toplantısında “derin devlet” kastedilerek, “De-de Rahatsız” diye bir manşet atılması fikri ortaya atılır, ancak başlarına belâ geleceği düşüncesiyle bundan vazgeçilir. 5 dakika sonra Genelkurmaya yakınlığı ile bilinen gazeteci Fatih Çekirge Ankara’dan telefon eder. “Derin Devlet manşeti atıyormuşsunuz. Beni aradılar. Yapmayın” der. Yani haber anında uçacağı yere uçmuş ve gerekli uyarı gelmiştir.
28 Şubat generallerinden Erol Özkasnak’ın, Mehmet Altan için, “onu süngüye oturtup Güneydoğu’da dolaştırırım” dediği de Babahan’ın ifşaatları arasında yer alıyor. O dönemde istihbarat kurumları gazeteci ajanlarına “şu adamı yıpratın” diyorlar, onlar da yalan veya çarpıtma haberlerle emri yerine getiriyorlar. Şemdin Sakık yakalandıktan sonra bazı gazeteciler hakkında “PKK’den para alıp yazıyorlar” diye ifade vermeye zorlanıyor. Sakık bu ifadeyi imzalamıyor ama Genelkurmay medyaya “Sakık’tan İtiraflar” haberini servis ediyor. Cengiz Çandar, M. Ali Birand, Altan kardeşler ve Akın Birdal PKK’dan para alıp yazmakla suçlanıyor. Birand gazeteden kovuluyor, Çandar’ın yazılarına ara veriliyor. Birkaç gün sonra Akın Birdal bürosunda uğradığı suikasttan şans eseri ağır yaralı kurtulacaktır.
Dinç Bilgin de, 28 Şubat sürecinde gazetelerin ortak başlıklarla çıktığını, çünkü haberlerin Genelkurmay’dan servis edildiğini itiraf ediyor. Örneğin halkın “şeriat geliyor” tehdidine inandırılması mı lazım? Hemen Aczmendi tarikatı, Hürriyet, Milliyet, Sabah, ATV, Star gibi yayın organlarında gündem ediliyor. (Aynı dönemde Aczmendi tarikatı çok kısa bir dönem içerisinde pek çok şehirde şube açtı! Sonra bu tarikat aynı hızla ortadan yok oldu!)
Askeri bürokrasinin güdümündeki medyaya göre “asker politik hayatın gerçeğidir”. Asıl işi istihbaratçılık olan bazı kişiler gazeteci kılığında, gazetelerin genellikle Ankara bürolarında görev icra ediyorlar. Medya patronları da bu şahıslardan faydalanmaya çalışıyorlar. Ordunun talimatları gazetelere Ankara büroları üzerinden geliyor. Örneğin Sabah’ın Ankara temsilcisi Fatih Çekirge yazı işleri müdürü Ergun Babahan’ı arar, “şu paşayla konuştum” diyerek paşasının arzusunu iletir. Uzan grubu askeri darbe olacağına inanınca, Fatih Çekirge’yi 1,5 milyon dolara transfer eder. Yine bu “içeriden” anlatımlarda Ertuğrul Özkök’ün askere yakınlığı ve Hürriyet’in devletin (yani ordunun) gazetesi olduğu da yer alıyor.
Babahan, 28 Şubat darbesinin ABD ayağını eski ABD Büyükelçisi Abramowitz’in kurduğunu, Abramowitz’in medyayla da bizzat ilgilendiğini, yönlendirmeye çalıştığını söylüyor. ABD adına Refah-Yol hükümetinin düşürülmesi için orduya ve medyaya gaz verdiğini de belirtiyor.
Medya grupları ile hükümetler al gülüm ver gülüm ilişkilere de giriyorlar, büyük devlet ihaleleri, medya patronlarına paylaştırılıyor, her medya grubu bir devlet bankası satın alıyor. Banka satın alınca Maliye Bakanlığı ve Hazine ile arayı iyi tutmak gerekiyor. Medya patronu nükleer santral ihalesine mi girecek? O medya grubunda çalışan gazeteciler nükleer enerjiyi savunan yazılar döşeniyor, aleyhte yazanların başına iyi şeyler gelmiyor. Maliye’de işi olan başbakana gidiyor, işini hallediyor. Bütün bunlarıysa bizzat Dinç Bilgin söylüyor.
