DİSK geçtiğimiz Şubat ayında 40. kuruluş yıldönümünü kutladı. Bu çerçevede yapılan etkinliklerin ortaya koyduğu manzara DİSK’in ve sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu durumu özetler nitelikteydi. Geçmişte yüzbinleri meydanlara, sokaklara dökmüş, patronları titretmiş olan DİSK, bugün 40. yaş gününü birkaç küçük salon toplantısıyla, renksiz, coşkusuz ve büyük oranda işçisiz olarak kutluyor. O kadar ki fabrikalardaki DİSK üyesi işçilerin bile olan bitenden haberi yok.
Bu hazin tablo elbette şaşırtıcı değil. DİSK uzun süreden beri eriyen, feri sönen bir görünüm sergiliyor. Üye tabanının daralması, yeni işyerleri örgütlemede öldürücü bir isteksizlik, işçilere yabancılaşma, her düzeyde hareketsizlik, tıkanıklık, etkisizleşme…
Tabii bu tablonun sadece DİSK’e özgü olmadığı da iyi biliniyor. Ancak DİSK hem geçmişi itibariyle mücadeleci bir sendikal geleneği temsil etmesi nedeniyle bu gerçekliği daha çarpıcı kılıyor hem de Türk-İş’in yanında küçük konfederasyon olması dolayısıyla sendikal hareketin tümünü kuşatan basınçtan daha fazla etkileniyor. Bu genel gerileme aynı zamanda son dönemde hem DİSK yönetiminden hem de Türk-İş yönetiminden konfederasyonların birleşmesi taleplerinin dile getirilmesinin nedenlerinden de birini oluşturuyor.
Sendikal hareketin bir kriz içinde olduğu zaten uzun zamandır yazılıp çiziliyor, tartışılıyor. 90’larda kısmi bir dinamizm unsuru olarak öne çıkan KESK’in de hızlı bir gerileme sürecine girmesiyle bu tartışmalar daha da yoğunlaştı denilebilir. Bu meyanda çok sayıda tespit ve tahlil yapıldığı gibi, sayısız çözüm önerileri, formüller ileri sürülmüş, hatta birçok girişim başlatılmıştır. Ne var ki, artık cılkı çıkmış diyebileceğimiz bunca fikir, tartışma ve girişimlerin yaraya merhem olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Üstelik bu, söz konusu değerlendirmelerde kimi isabetli hususların yer almasına rağmen böyledir.
Yanlış değerlendirmeler
Bu değerlendirmelerin genelinde kendini gösteren sorun, esas noktanın ıskalanmasıdır. Örneğin bir dizi görüş, sorunu kapitalist üretim teknikleri, işyeri organizasyonu ve emek süreçlerinde özellikle son çeyrek yüzyılda yaşanan değişimlerde görmektedir. “Stoksuz üretim”, “bilgi çağı”, “esnek çalışma”, “geçici işçilik”, “taşeronlaşma” ve bunun gibi daha birçok kulağa tanıdık gelen olgular, sendikaların yaşadığı krizin sebebi olarak gösterilmektedir.
Başka bir dizi şikâyet ise yasal engeller ve baskılar üzerine temellendirilmektedir. Türkiye’de özellikle 12 Eylül faşizminin mirası olarak, sendikal alanda olağan burjuva demokratik standartlar açısından çok ciddi yasal baskıların olduğu ve bunun sendikal örgütlenme ve faaliyet alanına büyük engeller getirdiği elbette tartışmasızdır. Ancak sebep olarak gösterilen tüm bu zorluklar, tartıştığımız sorunun özü bakımından aslında sebep olmaktan ziyade sonuç niteliğindedirler. Sonuçları sebep yerine koymak daha baştan yanlış teşhisle yola çıkmak ve çözümü yanlış yerde aramak anlamına gelir.
