Başbakanın teğet geçti, bize bir şey olmaz lafazanlıklarıyla karşıladığı kriz konjonktürü, sonunda hükümeti bir kez daha IMF ile görüşme masasına oturttu. Kapitalizmin küresel krizinin yarattığı fırtınada pek çok ülkeyle “destekleme” anlaşması yapan IMF’nin, kredi miktarı en fazla görünen sözleşmesini AKP hükümeti ile imzalayacağı anlaşılıyor. Daha önce 20 kez yapılmış olan ve Türkiye piyasasının dünya kapitalizmiyle entegrasyonunu adım adım geliştiren ve sağlamlaştıran IMF anlaşmalarının yenisi de şüphesiz patronlar sınıfının çıkarına hizmet edecek. Bu yüzden patronlar sınıfı, gelecek krediyi ve beraberinde kendi lehlerine izlenecek politikaları dört gözle bekliyor.
2000 yılının Kasım ve 2001 yılının Şubat aylarında patlak veren iki büyük kriz sırasında ve ardından, borsa oyunları ve Hazinenin ödediği yüksek reel faizlerden yararlanarak servetlerini katlayan ve IMF’nin “kurtarma paketleri” ile bütün faturayı işçi sınıfına ödeten burjuvalar, yeni anlaşmayla da hem küresel krizin kendilerine uluslararası piyasalarda kaybettirdiklerini telafi etmeyi hem de işçileri daha da ezecek programlarla sömürülerini katmerleştirmeyi umuyorlar. Kapitalizm için hem zehir hem de panzehir olan krizi kendileri açısından fırsata dönüştürmek için hükümeti sıkıştırıyor, uluslararası örgütlerini devreye sokuyorlar. Bir an önce IMF kredilerinin ellerine geçmesini ve bu kredilerin serbest bırakılması için uygulanması şart koşulan politikaların hayat bulmasını istiyorlar. Nitekim geçtiğimiz günlerde yapılan son TÜSİAD genel kurulunda da, büyük patronların başlıca iki talebinden birisi olarak, kendi dış borçlarının devlet tarafından karşılanması dile getirildi ve bunun için de, gelecek yeni IMF kredilerinin kendilerine verilmesi istendi. Yani kendi aldıkları ve sefasını sürdükleri dış borçları böylece utanmadan halkın sırtına yıkmak istediklerini söylemiş oldular.
Türkiye ekonomisi 2001 krizi sonrası dönemde dünyada en hızlı büyüyen ekonomilerden biri olmuştur. Türkiye gayri safi yurt içi hâsılası bu dönemde 2002, 2003, 2004 ve 2005 yılları için reel olarak sırasıyla yüzde 7,9, yüzde 5,8, yüzde 8,9 ve yüzde 7,4 oranlarında büyümüştür. Bu büyüme oranlarının gerçekleşmesini sağlayan şey, işçilerin daha da acımasızca sömürülmesidir. Sömürü oranı muazzam ölçüde artarken, burjuvalar sermayelerini katlamış, hem ekonomik hem siyasal olarak güçlenmiştir. Elbette işçi sınıfının ödemek zorunda kaldığı bedeller pahasına.
İşçi sınıfı bu dönemde bir kat daha yoksullaşmış, örgütsüzlüğü bir kat daha artmıştır. Önemli sınıfsal kazanımlarını bir bir yitirmiştir. Sosyal Güvenlik Yasası gibi saldırıların hayata geçirilmesi, çalışma koşullarının esnekleştirilmesi, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma uygulamalarının yoğunlaşması ile yaşam koşulları alabildiğine ağırlaştırılmıştır.
Bu dönemde, burjuvazinin cebinin daha fazla şiştiğini gösteren yüksek büyüme oranlarına rağmen istihdam aynı oranda artmamıştır. Örneğin 2002’den 2005 yılına kadar sanayi sektöründeki büyüme birikimli olarak yüzde 25’in üzerine çıkmışken, sanayi istihdamındaki artış sadece yüzde 7 düzeyine ulaşabilmiştir. 2002-2005 yılları arasında işsizlik oranı ise resmi verilere göre bile yüzde 10,3’ün altına inmemiştir.
