Akdeniz Üniversitesi’nde meydana gelen faşist saldırılar vesilesiyle, burjuva medya, “üniversitelerde sağ-sol çatışması” yaygarasını yeniden koparmaya başladı. Oysa son dönemlerde Ankara, İstanbul, Samsun, Bolu, İzmir, Bursa, Afyon ve Mersin’deki üniversitelerde devrimci öğrencilere yönelik faşist saldırılar tırmanırken burjuva medya buna her zaman olduğu gibi kayıtsız kalmıştı. Ancak bu kez, hedef gözeterek devrimci öğrencilere defalarca ateş eden bir faşistin görüntüleri, televizyonlarda dakikalarca üst üste yayınlandı. Bu görüntülerde faşistlerin silah kullandığı ayan beyan ortada olsa da, haberler kasıtlı bir biçimde “sağ ve sol görüşlü öğrenciler birbirleri ile çatıştı” şeklinde verildi. Peki medyanın bu olayı öne çıkarmasının sebebi neydi?
Bugünlerde, egemen sınıf içinde yürüyen iktidar kavgasında mevzi kazanmak için, toplumu korku ve endişeye sevk edecek bir kaos tablosu çizmek isteyen statükocu burjuva kesimlerin, ellerine geçen her fırsatı bu doğrultuda kullandıklarına tanık oluyoruz. “80 öncesine mi dönüyoruz” sorusunun burjuva medyada sıkça dillendirilir olması ve yaşanan çeşitli olayların böyle bir çağrışımla birleştirilmeye çalışılması, hatta bu doğrultuda provokatif eylemlerin tasarlanması tam da bununla bağlantılıdır.
Elleri satırlı, silahlı saldırganların öyle herkesten habersiz biçimde üniversitelere girmediklerini, devletle şu ya da bu ölçüde bağlantılı açık ya da gizli kurumların bilgisi ve koruması dâhilinde hareket ettiklerini, onlar tarafından yönlendirildiklerini burjuva medyanın yöneticileri elbette bilmiyor değiller. Ancak onların derdi gerçekleri ortaya çıkarmak değil burjuvazinin çıkarları doğrultusunda eğip bükmek olduğu için, bu çıplak faşist saldırganlığa yükleneceklerine, bu vesileyle bir kez daha “80 öncesine mi dönüyoruz”, “biz bu filmi görmüştük” tarzı demagojilere sarıldılar. Bu demagojilerle süslenen yazı ve yorumlarında, “sağ-sol çatışmasının ‘80 öncesinde bu ülkeye neler kaybettirdiğini” uzun uzun anlatmaya koyuldular. Öğrencilere bir kez daha “aman” dediler, “bulaşmayın bu işlere”!
Üniversitelerde yıllardır polisin ve yönetimlerin bilgisi dâhilinde gerçekleştirilen bu türden saldırıları “sağ ve sol görüşlü öğrencilerin çatışması” olarak göstermek, gasp edilmeye çalışılan birinin gaspçıya karşı koymaya çalışmasını “gaspçı ile gasp edilenin çatışması” olarak değerlendirmek kadar saçmadır. Çok açıktır ki, olayı böyle değerlendirmek için de gaspçıyla çıkar birliği içerisinde olmak gerekir. Üniversitelerdeki faşist saldırganlığı sağ-sol çatışması olarak göstermek isteyen üniversite yönetimlerinin ve burjuva medyanın durumu da tastamam bundan ibarettir. Oysa bu saldırılar şimdi olduğu gibi o bahsedilen ‘80 öncesinde de sağ-sol çatışması değil faşist saldırılardı.
“Sağ-sol çatışması” değil faşist saldırılar
12 Eylül öncesinde işçi ve devrimci hareket önemli bir yükseliş kaydetmiş ve yeni bir toplum özlemi kitlelerde egemen olmaya başlamıştı. İşte burjuvaziyi ve onun “düzen koruyucu” misyonuyla hareket eden güçlerini harekete geçiren buydu, yani bir devrim korkusuydu. Böylece işçi hareketini ezecek bir askeri faşist darbeye ortam yaratmak için her türlü karanlık tertibe başvuruldu ve “12 Eylül öncesi” denen puslu hava bu kanlı provokasyonlarla yaratıldı.