Sıraladığımız ve burada sıralayamadığımız nice zorluk, gerçekte sermayenin işçi sınıfına karşı dünya ölçeğinde kabaca 70’lerin sonlarından itibaren başlattığı ve ’90 dönemeciyle yeni bir ivme kazanan genel taarruzun sonuçları ya da görünümleridir. Bu taarruz sonucunda dünya ölçeğinde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşında güç dengesi burjuvazi lehine önemli ölçüde değişmiş ve işçi sınıfı geçmiş mücadelelerinin ürünü olan birçok mevzisini kaybetmiştir. Sendikal alandaki mevzi kayıpları, bu çok daha kapsamlı gerilemenin sadece birer alt başlığını oluştururlar. Dolayısıyla sendikal alanın boyunu fazlasıyla aşan bir sorun söz konusudur her şeyden önce.
Sınıflar dengesi ve mücadele unsuru
Sorunun özü ekonomik, teknolojik vs. değil düpedüz politiktir. Çünkü sınıf mücadelesi özünde politik bir nitelik taşır. Sınıflar savaşındaki genel güç dengeleri de gerçekte politik bağlamda belirlenirler. Nitekim sermayenin küresel taarruzunun hız kazandığı 80’lerin sonlarına kadar dünya ölçeğinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki güç dengesi Ekim Devriminin açtığı çığırla belirlenmişti. Tüm bu dönem boyunca gerçekleşen proleter devrimci yükselişler zaferle sonuçlanamadıysa da, ikinci dünya savaşının bitiminde işçi sınıfının eskiye nazaran belli kazanımlar elde ettiği yeni bir sınıflar dengesi oluştu. İşçi sınıfı, büyük bedeller ödediği bu çalkantılı devrim, karşı-devrim, savaşlar ve iç savaşlar döneminden, her şeye rağmen yeni mevziler kazanmış olarak çıktı.
İşte, dünya genelinde bakılacak olursa 80’lerin sonuna kadar bir bakıma sefası sürülen sendikal mevziler de esasen bu fırtınalı sınıf savaşlarının bir ürünüydü. Burjuvazi yaşadığı ölümcül devrim korkusunun ürünü olarak, işçi sınıfının kazanımları olan ciddi tavizler vermek zorunda kaldı. Kendiliğinden anlaşılacağı gibi, sendikaların etkinlikleri ve başarıları da dünya ölçeğinde sınıflar savaşındaki genel güç dengesinin ifadesi olan bu siyasal atmosfere önemli ölçüde bağlı olmuştur. Diğer taraftan tüm bu mücadeleler işçi sınıfının siyasal örgütlerinin öncülüğü ve yönlendiriciliğinde verilmiş ve olumlu sonuçlar da olumsuz sonuçlar da esasen bu siyasal örgüt ve önderliklerin damgasını taşımıştır.
Politik faktöre yaptığımız bu vurguyu, bunda içerilen bir başka nokta üzerinden de tamamlamamız gerekmektedir. Bu nokta en genel içeriğiyle mücadele kavramıyla ifade edilebilir. Bunu son derece düz biçimde şöyle de ortaya koyabiliriz: ne kadar mücadele edilirse o kadar başarı ve kazanım elde edilir! Ama mücadele tam da sertleşip keskinleştiği ölçüde genelleşir, derinleşir, genişler, politik bir nitelik kazanır. Dahası mücadele ne denli yüksek bir politik bilincin yönlendiriciliğindeyse, ilerletilmesi, sürekliliğinin sağlanması ve hedeflere ulaşılması o denli mümkün olmaktadır. Elde edilmiş kazanımlar da ancak böylesi bir mücadeleci anlayışıyla korunup geliştirilebilir.