Burjuvazinin ve burjuva medyanın darbe dönemi günahları saymakla bitmez. Dinç Bilgin, “Kürtlere karşı da çok ayıplar yaptıklarını”, Alevileri eskiden tanımadığını, Ermeni sorununu da eskiden bilmediğini söylüyor. Tabii bu arada paşaların önünde hazırola geçmelerinin sorumluluğunu üzerinden atmaya da çalışıyor. 28 Şubat döneminin koşullarını, kendi bilgi eksikliğini ve gazeteci ekibinin ulusalcı-devletçi çizgisini öne sürerek kendi sorumluluğunu azaltmaya çalışıyor ifşaatlarında. Ergun Babahan da öncelikle dönem koşullarını ileri sürüyor, ancak bir adım daha ileri giderek gazetecilerin siyasal konjonktüre nasıl uyum sağladıklarının, olan biteni nasıl sindirebildiklerinin sırrını açıklıyor:
“Ben dâhil bazılarımız çok laikçi davranıyorduk. Bazıları da ‘aman bu düzen değişmesin, fıstık gibi hayatım bozulmasın, işim bitmesin’ diyerek o günkü sürece sahip çıkıyordu. Çünkü profesyonel olarak çok iyi paralar alınıyordu, sınıf atlanmıştı, yeni hayatın getirdiği zenginlik sürdürülmek isteniyordu.”
Bilgin ve Babahan statükocu kanat ile AKP etrafında kümelenen sermaye grupları arasındaki kayıkçı dövüşünde saf değiştirenler arasında. Yarın öbür gün güçler dengesi değiştiğinde kimlerin hangi güçlerin ardında saf tutacaklarını şimdiden bilemeyiz elbette. Bildiğimiz bir şey var: Burjuvaların, çıkarları nerede ise Kâbeleri de o taraftadır.
Burjuva medya nereye gidiyor?
28 Şubat’ın üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçti. Askeri bürokrasi ve genel olarak statükocu kanat o günlerden bugüne mevzi kayıpları yaşadı. Ergenekon soruşturması ile başlayan süreçte statükocu darbe planları teşhir edildi. Genel olarak bu kanadın yanında duran Doğan grubu medyası yakın zamana değin deşifre edilen darbe planlarını bile açıkça inkâr ediyordu. Balyoz darbe planının ve Dursun Çiçek’in ıslak imzasının askeri Yargıtay tarafından kabulü sonrasında bile yeminli inkârcılar cephesi, özeleştiri vermek gibi bir ahlâki adım atmaya yeltenmedi.
Askeri bürokrasi kendi bünyesinde kısmi bir tasfiyeyi kabullenmek zorunda kalmakla birlikte, Genelkurmay en tepedeki silah arkadaşlarını tasfiye sürecinin dışında tutmaya çalışıyor. Buna paralel olarak statükocu medyada da “hata yapanlar olabilir, bunların yargılanmasına elbette karşı değiliz” biçiminde ağız değiştirildi. Ergenekon soruşturması artık tümden reddedilmiyor, “davanın sürdürülme biçimindeki hatalara” vurgu yapılarak daha geride bir savunma hattı oluşturuluyor.
“Şeriat geliyor”, “ülke bölünüyor” demagojileri de giderek itibar kaybediyor. Statükocu medya şimdilerde “sivil darbe-faşizm” tehlikesine vurgu yapıyor. AKP’nin mini anayasa değişikliği paketinin samimiyetsizliğini teşhir ederek muhalefetlerine meşru bir zemin oluşturmaya çalışıyor.
Liberalinden muhafazakârına, paşasına selam çakanından MİT ajanlığı yapanına kadar tekmil burjuva medya cenahı sahibinin borusunu üfürüyor. 28 Şubat’tan bu yana sivilleşme yönünde kat edilen mesafe de fazla abartılmamalıdır. Burjuvaziden de onun medyasından da tutarlı bir demokrat çizgi izlemesi beklenemez. Sınıf çıkarlarından ve siyasi güç ilişkilerinden bağımsız bir medyanın olamayacağını en başta belirtmiştik. Bugün statükocu medya, salt olağanüstü dönemlerde yaşadığı Genelkurmay korkusu yüzünden değil, sahiplerinin çıkarları bunu gerektirdiği için paşasının düdüğünü çalıyor.
Öte yanda AKP cephesinde saf tutan medya grupları da var. Statükocu güçler karşısında “aslan demokrat” pozlarında kükrüyorlar. Aynı yayın organları, Kürt ulusal başkaldırısı veya işçi sınıfının grev ve eylemleri söz konusu olduğunda ise demokrat pozlarından sıyrılıp aslına rücu ediyor; Kürt halkının siyasi iradesini inkâr ediyor; işçi düşmanlığından asla vazgeçmiyorlar.
Burjuva medya, sahibinin borazanı olarak uğursuz rolünü oynamaya devam edecektir. Varsın onlar sahiplerinin, yani egemen burjuva güçlerin sesi olsunlar. Sosyalist basın da, işçi sınıfının ve ezilenlerin sesi olacaktır. Ve sosyalist basını sahiplendiği ölçüde işçi sınıfının sesi daha gür çıkacaktır.
link: Serhat Koldaş, Burjuva Medyada Saf Değiştirenlerden İbretlik İfşaatlar, 1 Nisan 2010, https://marksist.net/node/2428
Spora Yansıyan Irkçılık
Güler Zere Yaşamını Yitirdi