Kara Kıta’nın en büyük topraklarına sahip olan Sudan’da 22 yıl süren ve 2 milyondan fazla insanın hayatına malolan iç savaş, Güney’in bağımsızlığının oylanacağı bir referandumun yapılmasını içeren antlaşmanın 2005 yılının Ocak ayında imzalanmasıyla sona ermişti. Bu antlaşma, Güney Sudan’ın özerk bir yapıya kavuşmasını ve 2010’da yapılacak seçimlerle “çok partili demokratik yaşama” geçilmesini de kapsıyordu. Antlaşma Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in Milli Kongre Partisi ile Güney’deki Sudan Halk Kurtuluş Hareketi (SHKH) arasında imzalanmıştı. SHKH’nin antlaşmayı imzalamasından sonra diğer gruplar da “kapsamlı barış süreci” olarak adlandırılan bu sürece uyacaklarını beyan etmişlerdi. İki devlet arasında kalan ve petrol bölgesi olan Abyei’nin statüsü ile Nil sularının Sudan payına düşen yüzde 18’lik[*] kısmının nasıl paylaşılacağı ise çözümsüz kalan sorunlar arasındaydı.
Güney’e kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyan referandumun yapılmasını içeren anlaşma, bölgeyle ticari ve siyasi ilişkileri olan emperyalist ülkelerin de onayından geçmişti. Emperyalistler ayrılmayı desteklerken, bölgedeki Arap ülkeleri ayrılıktan rahatsız durumdaydılar ve Güney’in ayrılmasını bir kayıp olarak görüyorlardı. Bunlar arasında Mısır ise, yeni devletin Nil sularının yeniden paylaşılmasını isteyen Afrika ülkeleri blokuna katılmasından da endişe duyuyordu.
2005 yılında imzalanan anlaşma iç savaşı sona erdirmekle birlikte bölgenin durulması için yeterli olmamıştı. SHKH’nin o dönem başında olan John Garang Temmuzda Sudan başkan yardımcılığına getirilmiş, daha bunun üzerinden bir ay geçmeden Uganda’ya yaptığı bir ziyaret sırasında helikopterinin nedeni belirsiz bir şekilde düşmesiyle Garang hayatını kaybetmişti. Bundan sonra çatışmalar yeniden alevlenecekti.
2010 Nisanında yapılan seçimlere kadar oldukça sancılı bir süreç geçirdi Sudanlılar. Darfur’da 6 yıl boyunca devam eden katliam ve tecavüz olayları nedeniyle bölgede gerilim yeniden artmıştı. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) El Beşir’i suçlu bulan kararından sonra, Beşir geri adım atarak diplomatik ataklara kalkmıştı. Hatta bu çerçevede Türkiye’ye de yolu düşmüş ve istediği desteği AKP hükümetinden koparmıştı. Erdoğan’ın “Bizim mensubu olduğumuz İslam dinine teslim olmuş olan biri, asla soykırım yapamaz” sözü El Beşir’in yüreğine su serpmiş, Türk hükümetininse meseleye bakışını ortaya koymuştu: Türkiye Sudan konusunda taraftır, bölgeye dair planları olan her emperyalist güç gibi!
