Nejat Elibol’un 1988 yılında yayınlanan “Direnen Haliç” romanı, işçi sınıfı mücadelesinin yükselişte olduğu bir dönemde, bu yükselişten etkilenmiş işçilerin, 1975’te, Alibeyköy’de, aralarında Sungurlar kazan fabrikasının da olduğu üç fabrikadaki direnişlerinin öyküsünü anlatmaktadır. Romanda, işten atılma, iş bulamama korkusuyla yaşadığı koşullara ses çıkaramayan işçilerin yavaş yavaş iç sesleri duyulur, bunlar dudaklardan dökülen seslere ve sonra da bir fırtınaya dönüşerek, işçilerin kendilerinden ve başkalarından beklemedikleri olağanüstü değişimleri gerçekleştirmesini sağlar.
Kitabın ilk bölümünde Döküm Fabrikasının işçilerinin, ilerleyen bölümlerde ise Küçük Kazan Fabrikası ve Büyük Kazan Fabrikasının (Sungurlar) direnişine tanık oluyoruz. Daha iyi bir toplu sözleşme yapmak, daha iyi haklar almak ve her türlü baskıyı dayatan, istemediğini işten atan patrona karşı durmak amacıyla örgütlenen ve bu koşullara karşı sesini çıkarmayan sarı sendikalarını değiştirmek isteyen işçiler, sonunda direnişe geçmek zorunda kalacaklardır.
Roman, örgütlenme mücadelesi verecek işçilerin neler yapması, nasıl davranması gerektiği ile ilgili derslerle dolu: Fabrikalarda kendi halinde olan, sıkı bağlar içinde olmayan işçiler bu halleriyle bile eninde sonunda koşullara karşı direnme zorunluluğuyla karşı karşıya gelirler. Ama sorun bu noktaya gelmek değil, bundan sonra sorunun çözülmesi yönünde bir ilerleme kaydetmektir. Bu da işçilerin sağlam bir örgütlülüğü olması durumunda gerçekleştirilebilir ama bunun temeli iyi inşa edilmelidir. İşçilerin sık sık görüşmesi, grev veya direnişlerden aylar hatta yıllar öncesinden kurulmuş olan dostlukları, dayanışmaları zorunludur.
Romanda olaylar, önceleri işten atılma korkusuyla sendikalı olmaktan korkan, sendikalara güveni olmayan, bilinçsiz bir işçi olan ama sağlamlığı ve haksızlıklara karşı tutumuyla diğer işçilerin güvenini kazanıp mücadele içinde giderek bilinçli bir işçi olmaya başlayan Birol’un gözüyle anlatılıyor. Çalıştığı fabrikada ücretlerin ayın kaçında ödeneceği belli değildir, yemekler bozuk çıkmakta ve bu durumdan en ufak hoşnutsuzluk gösteren kendini kapı dışında bulmaktadır. İşten atılan, geride kalanların yüreğine korku salmaktan başka bir işe yaramamakta, çoğu işçi ezildiğinin, haksızlığa uğradığının farkında olmasına rağmen iş karşı çıkmaya geldiğinde, kimse buna cesaret edememektedir.
Birol, greve başladıktan sonra işçileri önceden tanımanın zorunluluğunun farkına varıyor. Bize grev öncesi ve sonrası yalnızca olayları anlatmıyor, yapılan hatalarda işçilerin karakterlerinin, alışkanlıklarının, eğilimlerinin ne kadar önemli olduğunu, örgütlenmek için hazırlığın en önemli parçalarından birinin, işçileri tanımaktan geçtiğini gösteriyor. Tek başına hareket etmenin yanlışlığının bilincinde olan ama nereden başlayacağını bilmeyen Birol, mücadele deneyimi olmadığı için, yanlışlardan ders çıkararak, bireysel davranan işçi arkadaşlarını gözlemleyerek ne yapmaması gerektiğini öğrenmeye çalışıyor. Birlikte, omuz omuza mücadele vereceğimiz işçi arkadaşlarımızı iyi tanımamız gerektiğinin önemli olduğunun altını çiziyor.
