İsviçre ile Fransa sınırları arasında kalan alanda, 100 metre derinlikte, 27 km uzunluğunda dairesel bir tünel. Bu tünelin beş farklı noktasında her biri binlerce ton ağırlığında ve onlarca dev mıknatıstan oluşan birer detektöre sahip, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN). Milyarlarca dolar maliyetle inşa edilen bu dev laboratuvarda gerçekleştirilmesi beklenen deney 2008 yılında teknik arızalardan dolayı ertelenmişti; deneye 2010 Nisanında yeniden başlandı.
Daha küçük hızlandırıcılara sahip birçok ülkede gerçekleşen deneylerde bugüne kadar ulaşılan en büyük enerji değeri 2 TeV idi. CERN’de bulunan dev hızlandırıcıda, iki proton demeti, zıt yönlerde, ışık hızına çok yakın bir değere kadar hızlandırılacak. Her biri 7 TeV (trilyon elektron volt) enerji değerine ulaştıklarında kafa kafaya çarpıştırılacak. Böylece toplam 14 TeV enerji altında gerçekleşecek çarpışmada protonlar daha küçük parçacıklara ayrışacaklar. Saniyenin çok küçük bir kesitinde gerçekleşecek bu çarpışmada güneşin sıcaklığının 100 bin katı bir sıcaklığa ulaşılacak. Ortaya çıkacak parçacıkların davranışı izlenerek maddenin yapısına dair daha ayrıntılı bilgilere ulaşılacağı tahmin ediliyor.
Kapitalist toplumda mistisizm bilimin peşini bırakmaz
CERN deneyi başlamadan çok önce birçok spekülatif vesvese ortalığa saçıldı. 2008 yılının Ağustos ayında başlanacak deneyler, teknik arızalar nedeniyle birkaç defa ertelendi. Fakat yine de bu deneyin kara delikler oluşturup dünyanın ve evrenin sonunu getireceği, depremlere yol açacağı gibi zırvalıklar heyecansever burjuva medyada bolca yer buldu, taraftar da edindi, o sırada İran’da gerçekleşen depremi deneye bağlayan da oldu. Spekülasyon yayanlar arasında, bizzat CERN deneylerine katılan iki fizikçinin iddiası daha ilginç. Biri Danimarkalı diğeri Japon olan bu iki fizikçi, yayınladıkları bir makalede, araştırmaların “gelecekteki” güçler tarafından engellendiğini iddia ettiler!
Bu deneyle maddenin yapısına dair daha çok bilgi elde edilmesi umuluyor. Çağlar boyunca insanoğlu doğayı ve maddeyi açıklamaya çalıştı. Kısıtlı bilgiyle doğa güçlerine dair çeşitli görüşler geliştirdi. Felâketler karşısında gazaba uğradığını düşündü, dünyayı öküzün başındaki bir tepsi olarak tasvir etti, depremleri de bu öküzün kızdırılmasına bağladı, kötülüklerden korunmak için güneşe, aya, denize, kayaya kurban kesti vb… Sanayi devriminin gerçekleştiği iki buçuk asır öncesinden itibaren, üretici güçlerde sağlanan hızlı gelişme, insanın doğaya bakışını da etkiledi. Maddenin ve evrenin yapısına dair mistik açıklamalar yetmemeye başladı, daha da derinlere inmek istedi. Egemen sınıflar bu mistik görüşleri toplum üzerindeki egemenliklerini sürdürmenin bir aracı olarak kullandılar. Fakat sanayi devrimiyle birlikte gelişen olanaklarla bu tür soruların yanıtları aralanmaya başlandıkça, egemenler mistik görüşleri bu gelişmelerin arasına sıkıştırmayı denediler. Kendi çıkarlarıyla yoğurdukları mistik görüşleri, bilimin ışığında elde edilen sonuçlarla uzlaştırmaya çabaladılar. Her çığır açıcı yenilik, bir taraftan insanoğlunun önüne yeni olanaklar çıkartıp bir dizi mistik yorumun çanına ot tıkasa da, burjuvazi ve onun sadık hizmetkârı durumundaki kimi şarlatanlar (ki bilimadamı denilenlerin içinde de böyleleri çoktur) her seferinde yeni bilgilere dayandırılmaya çalışılan yeni mistik görüşleri sistematik biçimde yaygınlaştırmaya çalıştılar. Bugün de aynı çabanın içindedirler.