UCM kararına karşı önce 2005 antlaşmasının tehlikeye girebileceğini söyleyerek diklenen El Beşir, daha sonra, yapılacak referandum ve seçimlere engel olmayacağını açıklamıştı. 2010 Nisanındaki seçimlere katılan Güneyli gruplar ise Kuzey’de oy kullanmayarak referandumdan çıkacak sonucun ilk işaretini vermişlerdi. Ömer El Beşir’in seçimlerden hemen önce Darfur’daki en büyük grup olan Adalet ve Eşitlik Hareketiyle (JEM) ateşkes imzalaması, seçimlerde koltuğunu sağlama aldıktan sonra da seçimleri boykot eden gruplar ve bölgeler arasında ayrım yapmayacağını söylemesi Beşir’e karşı uluslararası çapta oluşan havanın yumuşamasına sebep oldu. El Beşir, yaşanan katliamların bizzat uygulayıcısı değilmiş gibi davranarak seçim çalışmalarını “birlik ve beraberliğin sağlanacağı ve her sese kulak verileceği” propagandası üzerinden yürüttü. Böylece El Beşir dünyada kendisine karşı oluşan muhalif havayı yumuşatmayı ve koltuğunu korumayı başardı. Seçim sonuçlarında ayrılığın kaçınılmaz olduğunu gören Beşir, referandumdan ayrılığın çıkması halinde Kuzey’de şeriat ilan edeceğini duyurdu. Yeni parlamentonun belirlendiği ve yerel seçimlerin yapıldığı Nisan seçimlerinde, Güney’in başkanı Salva Kiir, El Beşir’in devlet başkanı yardımcısı oldu.
Ve nihayet, Güney’in kaderini belirleyecek olan referandum geçtiğimiz ayın ortalarında Sudan’ın tüm eyaletlerinde gerçekleştirildi. 10 eyaletten oluşan Güney’de halk, kendi kaderini tayin etme hakkını çok yüksek bir oranla ayrılıktan yana kullandı. Güney Sudan’dakilerin yüzde 99’u, Kuzey’dekilerin yüzde 58’i, iç savaş sırasında ülkelerini zorla terk etmek zorunda kalan diasporada ve Çad sınırındaki mülteci kamplarında yaşayan Sudanlıların ise yüzde 100’ü ayrılıktan yana oy verdi. Kullanılan geçerli oyların sayısı yaklaşık 2,5 milyon. Yeni devletin ilan edilmesi için Temmuz ayı beklenecek. 2005’ten bu yana Güney’in fiili başkenti olan Juda’nın statüsü böylece resmileşecek.
Sudan’ın ihraç ettiği petrolün önemli bir bölümü Güney’den çıkarılıyor. Fakat petrol rafinerilerinin tamamı Kuzey’de. Üstelik Sudan’ın İngilizlerden bağımsızlığını elde ettiği 1956 yılından bu yana ülkenin en yoksul bölgesi Güney Sudan. Başkent olmaya hazırlanan, ancak altyapısı son derece yetersiz olan Juda bir su şebekesinden bile yoksun durumda. Özel şirketlerin Nil’den çıkardığı su tankerlerle taşınıyor, yüksek fiyatı nedeniyle ancak zenginler tarafından alınabiliyor.
İngiliz sömürgeciliğinin tohumunu attığı Kuzey-Güney çatışması
Sudan’da Kuzey-Güney çatışmasının kökeninde, İngiliz sömürgeciliğinin izlediği böl-yönet politikası yatıyor. 1900 yılından bağımsızlığın ilan edileceği 1956 yılına dek İngiliz egemenliğinde olan Sudan’da, İngiltere ülkeyi Kuzey ve Güney olarak iki parça halinde yönetmişti. Müslüman nüfusun daha kalabalık olduğu Kuzey ile Hıristiyanların ve animistlerin daha yoğun olduğu Güney arasındaki din ve etnisite farklılıklarını kendi çıkarları temelinde kullanan İngiltere, böylelikle büyük bir çatışmanın da zeminini yaratmış oldu. 1946’dan itibaren İngiltere Güney’i Kuzey’e entegre etmeye girişti. Arapça ülkenin tek resmi dili olarak kabul edilirken, Müslüman Kuzeyli devlet bürokrasisi Güney’de de baskın hale getirildi. Bu durum Güney’de giderek büyüyen bir huzursuzluk yarattı ve 1956’da Kuzey’le Güney arasında bir iç savaşa dönüştü. Bağımsızlığın ilan edilmesinin (1956) öngünlerine denk gelen (aslında sömürgeci İngiliz yönetiminin tüm politikalarıyla kışkırttığı) bu iç savaşta yaklaşık 500 bin kişi hayatını kaybetti. Kuzey’e karşı savaşan kabilelerin bir araya gelmesiyle oluşan Sudan Halk Özgürlük Hareketi (SHÖH) ile Kuzey’deki yönetim arasında, Güney’e daha fazla otonomi verilmesini içeren bir anlaşmanın imzalanmasıyla, bu iç savaş 1972 yılında sona erdi.