Devrim tehdidine karşı hazırlıklarını adım adım ilerleten burjuvazi, ordusuyla, polisiyle ve faşist örgütleriyle devrimci harekete yükleniyor ve onu boğmaya uğraşıyordu. 1960’ların sonundan itibaren komando kamplarında eğitilen ülkücü-faşistler, solun var olduğu her yerde onun karşısına çıkarılıyor, çoğu durumda sayıca az olmalarına karşın devletin kolluk kuvvetlerinin de desteğiyle ve tamamen terör-şiddet yöntemleriyle denetimi ele geçirmeye çalışıyorlardı.
Bu amaç doğrultusunda faşist terör adım adım tırmandırıldı. 12 Mart 1971 darbesine kadar üniversitelerdeki devrimci öğrencilere yönelik bıçaklı silahlı saldırılarla hazırlıklarını tamamlayan ülkücü-faşistler, 1974’ten itibaren sistematik olarak devrimcileri katletmeye başladılar. Bunun ilk örneklerinden birisi, 8 Mart 1974’te yaklaşık 30 faşistin İstanbul’daki Atatürk Öğrenci Yurduna düzenlediği baskın oldu. Polislerin açık desteği ve himayesinde gerçekleştirilen bu baskın, sonraki yılların saldırılarının bütün özelliklerini taşıyordu.
12 Mart’tan 1975 Kasımına kadar geçen 4,5 yıllık sürede 22 devrimci faşistler tarafından katledilmişti. Bir faşistin devrimciler tarafından öldürülmesi ise, ilk defa, 4 Kasım 1975’te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde faşistlerin devrimci öğrencilere saldırısıyla çıkan çatışma sonucu gerçekleşmişti. Bu durum bile aslında hiçbir tartışma götürmeyecek biçimde devrimcilerin faşistlerin dizginsiz terörü ile yüz yüze bulunduğunu göstermektedir. 12 Mart dönemi sonrasında devrimci öğrenciler, öğretmenler, işçiler, hatta CHP’liler faşist saldırganlar tarafından vurulup öldürülmüşlerdir. Bu saldırılara karşı, devrimciler çok uzun bir süre, silahla karşılık vermemişlerdir. Bu gerçek, faşist örgütler tarafından dile getirilen “komünistlerin silahlı eylemlere başlaması üzerine sağcıların kendilerini korumak için silaha başvurdukları” iddiasının faşistlerin cinayetlerini örtmek için geliştirilmiş bir yalan olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
ODTÜ, İTÜ gibi üniversitelerde, çeşitli Eğitim Enstitülerinde vb. yapılan boykotlar ve eylemler, sürekli olarak faşistlerin saldırılarına uğruyordu. Faşist terör bütün ülkeye yayıldıkça, vurulan, dövülen, öldürülen, evleri-işyerleri tahrip edilen insanlar arasında ve giderek bütün toplum içinde bir karşı koyma ve direnme eğilimi kaçınılmaz olarak gelişmeye başlamıştı. Tek tek okullarına gidemeyen öğrenciler okullarına topluca gidip gelmeye, saldırılara karşı kendi emniyetlerini sağlamanın yollarını aramaya başlamışlardı. “Güvenlik” güçlerinin açık desteğinde yürütülen bu saldırılar sonucunda devrimci öğrenciler, ya faşist saldırı ve zorbalığa karşı direnmek ve bu yolla okula gidebilmek, yurtta kalabilmek, sokakta dolaşabilmek ve devrimci çalışmalarını sürdürmek ya da faşist saldırganlara boyun eğmek ve teslim olmak seçenekleri ile karşı karşıya kaldılar. Devrimciler elbette faşist saldırılara karşı direnişi örgütlemeyi seçtiler. Özellikle saldırıların yoğunlaştığı üniversite ve yüksek okullarda, devrimci öğrenciler faşistlerin saldırılarına karşı çalışmalar yürüttüler. Bu durum işyerlerinde ve fabrikalarda da benzer biçimde gelişmişti. Giderek artan faşist saldırılar karşısında yükselen birleşme ve örgütlenme eğilimi, saldırıları örgütleyen faşistlerin beklemediği bir gelişmeydi.