Denizcilikten gelen Mehmet, fabrikadan kurtulmaktan başka bir şey düşünmüyor, başkasının yaşamı da onu hiç ilgilendirmiyor. Sorunlara karşı tek başına mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyor, meseleyi tek başına güçlülük veya zayıflık olarak ele alıp, tüm sorunlarını yalnız başına çözmeye kalkıp, sonunda da gerçekten yalnız başına kalıyor. İşçilerin içinde lümpen olanlar da vardır, en ufak bir sebepten kavga çıkarırlar, kıyasıya kapışırlar. Grev mücadelesinde bazen bu yönleri işe yarayabilir, ama onları devamlı aynı çizgide tutmak olanaksızdır. Disipline asla gelemedikleri ve yapılanlar yalnızca “delikanlılık” anlayışına göre değerlendirilerek yapıldığı için grevde yan yana durdukları arkadaşlarına kızıp grev kırıcıların saflarına geçme durumları da hiç şaşırtıcı olmamalıdır. Çeyrek aydın tiplemesi Yücel Aydın, etrafımızda gördüğümüz ve mücadelenin içinde olmayan ama dışardan gazel okuyan, sürekli konuşan ama iş yapmaya geldiğinde “nasıl yapsam da buradan bana bir şey bulaştırmadan tüysem” diyen binlerce örgütsüz insanı temsil ediyor. Örgütsüz küçük-burjuva aydın tipleri duyarlı olabilir, sorunlara karşı hümanist bir tepki verebilir ama sorunların çözümü konusunda kararlı bir tutum içinde olamazlar. Bu tipleme, böylesi çeyrek aydınların her an yan çizebileceğini, mücadeleyi sonuna kadar götüremeyeceğini, kuyruğu sıkıştığında “ben bu işi yapamayacağım” diyebileceğini çok iyi anlatır.
İşçilerin patrona, müdüre, şefe karşı duydukları ezikliğin altında, kendilerini yönetenlere duydukları o gizli hayranlığa da bizi tanıklık ettirir Birol. Grev sırasında uyumak için patronların, müdürlerin odalarındaki yumuşak deri koltukları tercih edenler, sınıf atlama hayaliyle kendilerini yönetenlerin yerine koyan işçilerdir. İşçilerin temsilcisi olup da bir gün makam koltuklarının düşünü kuran, sınıfına ihanet etmeye hazır ve arkadaşlarını küçümseyen, öne çıkma heveslisi, maceracı işçilerle ilgili örnekler de verir bize Birol.
Birol, düzenin bozukluğunu görebilmenin ve onunla mücadele etmenin, tek tek bireylerin gücünü aştığını fark eden biridir. Birey olarak karşı koyamayacağı bozukluklara sınıf olarak karşı koyulabileceğini kavrar. Toplumun bir parçası olduğunu, toplumun ilerlemesiyle kurtuluşunun yolunun açılacağın düşünür. İşçilerin neden korktuklarının farkındadır. Toplumun tüm değer yargıları hepsinin üstüne sinmiştir. Aynı ortak kaderi paylaştığının farkındadır. Onlara ihtiyacı vardır. Yazgısının değişmesi için tüm işçilerinkinin değişmesi gerektiğine inanır.
Her üç fabrikanın direnişinde de sendikal örgütlenme mücadelesinin ciddiyetle ele alınması gereken bir mücadele olduğunu, doğru mücadele deneyimi olmadan yenilgiye mahkûm olduğunu, sermaye sınıfının ciddi saldırılarının söz konusu olduğunu ve bu saldırılara karşı bir savaşa hazırlanır gibi planlı hazırlanmak gerektiğini görürüz. Bir savaşta nasıl ki, savaşı yöneten bir kurmay varsa burada da komite olması gerektiğini Küçük Kazan işçileri bilmiyor ve bu yüzden çok kısa süre içinde direniş zayıflıyor ve fabrikada işbaşı yapılıyor. Her üç direnişte de patronlar, direnişleri bitirmek için yalnızca polis ve jandarmayı işçilerin üzerine sürmekle yetinmiyor, diğer fabrikalara yayılmasını engellemek için bazen işçilerin başına silahlı adamlar yerleştiriyor, bazen kiralık katillerle öncüleri öldürtmeyi planlıyor, bazen de gece bekleyen işçileri korkutmak için grev çadırını kurşunlatıyorlar. Tüm bunlar bize, düşmanı küçümsemenin mücadeleyi küçümsemek olduğunu, moralimizi bozmadan her türlü kirli tertibe karşı uyanık olmamız gerektiğini gösteriyor.
İki fabrikanın işçileri bu mücadele için birlikte hareket etmeye karar verdiklerinde örgütlenmenin en önemli kurallarından birini ihlal ediyor, ilk toplantıya çok iyi tanımadıkları, hatta hiç güvenilir olmayan, patron yalakası işçileri bile çağırıyorlar. Ancak en güvenilir olanlarla yola çıkmak gerektiği, ertesi gün Küçük Kazan Fabrikasından öncülerin işten atılmasıyla daha iyi kavranacaktır. Ama olacakları tahmin eden Birol ve birkaç işçi zaten planlarını hazırlamışlardır: İşten atılma durumunda direniş başlatacaklardır. Ve böylece direniş başlar.