Madde ve zamanın sonsuzluğu düşüncesini reddedip, evrene dair bir başlangıç olduğunu savunan görüşler, egemen sınıfların çıkarlarını gözeten bilim şarlatanları tarafından topluma kabul ettirilmeye çalışıldı. İki asır öncesine kadar, sonlu evren düşüncesi evrenin ancak 6-7 bin yıllık bir geçmişe sahip olabileceğini söylüyordu. Ancak bir süre sonra bilimde kaydedilen gelişmeler, bu yaşı, milyarlarca yıl geriye götürmüş durumda. Bugün dünyanın, içinde bulunduğu Güneş Sistemiyle birlikte yaklaşık 5 milyar yaşında olduğu artık biliniyor. Evrene yaş belirlemeye dönük nafile çabalarınsa arkası kesilmiyor. Ne var ki, bilim kültürünün belli bir noktaya geldiği günümüzde, artık evrenin “yaşı”nın kutsal kitaplardan yola çıkan tahminlere değil, en azından görünüşte bilimsel dayanaklara ihtiyaç duyduğu açık.
Hortlak teoriler
Maddenin yapısını kendince açıklamaya çalışan Standart Model tam da böyle bir görüşe hizmet ediyor. Evrenin 13,4 milyar yaşında olduğunu söyleyen bu model, ortaya atıldığı 1960’tan bu yana binbir yamayla desteklendi. Teorinin ortaya çıkan açıkları egemenlerin istekleri doğrultusunda hareket eden fizikçilerin telâşlı işbirliğiyle sürekli kapatılmaya çalışıldı. Ortaya atılan iddialar kanıtlanamamış olmasına rağmen, alternatif modeller burjuvazi tarafından hiçbir zaman finanse edilmedi, yeterince araştırılmasının ve yaygınlaşmasının önüne geçildi. Bu durum sözkonusu modelin ömrünü yapay olarak uzatmıştır.
Standart Model, evrenin yani zamanın ve mekânın, “Big Bang” denilen büyük bir patlamayla başladığını iddia ediyor. İddia ettiklerine göre o “kutsal an”da her şey iç içe. Kuvvetler, boyutlar vs… Madde ve karşıt madde de simetrik olarak eşit miktarda bulunuyormuş. Sonra bu simetri bozuluyor, karşıt maddenin miktarı azalıyor. Derken maddenin daha karmaşık formlarına doğru yol alınmaya başlanıyor. Büyük patlamayı anlatmaya böyle başlıyor bu teorinin savunucusu “bilim” insanları. Patlamanın ilk anını açıklayamadıklarını söyleyip hemen patlama sonrasına geçiş yaparak, saçılan şeylerin nasıl parçacıklara dönüştüğü ve bir süre sonra da nasıl yıldız sistemleri ve gezegenleriyle evreni oluşturduğunu anlatmaya koyuluyorlar. Ama bir başlangıcı ve sınırları olan bir evrende, iddia ettikleri madde miktarı, kendi hesaplamalarının gerektirdiği madde miktarının çok gerisinde çıkıyor! Teori tam bu noktada açık verecekken “karanlık madde” ve “karanlık enerji” yardımlarına koşuyor. Bu ikilinin ne olduğu epey “karanlık”! Varlığına dair hiçbir somut emarenin bulunmadığı “karanlık enerji” evrenin yüzde 73’ünü, “karanlık madde” ise yüzde 23’ünü oluşturuyormuş! Görünen madde ise koca evrenin sadece yüzde 4’ünü oluşturuyormuş!