Ancak iktidara gelen her milliyetçi cephe hükümetiyle birlikte faşist saldırganlık ivmelenerek arttı. Devrimcilerin yoğun çalışma yürüttükleri üniversiteler Milliyetçi Cephe hükümetlerinin başlıca hedeflerinden oldu. Örneğin 14 Şubat 1977’de Milliyetçi Cephe, faşist kimliği ile bilinen Hasan Tan’ı ODTÜ’ye rektör olarak atadı. Rektörün ilk işi, üniversite kadrosunda kendi politik görüşleri doğrultusunda gerçekleştirdiği atamalar ve uzaklaştırmalar oldu. Rektöre karşı ODTÜ’de o güne kadar pek rastlanmayan bir düzeyde işçi, öğrenci, öğretim üyesi dayanışması oluştu ve 9 aylık bir boykot yapıldı. Bu boykot üniversite senatosu, öğretim üyeleri, çalışanlar, öğrenciler ve öğrenci velileri tarafından destek gördü. Gittikçe artan tepkilerden rahatsız olan ve boykotu sonlandırmak isteyen faşist rektör bunun üzerine faşist militanları işçi kılığında okula soktu. Bu faşistler rektörün talimatlarıyla okulda terör havası estirmeye başladılar. Öğrencilere saldırdılar, fizik fakültesinin önünde oturan devrimci öğrencilerin üzerine rektörlük binasından el bombası atarak 7 öğrenciyi katlettiler. Öğretim görevlilerinin evlerine bomba koydular. Buna rağmen boykot başarıya ulaştı.
Devrimci yükselişin kırılma noktası 1 Mayıs 1977 oldu. Kontrgerillanın terörü ile kana bulanan Taksim Meydanı, sonraki süreçte daha da yükselecek faşist saldırganlığın önemli bir işaretiydi. Nitekim üzerine gideceğini ilan ettiği kontrgerillanın düzenlediği suikast girişimlerinden kurtulan Ecevit’in sinmesi ile daha da azgınlaşan faşist saldırılarla, 1978 yılında devrimci ve solcu insanlara yönelik siyasi cinayetler alabildiğine arttı. Toplu katliamlar ve vahşi bir terör dalgası her yanı sardı. 16 Mart 1978’de İstanbul’da Eczacılık Fakültesi önünde polis gözetiminde toplu olarak okuldan çıkan devrimci öğrencilere atılan bomba sonucu 7 devrimci öğrencinin katledilmesi ile başlayan süreç, Maraş’ta ve Çorum’daki toplu katliamlarla tırmandırıldı.
Bu yıllarda çok güçlü bir durumda bulunan işçi hareketinin ve devrimci hareketin belirlediği eksende yükselen ciddi toplumsal muhalefet, burjuvazinin faşist saldırıları yükseltmesinin gerçek nedeniydi. Patronlar sınıfı ilerleyen devrim tehdidini önlemek ve ihtiyaç duyduğu yapısal dönüşümleri gerçekleştirmek için yakıcı bir biçimde faşist bir yönetime ihtiyaç duyuyordu. Bunun için ABD eliyle daha önce de başka ülkelerde deneyleri yapılmış bir strateji devreye konuyordu; kitle pasifikasyonu. Ülkücü-faşistler tarafından tırmandırılan terörün amacı devrimcileri yıpratmak, halk üzerinde yılgınlık yaratmak ve korku psikolojisini hâkim kılmaktı. Burjuvazi ideolojik aygıtları aracılığı ile devrimcilere ve işçi sınıfına dönük faşist saldırıları sağ-sol çatışması olarak algılatmaya çalışıyor ve özellikle küçük-burjuvazide bir kurtarıcı beklentisi yaratıyordu.