1983 yılından itibaren Kuzey merkezli yönetimin (başkent Hartum Kuzey’de bulunuyor) İslami eğiliminin baskınlaşması ve Güney’deki Hıristiyan ve animist halka yönelik baskıları arttırması ikinci bir iç savaşın patlak vermesine yol açtı. Yaklaşık 2 milyon kişinin yaşamını yitirdiği bu savaş, başta da belirttiğimiz gibi, 2005 yılında imzalanan anlaşmayla sona ermiş ve böylece bugünkü referanduma doğru ilerleyen bir süreç başlamıştı.
Emperyalistlerin Afrika’ya olan ilgisi zengin petrol ve elmas kaynakları nedeniyle her daim canlı kalmaya devam ediyor. Afrika sınırları emperyalistler tarafından cetvelle çizilen birçok bağımsız ülkeye bölünürken, bu topraklar üzerindeki rekabet, eskisinden farklı olarak daha ince ayak oyunlarıyla zemini hazırlanan, kabileleri birbirine düşüren, soykırıma varacak toplu katliamlarla devam ediyor. Eskinin sömürgeci ülkeleri, bu topraklarda ağalık taslamayı sürdürüyorlar, fakat bunların yanı sıra yeni oyuncular da devreye giriyor. Çin, Rusya, Hindistan ve hatta Türkiye bu bölgeye ellerini atmış yeni aktörlerdir.
Emperyalistlerin kurtlar sofrası olan Afrika kıtasında halklar yıllar süren iç savaşların, çatışmaların ve yaşanan dizginsiz sömürünün etkisiyle yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Ancak, kanla sulanmış Afrika topraklarından şimdilerde mücadele sesleri yükseliyor. Tunus’ta ve Mısır’da yoksulluğa karşı açılan isyan bayrağı, halkları yoksulluk içinde kıvranırken kendileri sefahat içinde yaşayan yöneticileri yerlerinden ediyor. Sudan’ın Kuzeyli halkı da El Beşir’e karşı olan tepkilerini çeşitli eylemlerle ortaya koyuyorlar. Fakat El Beşir ve onun gibi diğer diktatörlerin saraylarından defedilip bir daha başa musallat olmalarına engel olmak, yükselen devrimci mücadelenin emekçi sınıfların iktidarıyla taçlanmasına bağlıdır. Sonu gelmez çatışma ve katliamlar, Nil Nehrinin rengini değiştirecek kadar oluk oluk akan kan, bunların müsebbibi olan kapitalizm ortadan kaldırıldığında kesilecektir.
[*] 1929’da, İngiliz egemenliği altında yapılan “Nil Sularının Paylaşımı Antlaşması”, 1959’da Mısır’la Sudan arasında yenilendi. Buna göre nehir sularının yüzde 72’sini Mısır, yüzde 17’ini Sudan, geri kalan yüzde 10’luk kısmını ise nehrin geçtiği diğer ülkeler (Kenya, Uganda, Tanzanya, Brundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ruanda, Eritre, Etiyopya) kullanıyor. Nil sularının adil bir şekilde yeniden paylaşılmasını isteyen ülkeler kendi aralarında “Daimi Nil Komisyonu” oluşturmuş bulunuyorlar.
link: Berdan Güney, Güney Sudan’da Bağımsızlık Referandumu, 1 Şubat 2011, https://marksist.net/node/2579
Hizbullah Tartışmaları Üzerine