Ergenekon davası ile birlikte burjuva devletin birçok pisliği ortalığa saçıldı. İşçi mücadelesinin ve Kürt hareketinin önünü kesmek için ne tür provokasyonlara girişildiği, katliamlar tezgâhlandığı bilinmeyen şeyler değildi. Kısa bir zaman öncesinde “devlet için kurşun atan iyi çocukların” Genelkurmay’ın ve devletin en üst makamlarınca nasıl korunduğuna tüm toplum şahit oldu. Şemdinli’de Umut Kitabevini bombalayan JİTEM’ciler bölge halkı tarafından suçüstü yakalanmıştı; ancak “tanırım, iyi çocuktur” açıklamasıyla birlikte, yakalanan kişiler kısa bir süre yargılandıktan sonra salıverilmişlerdi.
Burjuva devletin gayrimüslimler başta olmak üzere, ezilen halklara karşı pek çok kez pogromlar yaptığını tarih yazıyor. Kürt halkı da yıllardır eziliyor ve baskı altında tutuluyor. Burjuva devlet Kürt halkını kimliğini ve dilini unutmaya zorlamış, başaramadıkça da her türlü baskı ve şiddetle esaret altına alarak terbiye etmeye çalışmıştır.
Burjuva devlet, işçi sınıfının mücadelesinin yükseldiği 1980 öncesi dönemde, mücadelenin önünü kesmek için gladyo tipi kontrgerilla örgütlenmesine gitmekten geri durmadı. Aynı örgütlenme faşist darbe sonrasında görevlerini icra etmeye devam etmiş, bu defa, yükselişe geçen Kürt hareketini bastırmak için işbaşı yapmıştır. Kürtler, gözaltına alındı, kaybedildi, işkenceli sorgulardan geçirildi, aylarca mahkemeye çıkarılmadan hapishanelerde tutsak edildiler. Mücadeleye destek veren Kürtlerin köyleri yakılarak boşaltıldı. Devlet, koruculuğu yaygınlaştırarak Kürt mücadelesini bölmeyi hedefledi. Diyarbakır zindanlarında esir tuttuğu Kürtlere karşı Dehak’ı aratmayacak zalimlikle saldırmaktan geri durmadı. Bütün bu uygulamalar devletin yarattığı özel örgütlenmeler eliyle yürütüldü. Özel Harp Dairesi bu olayların hepsinde, daima başrolü oynayan örgütlenmelerden biridir.
Bu kontrgerilla örgütlenmesinin yeni bir kolunu da JİTEM oluşturuyordu. Varlığı devlet tarafından resmi olarak kabul edilmese de evleri basılan, köyleri yakılan Kürtler sıkça bu örgütle karşılaştılar. Kimi zaman gerilla kıyafetleri giyen kontrgerillacı JİTEM sürüsü, köyleri basıp yağmalıyor, kadınlara tecavüz ediyor, çocukları katlediyor ve sahneden çekiliyordu. Sonrasında suç PKK’nin üzerine atılıyordu. Televizyonların haber bültenlerinde ve programlarında, gerillaların nasıl köy basıp, çocuk-yaşlı demeden nasıl herkesi öldürdüğü dramatize edilerek anlatılıyordu. Bu katliamlardan biri olan Güçlükonak katliamı da benzer şekilde sunuldu. Ama kazın ayağının hiç de öyle olmadığı, Güçlükonak’ta devletin karanlık güçlerinin parmağı olduğu belliydi ve nitekim gelinen süreçte bu açığa çıkmış bulunuyor.
1996 yılında gerçekleştirilen Güçlükonak katliamı, dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Ekmen’in Yeni Aktüel dergisinde yayınlanan röportajıyla bugünlerde yeniden gündeme geldi. Eski bakan, röportajında “gerçeği bildiğim halde bunu kamuoyuyla paylaşamadığım için vicdanen rahatsızım” diyerek tam 13 yıl sonra Ergenekon davası gündemde iken konuşmaya karar vermiş.
“İyi çocuklar” sahnede
PKK’nin 15 Aralık 1995’te ilan ettiği ateşkesi bozmak isteyen devlet güçleri provokatif bir hamle tasarladılar. 12 Ocak 1996’da Gêrê (Çevrimli) ve Yatağan köylerine baskın yapan askerler, yardım-yataklık yaptıkları suçlamasıyla eski korucu olan Abdullah İlhan, Ahmet Kaya, Ali Nas, Neytullah İlhan, Halit Kaya ve Ramazan Oruç’u gözaltına aldılar. Evlerinden alınan köylüler, Taşkonak jandarma taburuna götürüldü.
3 gün sonra, bu defa Koçyurdu köyüne gelen askerler, Hamit Yılmaz, Abdulhalim Yılmaz, Mehmet Öner ve Lokman Özdemir adlı korucuları “görev var” diyerek aynı tabura götürdüler. Korucular gözaltına alınan köylülerle birlikte minibüse bindirilerek yola çıkarıldılar. Araca bindirilen köylüler, senaryoda hangi rolde, nasıl bir oyunun parçası olduklarının farkında değildiler. Fakat senarist deneyimliydi, daha önceki senaryolarında da seçtiği kimseleri rollerini bilmeden sahneye çıkarmayı başarmıştı. Bu sahnede köylüler “maktûl” rolünü oynayacaklardı.
