Milyonlarca emekçinin yeşile, sağlıklı içme suyuna, temiz havaya ve insanca yaşanacak ucuz konutlara yakıcı bir ihtiyaç duyduğu megakent İstanbul, bir kez daha ciddi bir talan ve rant projesiyle karşı karşıya. Trafik sorunu bahane edilerek yapılması planlanan üçüncü boğaz köprüsü ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından açıklanan Temmuz 2009 tarihli İl Çevre Düzeni Planı, kentin akciğerleri olan kuzey ormanlarını ve bir önceki çevre düzeni planında korunması güvence altına alınan pek çok alanı, yeni yağma ve rant alanları olarak sermayenin hizmetine sunuyor. Söz konusu plan ve köprü projesi, İstanbul’un zaten büyük ölçüde tahrip edilen tarihi ve doğal dokusuna, ormanlarına, su havzalarına, yeraltı sularına yönelik ciddi bir tehdit oluşturuyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve AKP hükümeti, milyarlarca dolar harcanarak girişilen tüp geçit ve raylı sistem projelerini en kısa sürede tamamlamak ve bu uygulamaların trafiğe yönelik etkilerini görmeyi beklemek yerine, apar topar alınan kararlarla üçüncü köprünün yapım kararını kesinleştirmiş durumda. 1995 yılında İstanbul Belediye Başkanı iken “üçüncü köprü bir cinayettir, böyle bir teşebbüs İstanbul’un çağdaş kentleşmesi ve şehir içi ulaşım sistemi için ölümcül sonuçlar doğurur” diyen Tayyip Erdoğan, bugün “üçüncü köprü mutlaka yapılacaktır” diyerek yapım emrini devletin tepesinden veriyor. Köprünün geçeceği güzergâhtaki orman alanlarının ve içme suyu havzalarının, yapılacak yollar ve bu bölgede çok kısa sürede gelişecek yapılaşma nedeniyle korkunç bir yıkıma uğrayacağı çok açık. İkinci boğaz köprüsü bunun en somut örneğidir. Bu köprünün bağlantı yollarının geçtiği alanlar, arsa spekülatörleri tarafından yağmalanmış ve söz konusu bölgeler çarpık ve kontrolsüz bir yapılaşmaya teslim olmuştu. Aynı şekilde içme suyu havzaları da tehdit edici bir yapılaşmayla karşı karşıya kalmıştı. Söz konusu bölgenin kuzeyinden geçmesi planlanan üçüncü köprünün bu tahribatı geri dönüşsüz bir noktaya taşıyacağı ortadadır.
Geçtiğimiz günlerde onaylanarak askıya çıkarılan İstanbul İl Çevre Düzeni Planının raporunda, su toplama havzalarında “2007 yılı sonu itibariyle 1.090.947 kişinin yaşadığı” ifade edilmekte ve “bu su toplama havzalarında, önümüzdeki dönemde en fazla 1.090.000 kişinin yaşaması öngörülmektedir” denmektedir. Yani belediyenin, havzaları bu kaçak yapılaşmanın yıkıcı etkilerinden kurtarmak gibi bir hedefi dahi yoktur (elbette buralarda yaşayan emekçiler için uygun çözümlerle). Zaten raporda geçen “havzaları mümkün olduğunca yapılaşmadan uzak tutmak” ifadesi de, bunun yaptırım gücü olan bir denetim ve engelleme çalışmasıyla fiilen yapılmak yerine temenni düzeyinde kalacağını göstermektedir. Belediye, halkı su kıtlığı konusunda uyarıp tasarruf etmeye çağırırken ve emekçilerden toplanan milyonlarca lirayı İstanbul dışından su getirme projelerine ayırıp bu alanda faaliyet gösteren firmaları zengin ederken, mevcut su kaynaklarının kirlenmesine ve kurumasına sessizce seyirci kalmaktadır.
Köprüler neyi taşımak için yapılıyor?
Üçüncü köprünün zorunlu olduğunu iddia eden belediye ve AKP hükümeti, İstanbul’da kronik hale gelen trafik sorununun aksi halde çözülemeyeceğini ileri sürüyor. Oysa aynı argüman 1989’da yapılan ikinci köprü için de dile getirilmiş ve üzerinden 10 yıl geçmeden bir üçüncüsünün yapımının zorunlu olduğu söylenmeye başlanmıştı.