2002-2005 yılları arasında imalat sanayiinde kişi başına “üretkenlik” yıllık ortalama yüzde 8,6 oranında artmıştır. Peki, bu “üretkenlik” artışı, yeni teknolojik gelişmeleri içeren yatırımların ortaya çıkardığı bir üretkenlik artışı mıdır? Elbette değil. Bu artış, ya aynı işin daha az sayıda işçiye yaptırılmasıyla ya da işçilerin çalışma sürelerinin artırılmasıyla sağlanmıştır. İmalat sanayinde 2001’den bu yana yıllık ortalama yüzde 10’lar düzeyinde gerçekleşen üretim artışları, yıllık ortalama yüzde 2,9 düzeyinde istihdam artışlarına yol açarken üretimde çalışılan saat artış hızı da ortalama yüzde 4,2 düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu da imalat sanayinde birim üretim başına daha az sayıda işçinin daha uzun saatler çalıştırılması sonucunda gerçekleşmiş bir “üretkenlik artışı”nı açık biçimde ortaya koymaktadır.
Peki, patronların işleri böylesine büyürken, işsiz bırakılan işçilerin yerine de çalışan işçilerin ücretleri ne olmuştur? 2000-2005 yılları arasında imalat sanayiinde çalışan işçilerin reel ücretleri kamu kesiminde birikimli olarak yüzde 3,3, özel sektörde ise yüzde 11,6 oranında azalmıştır. Buna karşılık aynı dönemde üretimde çalışan kişi başına ortalama “üretkenlik” yüzde 29,7 oranında artmış, toplam imalat sanayi üretim artışı da yüzde 23,6 olarak gerçekleşmiştir. Sonuç olarak, patronların kârı sıçramalı bir biçimde yükselirken işçilerin ücretleri önemli oranda aşınmıştır. Yani patronların “bizim kazanmamız sizin de kazanmanızdır” yalanının mumu bir kez daha sönmüştür.
Patronların başta devletleri ve bankalar aracılığıyla yaptıkları soygunların yarattığı açıkların kapatılmasında kullanılan IMF kredileri de işçilere ödettirilmiştir. Çünkü burjuvaların devleti bu borçlarını öderken kullandığı paraları da vergiler yoluyla işçilerden tahsil etmiştir. Ücret ve maaşlardan kesilen vergilerin ve dolaylı vergilerin ağırlığı oluşturduğu mevcut vergi sisteminde sermaye gelirleri ve finansal kazançlar büyük oranda vergi dışıdır. Dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payı yüzde 70’e ulaşırken, sermayeden alınan kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı sadece yüzde 10 düzeyindedir. Bütün veriler, burjuva devletin işçilerden topladığı paralarla oluşturduğu bütçesini sermaye sınıfının gelirlerini korumak ve ekonomik krizlerin maliyetini işçilerin üzerine yıkmak amacıyla kullandığını da açıkça ortaya koymaktadır.
Neticede, bu dönemde başka pek çok belirleme ve veriyle daha desteklenebileceği gibi IMF politikaları ile Türkiyeli burjuvaların çıkarına olacak biçimde birçok düzenleme yapılmış ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları kötüleşmiştir.
IMF politikalarına hangi temelde karşı çıkılmalı?
Mali sermayenin günümüzde IMF gibi örgütleriyle hayata geçirdikleri programlar, işçi sınıfının mücadeleleri ile elde ettiği kazanımların tasfiye edilmesini ve patronların sömürü düzenini güçlendirmeyi sağlıyor. Bu açık gerçek, burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanına rağmen, onca deneyimin ardından aslında Türkiyeli işçilerin çoğu tarafından da fark ediliyor. Bu yüzden de Türkiyeli işçilerde IMF ve politikalarına karşı birikmiş bir tepki mevcut. Ancak bu haklı tepkinin işçilerde, sağlıklı bir sınıfsal yaklaşımla oluştuğunu ve bunun işçileri sınıf çıkarları doğrultusunda bir mücadeleye yönelttiğini söylemek de mümkün değil. Çünkü bugüne kadar solun büyük bir bölümünün IMF politikalarına karşı oluşturdukları muhalefet, ulusalcı ve reformist bir temel üzerinde şekillenmiş ve böylece işçi sınıfına taşınmış durumda.
IMF anlaşmalarının gündeme geldiği dönemlerde, sanki bu anlaşmalardan önce durum güllük gülistanlıkmış gibi “Türkiye ekonomisinin geleceği uluslararası finans kapitale teslim edilmiştir” sesleri yükseliyor. Hakeza, burjuva hükümet aslında başka bir yönelimdeymiş gibi “IMF dayatması ile işçi aleyhine yasaları Meclis’ten geçiriyor” ya da bütün sınıfların ortak bir çıkarı varmış gibi “Türkiye’nin gerçek çıkarlarına aykırı davranılıyor” türünden değerlendirmeler ortalığı kaplıyor. Anti-kapitalizmden yoksun bir anti-emperyalist söylem sağcısıyla solcusuyla pek çok insanın diline yerleşiyor. Sendikaların önemli bir bölümü Türkiye’nin kapitalistlerini hedef tahtasına oturtmadan yalnızca “Kahrolsun IMF”, “Kahrolsun uluslararası finans kapital” demekle yetiniyorlar.