Tabur ile Koçyurdu köyü arasında kalan yol üzerinde silahlı bir grup tarafından minibüs durduruldu. Araç önce kurşun yağmuruna tutuldu, sonra içindekilerle birlikte yakıldı. Bir gün sonra olay yerine götürülen gazetecilere katliamın PKK tarafından gerçekleştirildiği söylendi. Bu olay PKK’nin ilan ettiği ateşkesi bozduğunun kanıtı olarak gösterilmeye çalışıldı. Gazetecilerin halkla temas kurmalarına engel olundu. Katliam haberi gazete sayfalarından ve televizyon ekranlarından katillerin istediği şekilde yayınlandı. PKK ise katliamla bir ilgisi olmadığını ve olayı kınadığını açıkladı.
13 Şubat 1996’da aydın ve sanatçıların oluşturduğu “Barış İçin Bir Arada Çalışma Grubu”, katliam yerine inceleme yapmak üzere bir heyet yolladı. Bölge halkıyla ve öldürülenlerin yakınlarıyla yaptıkları görüşmeleri ve incelemeleri tamamlayan heyet, katliamın devlet güçlerince gerçekleştirildiğini açıkladı. Olaydan Genelkurmay Başkanlığını sorumlu tutan heyet suç duyurusunda bulundu.
Köylülerin ne şekilde, ne zaman ve kim tarafından evlerinden alındıkları belliydi. Aracın plakası dahi bilinmekteydi. Fakat adalet mekanizması, katledilen Kürt köylüleri lehine işlemedi. Olayın PKK tarafından yapıldığında ısrarcı olan devlet, kontrgerillayı suçlayan ifadelerde bulunan aydınları, “ordunun manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif” suçlamasıyla yargıladı.
Katledilenlerin yakınları 12 Temmuz 1996’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdular. Mahkeme Türkiye devletini suçlu bularak, devleti, katledilenlerin yakınlarına maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkûm etti. AİHM’in kararına göre 10 kişiye 15’er bin, 1 kişiye 5 bin 160, sekiz kişiye de 3’er bin avro ödenmesine karar verildi. Bu sonucun Türkiye’deki yansıması ise şöyle oldu: Ordunun manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif suçlamasıyla yargılanan aydınlara 10’ar ay hapis cezası verildi. Yargıtay’ın kararı bozmasından sonra aydınlar beraat ettiler. Fakat katliamın aydınlatılması ve gerçek sorumluların ortaya çıkarılmasından özenle uzak duruldu.
Adnan Ekmen röportajında, yakılan köylülerin kimliklerinin yanmamış halde jandarmanın elinde olduğunu, ama tüm somut kanıtlara rağmen o dönem bunun üzerine gidemediklerini söyleyerek, devletin gerçekleri çarpıtıp katilleri gizlemekteki rolünü gözler önüne sermiştir. Eski bakan, olayın Ergenekon dosyasına eklenmesini talep etti. Devletin üst makamlarında görev yapmış birinin açıklamalarının üzerinden günler geçtiği halde somut bir adım atılmış değil. Hatta bir süre önce eski bir itirafçı, devlet güçleriyle nasıl katliamlar gerçekleştirdiklerini, öldürdükleri insanları nasıl kuyulara attıklarını ifşa etmişti. Ama bu itiraflar dikkate alınıp soruşturma dahi başlatılmadı. Güçlükonak olayında da adalet haklıdan yana tecelli etmiş değil. Olur da mahkemeler ilgi gösterirlerse, davanın burjuva devletin olaydaki asli rolünü perdeleyecek şekilde yürütüleceği muhakkaktır.
Burjuvazi, iktidarını emekçilerin kanı ve alınteri üzerine kurmuştur. Toplum üzerindeki egemenliğini zorbalıkla, yalanlarla sürdürür. İşçi sınıfının koca gövdesini kontrol altında tutmak, sürekli uykuda kalmasını sağlamak için her türlü olanağı sonuna kadar kullanır. Katliam yapması gerekirse, bunu da yapmaktan kaçınmaz, defalarca yapmıştır. Kapitalizmin dünya ölçeğinde işçi sınıfına ve ezilen halklara yönelik gerçekleştirdiği yüzlerce katliamın hesabı bugüne kadar hâlâ sorulamamıştır. Ve yeni katliamlar devam ediyor. Bu katliamların hesabını ancak işçi sınıfı sorabilir. Örgütlenerek, gücüne güvenerek ve kapitalizme karşı sosyalist mücadele bayrağını yükselterek!
link: Berdan Güney, Güçlükonak Katliamı, 1 Mart 2009, https://marksist.net/node/2064
Burjuva Devletlerin İkiyüzlülüğü
Winnenden’i Aklınızda Tutun, Kapitalizmi de!