Patates tarlalarının otomobil fabrikalarıyla doldurulduğu, asgari ücretle çalışan işçinin bile kredi sistemiyle araba almaya teşvik edildiği, devletin araç satışlarını arttırmak için otomobil tekellerine yapmadığı kıyağı bırakmadığı Türkiye’de, Mayıs ayı itibarıyla trafiğe kayıtlı taşıt sayısı 14 milyonu aşarken, İstanbul’da bu sayı 2 milyon 705 bini geçmiş bulunuyor. Trafik çilesinden yakınılan bu kentin yıllık nüfus artış hızı yüzde 4’lerde, taşıt sahipliğindeki artış oranı ise yüzde 16’larda seyrediyor.[1]
Üçüncü köprüyü savunanlar, köprü trafiğinde yaşanan kilitlenmenin, köprülerin ve bağlantı yollarının kapasitesinin sınırına gelindiği argümanına başvuruyorlar. Oysa yapılan hesaplar, izlenen politikalarda herhangi bir değişikliğe gidilmediği takdirde, 2020 yılına kadar aynı mantıkla 5 köprü daha yapılması gerektiğine işaret ediyor. Bu kısırdöngünün köprü sayısını arttırmakla aşılamayacağı aşikârdır ve çözüm sorunun kaynağında aranmalıdır. Bireysel taşıt sahipliği doludizgin teşvik edilip toplu taşımaya son derece sınırlı bir pay ayrılmışken, böylesi bir kentin trafik sorununun köprülerle ya da yeni yollarla çözüleceğini iddia etmek burjuva yönetimlerin sahtekârlığından başka bir şey değildir.
Bugün iki boğaz köprüsünden geçen taşıtların yüzde 90’ını özel araçlar oluştururken, bu araçlardaki ortalama insan sayısı 1,1’dir. İçerisinde sadece sürücüsü bulunan yüz binlerce araç İstanbul trafiğini içinden çıkılmaz bir hale sokarken, onların yarattığı çileyi aynı güzergâhta toplu taşıma araçlarıyla yol alan işçi ve emekçiler çekmektedir. Çevre Mühendisleri Odasının raporu bu çarpıcı gerçekliğe şöyle işaret ediyor:
“1973 ve 1989 yıllarında iki boğaz köprüsü yapılmıştır. Bu iki köprü, Boğazdan geçen taşıt sayısını 30 kat artırırken yolcu sayısını 4 kat bile artıramamıştır. Yeni köprü ile araç trafiği daha da artacak ancak taşınan yolcu sayısında önemli bir artış olmayacaktır. Köprüden transit geçişlerin payı ise %2 dolayındadır ve artma olasılığı yoktur. Diğer yandan, iki yaka arasındaki yolcuların %50’sinden fazlasını taşıyan toplu taşıma araçlarının araç trafiği içindeki payı %4 bile değilken, yolcuların %30’unu taşıyan özel otomobillerin payı %90’dır.”[2]
Emekçilerden toplanan vergilerle oluşturulan kaynakların har vurulup harman savrulması ise olayın bir başka yönüdür. Yapılacak yeni bir köprünün ve bağlantı yollarının maliyetinin, iki yaka arasında ulaşımı sağlayacak bir metro sisteminin maliyetinden iki kat daha pahalı olduğu hesaplanmaktadır. Ama asıl amaç belediye, hükümet ve özel sektör arasındaki rant köprüsüne bir şerit daha eklemek olduğundan, toplu taşımaya ağırlık verilmesi bu soyguncuların işine gelmemektedir.
Sözde daha güzel bir İstanbul yaratmak için yapılan çevre düzeni planları da aynı soyguncular çetesinin çıkarları düşünülerek tasarlanmaktadır. Çok açık ki, “Burjuvazinin güzellik anlayışının özünü üst üste yığılmış dolarlar oluşturur. Boğaz kıyılarına kondurulan gökdelenler, bunun iyi birer örneğidir. Daha fazla otel, gökdelen, rezidans veya alış-veriş, ticaret merkeziyle şehrin güzelleşeceğini düşünmek burjuvazinin pespaye estetik anlayışının bir göstergesidir. Şehir merkezlerine yığılacak bu tip yapılar, boğaza üçüncü köprü vs. hepsi de zaten kapasitesinin sınırına gelmiş olan şehrin sorunlarını katmerleştirerek arttıracaktır. Nüfus yoğunluğunu trafiğin artışı takip edecek, su havzalarının ve yeşil alanların yok edilmesi sonucu su, çevre ve hava kirliliği problemleri artacak, yüksek emlak fiyatları konut sıkıntısını daha da ağırlaştıracaktır. İşte burjuvazinin kenti dönüştüreceği manzara budur.”[3]
Doğayı acımasızca yağmalayan, emeği iliklerine dek sömüren kapitalist kâr sistemi, emekçilerin hayatını cehenneme çevirirken doğayı da geri dönüşsüz bir yıkımın eşiğine sürüklüyor. İşçi sınıfı ona ölümcül darbeyi indirmediği sürece, bu yağma düzeni doğayı ve emeği iliklerine dek sömürmeye devam edecektir.
link: Marksist Tutum, Üçüncü Rant Köprüsü ve Yağma Planları, 1 Eylül 2009, https://marksist.net/node/2246
İnsan İhtiyaçları Sınırsız, Kaynaklar Kıt mı?
Taşeronlaştırmaya Karşı Örgütlü Mücadeleyi Yükseltelim!