Sonuçta “1970-80 arası dönemde, devrimcilerden, solculardan ve öncü işçilerden oluşan 4000’den fazla insan faşist terörün kurbanı oldu. MHP, bu on yıllık süre içerisinde etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lümpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiş, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde, işçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere harekete geçirmiş ve bu anlamda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişti. Devrimci hareket açısından bilânço ağırdı. Faşist terörün tırmandırdığı siyasal ve toplumsal gerilim, kriz içindeki burjuvazinin istediği biçimde bir askeri-faşist darbe için gerekli ortamı hazırlamıştı. Nihayet 12 Eylül 1980 günü ordu faşist darbeyi gerçekleştirerek, MHP’yi de dışlayan bir askeri-faşist diktatörlüğü bizzat kurdu.” (Kerem Dağlı, Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi-2, MT, Ocak 2007)
‘80 öncesi öcü değildir!
12 Eylül cuntasının faşist generalleri, darbe sonrasında sık sık, “12 Eylül öncesine dönmek isteyen dış mihrakların güdümündeki karanlık güçler” söylemine başvurdular. Böylece “12 Eylül öncesi” ya da “80 öncesi”, insanların beynine, işçi sınıfı hareketinin yükselişi, militan sınıf mücadelesinin başarıları ve devrimciliğin yarattığı özgürleşme yılları olarak değil, anarşi, kargaşanın hâkim olduğu, kanlı ve karanlık günler olarak kazınmaya çalışıldı. Faşist saldırılar ise, “sağ-sol çatışması” olarak gösterildi. Hedefine ulaşmış bir karşı-devrim olan 12 Eylül faşizmi, ne yazık ki birkaç kuşağın bilincinde bu tahribatı yaratmayı başardı.
‘80 öncesindeki faşist saldırılar, yukarıda da anlattığımız gibi, güçlü bir işçi sınıfı hareketi ve devrimcilerin siyasal örgütlülüklerinin var olduğu koşullarda burjuvazi tarafından tırmandırılmıştır. Aslında egemenlerin o günleri karanlık ve korku dolu günler olarak nitelemeleri, tam da onların o günlere ilişkin hissiyatının ifadesidir. Onların duyduğu korkunun işçi sınıfı mücadelesinin devrimci yükselişinden kaynaklandığını unutmamak gerekir. Devrimci işçi sınıfı açısından ise ‘80 öncesi, korkudan ve kargaşadan ziyade militan mücadelenin sağladığı başarılarla hissedilen coşku günleridir. Aynı zamanda işçi sınıfı hareketinin yaşadığı devrimci yükseliş ortamında, devrimci öğrencilerin burjuva sistemle hesaplaştıkları, aydınlık yarınlar için fedakârca ve mutlulukla mücadele ettikleri günlerdir o günler.
‘80 öncesini zihinlere korku dolu günler olarak kazımaya çalışanlara inat bugün tam da ‘80 öncesinin bu olumlu yanlarını hatırlamak ve hatırlatmak gerekmektedir. Elbette söz konusu dönem, işçi sınıfının devrimci mücadelesinde ona önderlik etmeye girişen sosyalist hareket açısından pek çok yanlışı ve eksikliği de içinde barındırmıştır. Bugün, tüm bu eksiklikleri ve yanlışlardan alınan dersler doğrultusunda ve Bolşevik temellerde, sınıf öncülerinin devrimci örgütlülüğünün sağlanması ve ileriye yol almak hedefi ile sınıf mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Sınıf devrimcilerine düşen görev budur.
link: Selim Fuat, Üniversitelerde Faşist Saldırıların Hatırlattıkları, Mayıs 2008, https://marksist.net/node/1799
Myanmar’da Kasırganın Değil Kapitalizmin Kurbanları
“Kendileri Konuşsalar Halklar Hemen Dost Olur”