Olmayan karanlık maddeyi “karanlık”ta bırakıp Big Bang’in hikâyesine dönelim. Hikâyeye göre, patlama anından hemen sonra ortaya çıkan küçük parçacıklar, yüksek sıcaklık altında atomun yapısını oluşturacak daha büyük parçacıkları oluşturmaya başlar. Hızla boşluğa doğru yayılan parçacıklar, birbirleriyle etkileşime girer, gerçekleşen nükleer tepkimeler sonucu çeşitli elementler, sonra da yıldız sistemleri ve gezegenler çıkar meydane. Nihayet evren bugünkü haline gelir. Standart Model aynı standartta bilim dışı açıklamalarına devam eder. Ama saniyeden çok daha kısa bir zaman diliminde gerçekleşen patlamanın bu ilk anında “maddenin nasıl olup da kütle kazandığını” bir türlü kanıtıyla birlikte ortaya koyamaz. Standart Model’in ve dolayısıyla Büyük Patlama teorisinin varlığı, savunucularına göre, “maddenin kütleye kavuşmasını” açıklayabilmesine bağlı. Maddenin kütle kazanmasının açıklanması konusunda Peter Higgs adlı bir fizikçi Standart Model için 1964’te bir yama hazırladı. Birtakım varsayımlar ve keyfi katsayılardan teşkil ettiği denklemlerle, modelde ekstra bir parçacığın olması gerektiğini iddia etti. Yaratıcısı ya da uydurucusunun adıyla anılan bu parçacığın adı Higgs bozonu oldu. Ama kuşkusuz böylesi bir nihai parçacığın varlığının kanıtlanması gerekiyor. İşte CERN’de planlanan deneyle elde edilmesi umulan sonuçlardan biri bu. Bulunamazsa keten helva yanacak, Standart Model teorisi çökecek.
Geçerken, bu deneye Vatikan’ın büyük bir hevesle destek verdiğini belirtelim. Ne de olsa bu deneyde, en azından deneye katılan bilimcilerin büyük bir çoğunluğu (neredeyse tüm dinlerin vaaz ettiği üzere) evrenin bir başlangıcı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Higgs parçacığına “Tanrı parçacığı” denilmesi de bundandır.
Evrenin Büyük Patlama sonucu meydana geldiğini iddia eden Standart Model benzeri birçok teori var. CERN’de yapılacak deneyde bunlar da ele alınacak. Baktılar ki Standart Model’in dayanağı kalmadı, hemen yerine başkasını koymaları kuvvetle muhtemel.
Büyük Patlama üniversite kürsülerinde genel olarak kabul görüyor. Böylesi bir patlamanın varlığını başından itibaren reddeden, evreni sürekli değişen ve sonsuz bir evren olarak tarif eden Plazma Evren Modeli, ısrarla görmezden gelinmeye devam ediliyor Türkiye ve dünyadaki bilim eşrafınca. Soruları sessizce geçiştirmeyi tercih ediyorlar. CERN deneyinde elde edilecek veriler Plazma Evren teorisini güçlendirecek veriler sağlar mı bilinmez, ama Standart Model’in varsaydığı “nihai parçacığı” ortaya çıkarmayacağı kesin. Deneylerin yeniden başladığı Nisan ayı başında gerçekleştirilen 7 TeV’lik çarpışmada elde edilen sonuçların analiz edilmesi haftalar, aylar alacak. Daha da yüksek enerji düzeyine ulaşıldığında ve bunun sonuçları toparlanmaya başlandığında yepyeni alt parçacıklar bulacaklarını şimdiden söylemek mümkün. Muhtemelen önce aradıklarını bulduklarını söyleyecekler, kısa süre sonra da buldukları parçacıkların da daha alt parçacıkları olduğunu kabullenmek zorunda kalacaklar. Yamalı teoriler, yamalarından bir kez daha patlayacak. Diyalektiğin yasaları her defasında kendini dayatacak: Evren, yani madde ve zaman, başsız ve sonsuzdur, o bir değişim sürecidir, harekettir.
Her mistik teori, diyalektiğin duvarlarına çarparak tuzla buz olmaya mahkûmdur. Çünkü “Aslında tüm evren, madde ya da enerjinin sonsuz hareketidir. Bir hareketin sonlanması diğerini başlatır, enerji maddeye madde enerjiye dönüşür, madde bir halden diğer bir hale geçebilir, kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşebilir ve bu böyle devam eder gider. Bu bitmez tükenmez devinimin başı ya da sonu yoktur, o her şeydir, uzay ve zaman da kendisidir.” (Elif Çağlı, Diyalektik Materyalizm Üzerine, Marksist Tutum, Şubat 2007)
link: Berdan Güney, Kapitalizmin Elinde Çarpıtılan Bilim, 1 Temmuz 2010, https://marksist.net/node/2467
Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor
Haziranda Ölmek Zor!