İşte sermayenin son 25-30 yıldır süren taarruzunun başarıya ulaşabilmesinin nedeni, burada girmemize gerek olmayan nedenlerle, işçi sınıfının politik önderliklerinin sermayeye boyun eğerek mücadeleden kaçmaları olmuştur. Böylelikle burjuvazi sınıflar arası güç ilişkilerinde işçi sınıfını geriye savurmayı başarabilmiştir. Sendikal mevzilerin kaybedilmesinin açıklaması buradadır. İşçi sınıfının bu güç dengesindeki durumunun zamansal gelişimini, diyelim bir grafiğe geçirmek mümkün olsaydı, ortaya çıkacak eğrinin, sendikaların üye sayıları, güçleri ve etkinliklerini gösterecek genel bir eğriyi aşağı yukarı yansıttığını görürdük. Bu da belirleyici etkenin, başlangıçta aktardığımız gibi üretim teknikleri, işletme organizasyonu vs. olmadığını gösterir. Nitekim sendikaların güçlü oldukları dönemlerde de kapitalist üretim tekniklerinde, işletme organizasyonunda işçi için emek sürecini ve örgütlenmeyi zorlaştırıcı önemli değişiklikler olmuştur. Bunların yanında işçi sınıfının bileşimi de sürekli olarak değişim içinde olmuş, bu bağlamda beyaz yakalıların sayısı önemli ölçüde artmıştır. Ancak genel sınıflar dengesi ve buna bağlı genel siyasal atmosfer ile mücadele eğilimi belirleyici biçimde değişmediği sürece bu gelişmeler sendikaları zayıf düşürememiştir.
DİSK
Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde önemli bir yeri olan DİSK’in oluşum, gelişim ve gerileme tarihi de yukarıda açıklamaya çalıştığımız genel düşünceyi mükemmelen doğrulamaktadır. DİSK dünya ölçeğinde devrimci ve iyimser bir havanın hâkim olduğu koşullarda, bu havanın Türkiye’de de yeşertilmesinde belirleyici olan sosyalistlerin çabalarının doğrudan ve dolaylı etkisiyle şekillenen bir siyasal atmosferde oluştu. Daha sonra yine sosyalistlerin örgütlü çabalarıyla gelişip muazzam bir etki gücü kazandı. Ve sosyalist hareketin öncelikle 1980’den itibaren 12 Eylül faşizmiyle ezilmesi, ardından da 90 dönemecinde SSCB’nin çöküşüyle yaşanan moral çöküntünün ağırlığı altında kalmasıyla bugün de süren gerileme sürecini yaşamaya başladı.
Bugün DİSK’in ve sendikal hareketin krizine çözüm arayanlar öncelikle DİSK’in tarihini iyi anlamalıdırlar. DİSK’in 1967 yılının şubat ayındaki kuruluşunu önceleyen sürece baktığımızda politik faktörü ve mücadelecilik unsurunun belirleyiciliğini net bir şekilde görmemek mümkün değildir. DİSK, azgelişmiş ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin muazzam bir itilim kazandığı, özellikle Vietnam’ın, Cezayir’in ve Küba’nın bu anlamda büyük izler bıraktığı, ABD’de bile siyahların radikal bir uyanış geçirdiği 60’ların devrimci dünyasında, bu rüzgârlardan etkilenen ve onlara eklenen Türkiye’deki toplumsal, siyasal, kültürel uyanış sürecinin bir ürünüydü.
Bu söz konusu atmosfer doğal olarak işçiler ve sendikacılar arasında yansımasını buluyordu. 1967 yılında DİSK’in kuruculuğunu yapan sendika liderlerinin aynı zamanda 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kuruculuğunu yapmış olmaları anlamlıdır. Yani bir siyasal girişim daha önce gelmiştir. Ama daha önemli olan ve TİP’i asıl TİP yapan gelişme bir yıl sonra olmuştur. TİP’in salt iyi niyetli sendikacılarla fazla yol alamayacağı kısa sürede ortaya çıkınca, tam da bu kurucular sosyalist aydınları partiye davet etme kararı alırlar. 1962’de yapılan kongreyle birlikte TİP’in çehresi tümüyle değişir ve genel hatlarıyla sosyalist bir çizgi hâkim olur. Bu değişimle birlikte bütün sosyalistler, devrimci gençler partiye akın etmeye başlarlar. Özellikle genç devrimci kadroların fedakâr çalışmalarının taşıdığı bu dinamizm temelinde, görece küçüklüğüne rağmen TİP kentlerde olduğu kadar köylerde de görülmemiş bir etki yaratır. Hatta o zamanki seçim sisteminin daha demokratik yapısı nedeniyle TİP parlamentoya 15 milletvekili sokmayı başarır. Daha sonraki devrimci ve sosyalist siyasal akımların hemen tümünün önder kadroları o dönemde TİP içindeydiler.