“Direniştekilere gelince, onlar üretimi durdurmanın dışında bir sürü şeye karşı mücadele vermek zorundaydılar. Üretimi durdurmakla iş bitmiyordu. Kendi bilgisizliklerine ve tecrübesizliklerine karşı, sınıf gerçeğini görmeyen işçilere karşı, sınıfına ihanet içersinde olanlara, açlığa, korkaklığa karşı… Bir sürü şey vardı mücadele etmek zorunda kalacakları. Bunların neler olduğunu hayat gösterecekti onlara, bir bir karşısına çıkacaktı hepsinin. Bunlara karşı dayandıkça güçlü olunurdu” diyen Birol, hazırlıksız bir direniş başladığında, direnişçi işçilerin, yalnızca patronun saldırılarına değil, bir sürü şeye karşı mücadele vermek zorunda olduklarını anlatıyor. Direnişin ilk anları önemlidir, saflar kısa sürede netleşir, kararsızlar patron tarafına geçer. Çizginin bir tarafında mücadeleye işçileri çekmeye çalışan öncüler, diğer tarafında işçileri tehdit eden, geri çekilmeleri için gözdağı veren patron ya da onun hizmetkârları. Hangi taraf daha çok bastırırsa işçiler her an o tarafa doğru gitmeye eğilimlidir. İyi bir hazırlık yapılmadan başlayan mücadelede bu çizgi çok incedir, işçiler arasında sağlam bir güven, sağlam bir örgütlülük oluşmamışsa iki saf arasında başlayan savaşta ilk etabı daha cesur olan kazanır. Kimin haklı olduğunu unutabilecek durumdadır işçiler.
Küçük Kazan Fabrikasındaki direniş işte böylesi bir psikolojik savaştan sonra başlıyor, ama direnişi başlatanlar direnişle ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Deneyimli olan Döküm Fabrikası işçilerinden, askerlerin zorlamasına rağmen fabrikayı terk etmemeleri ve patronun fabrikadan malzeme çıkarıp dışarıda işi devam ettirmesini engellemeleri gerektiğini öğreniyorlar. İşçilerin sık sık acil bir sorun olduğu için eve çağrılması gibi durumlara karşı önlem alınmasının şart olduğunu, zira bunun patron tarafından da tezgâhlanabileceğini görüyorlar. Sorumluluk verilmeyen işçilerin grev kırıcıların safına geçme tehlikesinin farkına varıyorlar.
Direnişi ilk terk edenler, genelde, buradan kurtulmayı, “kendi işinin patronu” olmayı hayal edenler olur. Bazı işçiler, bir süre sonra kavga çıkarıp jandarmanın veya polisin müdahalesine fırsat sunmaya uğraşarak patron hesabına çalışabilirler. Bunlara karşı uyanık olunmalıdır. Birol’un direnişte öğrendiği şeylerden biri de direniş komitesinin önemi oluyor. Örgütsüz hiçbir hareketin başarıya ulaşamayacağını, dağınıklığın ancak komite aracılığı ile toparlanabileceğini öğreniyor. Hazırlıksız yola çıkıldığında, direnişe katılmayanlar ikna edilemiyor, başta heyecanla başlayanların heyecanı sönüyor, tek çıkar yol kaçmakta bulunuyor, başka işlerde çalışmaya başlanıyor. Büyük Kazan Fabrikasının işçileri daha deneyimli olduklarından onlar direniş başlar başlamaz komite kuruyorlar, ama onlar da Küçük Kazan Fabrikası gibi aylar öncesinden süren sabırlı bir çalışmayla bu işe başlamış değiller.
Her üç fabrikadaki direniş de işçilerin kendiliğinden hareketiyle bir anda gelişmiş mücadelelerdir. Bu yüzden çıkarılması gereken bir yığın dersle doludur roman. Kapitalist düzenin dayattığı çalışma ve yaşam koşulları, er ya da geç mücadeleye itiyor işçileri. Sermaye sınıfı her ne kadar mücadeleci işçiler istemese de, kendi mezar kazıcısını savaşa girmek zorunda bırakıyor. Ama bu mücadelenin başarıya ulaşabilmesinin en önemli koşulunun devrimci işçi sınıfının örgütlü ve kararlı duruşu olduğunu, mücadele tarihimiz kafamıza vura vura gösteriyor. Doğru dersi çıkaranlar, doğru rehberi edinenler daha az kayıpla yola devam ederken, hazırlıksız, rehbersiz yola çıkanlar yenilgiye mahkûmdurlar.
link: Aylin Dinç, Direnen İşçilerin Hikâyesi: Direnen Haliç, Aralık 2008, https://marksist.net/node/1951
İTÜ’de Bıçaklı Saldırı
Kapitalist İllet: İşsizlik