Bütün bu değerlendirmeler ve tutumlar kimler tarafından ortaya konursa konsun, aslında işçi sınıfının değil, kapitalistler arası rekabette zayıf kalmış burjuvaların ve yok olma endişesiyle yatıp kalkan küçük-burjuvaların kaygılarını ifade etmektedir. Mali sermaye ile baş etme kapasitesi olmayan bu kesimler, işçileri de kendi zeminlerine çekerek genel gidişat karşısında kendi dayanma güçlerini arttırmaya çabalamaktadırlar. Özellikle, sorunsuz bir kapitalizm özlemi çeken akademisyenler tarafından dile getirilen görüşlerle, işçilerin kafası bu kesimlerin dertleriyle dolduruluyor. Kapitalizmin ortaya çıkardığı türlü türlü illetlerin aslında iyileştirilebileceği, düzenin sorun yaratan mekanizmalarının aslında tamir edilebileceği yanılsaması yeniden ve yeniden üretilerek, işçi sınıfı, bunlar tarafından sosyal soslu bir devlet kapitalizmine tav edilmek isteniyor.
İdeolojik-politik perspektifi sınırlı sosyalistlerden, sol söylemli akademisyenlere ve sendikacılara kadar uzanan geniş bir kesimde, mali sermayenin IMF ve benzeri uluslararası kurumlarını dış güç tanımlamasıyla bütün temel sorunların kaynağı olarak görme eğilimi var. Oysa IMF politikalarının bir sebep değil kapitalist sistemin doğasının olağan bir sonucu olduğunu unutmamak gerekiyor. Neticede, bir dünya sistemi olarak örgütlenmesini tamamlamış kapitalist sistem dâhilinde IMF ve benzeri yapılar genel anlamda Türkiyeli burjuvaların da çıkarlarını savunan, onların da ortağı olduğu kurumlardır. Uygulamaya soktukları politikalar da, Türkiye’dekiler de dâhil tüm kapitalistlerin genel ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturulmuştur. Yani IMF de politikaları da sebep değil sonuçtur. Kapitalist sistemin ihtiyaçlarının sonucudur. IMF ile herhangi bir program anlaşması olmayan sayısız ülkede de, sermaye, içeriği üç aşağı beş yukarı aynı olan genel saldırı programını yürütmektedir.
Bu yüzden işçi sınıfı devrimcileri IMF politikalarına karşı olan tutumlarını kapitalistlere karşı topyekûn mücadeleleri bağlamında belirlemek zorundadırlar. Küresel kapitalizme karşı ulusal kapitalizmi yeğleme saçmalığına düşmemelidirler. IMF politikaları ile hayata geçirilecek saldırılara karşı elbette mücadeleyi yükseltmek gerekir. Çünkü IMF politikaları işçiler için daha fazla sömürülme, işsizlik, yoksulluk belâlarıyla daha fazla yüz yüze gelme, esnekleştirilmiş iş koşullarında ve örgütsüz olarak daha çok çalıştırılma demektir. Buradan hareketle işçi sınıfı elbette IMF’ye karşı çıkmalıdır. Ancak kimi burjuvaların ve küçük-burjuvaların talepleriyle değil, kendi bağımsız sınıf çıkarlarını ifade eden taleplerle. Burjuvazinin yarattığı sorunların bedelini ödemeyi reddederek ve IMF politikalarının yerine başka kapitalist politikalar aramadan.
IMF’li IMF’siz tüm kapitalist programların karşısına konabilecek ve işçilerin çıkarlarını ifade edecek yegâne siyaset de işçilerin iktidarını hedefleyerek ortaya konabilir. Kapitalizm iyileştirilebilir ve içerisinde işçi sınıfının köklü sorularına çözüm bulunabilir bir sistem değildir. Bütünüyle ortadan kaldırılmadıkça da işçi sınıfına uyguladığı zulmü arttırarak sürdürecektir. Bu nedenle IMF ile birlikte tüm burjuvaziyi defetmedikçe sorunlardan kurtuluş yoktur. Çözüm işçilerin iktidarındadır.
link: Selim Fuat, IMF’ye Nasıl Karşı Çıkmalı?, 1 Şubat 2009, https://marksist.net/node/2035
Polis Öğrenciler İçin Özgürlük İster mi?
Burjuvazinin Davos Toplantıları