Peki 1962’den itibaren TİP’e bu vizyonu, açılımı ve enerjiyi veren süreci başlatan sosyalist aydınlar nereden gelmişlerdi? Otoriter Kemalist rejimin ağır darbeleri altında yıllarca varoluş mücadelesi vermiş olan Türkiye Komünist Partisi’nden. Bu kadroların hemen hepsi TKP üyesi ya da sempatizanıydılar ve kendilerince TKP adına çalışıyorlardı. TKP’nin o dönemde ülke içinde merkezi bir örgütlülüğünün olup olmamasının ve söz konusu kadroların eksik ya da zaaflarının burada bir önemi yok. Aslolan, hiçbir şeyin gökten zembille inmediğini, sendikal canlanış süreçlerinin öncesinde de kahırlı politik çalışmaların, emeklerin yer aldığını görebilmektir. Bu kadrolar ve sonraki genç devrimcilerin hepsi, şu ya da bu biçimde kapitalizmin ötesine bakan sosyalist bir ufukla hareket ediyorlardı.
İşçi sınıfının mücadelesi 60’lar boyunca bu atmosfer içinde gelişip güçlendi ve sendikal düzlemde de yeni arayışlar doğurdu. O zamanki tek konfederasyon olan Türk-İş’in bu mücadele talebini karşılaması, onun kuruluş misyonu ve yapısı gereği mümkün değildi. Aksine Türk-İş, kendi içindeki mücadeleye eğilimli sendikacılarca kurulan TİP’in etkisini kırmak için mücadele etti. Daha başta TİP’e alternatif Çalışanların Partisi girişimini başlattığı gibi, özellikle sonraki süreçte TİP’i kuran sendikacılara yönelik baskıyı arttırdı. Hatta TİP’e karşı “komünizmi tel’in mitingleri” örgütledi.
Bu nedenle, başta Kemal Türkler olmak üzere bu dinamizmin sendikal plandaki taşıyıcıları konumunda olan mücadeleci sendikacılar, sonunda Türk-İş’in uzlaşmacı, işbirlikçi, devlet ve patron güdümlü ve “siyaset üstü” sendikacılık anlayışını mahkûm ederek Türk-İş’ten ayrılma sürecini başlatacak ve sonuçta DİSK’i kuracaklardı. Bu süreçte bardağı taşıran son damla, patlak veren Paşabahçe grevinin Türk-İş tarafından desteklenmeyerek yalnız bırakılmasıydı. Greve Türkiye çapında yaygın bir destek örgütlemek üzere harekete geçen sendikalar böylece DİSK’in kuruluş sürecini fiilen başlatmış oluyorlardı.
Böylece DİSK bizzat grevle, mücadeleyle doğmuş oluyordu. Toplumun politik olarak sola kaydığı bir atmosfer içinde işçi hareketinin gelişimi DİSK’i doğurmuştu, DİSK’in doğuşu da işçi hareketine yeni bir itilim verecekti. DİSK daha baştan şu ya da bu biçimde sosyalist dünya görüşünün etkisi altında kurulmuş ve mücadeleci bir anlayışı benimsemişti. Bu temelde DİSK hızla büyümeye ve etkisini arttırmaya başladı. Birbirinin ardı sıra yeni sendikalar DİSK’e katıldığı gibi DİSK üyesi sendikalara üye olan işçi sayısı da hızla artıyordu. Üstelik DİSK, Türk-İş’in aksine, örgütlenmenin görece daha zor olduğu özel sektörde bunu sağlıyordu. DİSK aracılığıyla harekete geçen işçi sınıfının enerjisi 15-16 Haziran 1970’teki genel direnişle kendisini çarpıcı biçimde ortaya koydu.
Ardından gelen 12 Mart 1971 darbesi kısa bir duralama yarattıysa da, DİSK’in mücadeleci çizgisi, 70’lerin ortalarına doğru, yani yarı-faşist 12 Mart darbesiyle oluşan rejimden çıkış sürecinde, daha da netleşerek güçlenecek ve DİSK’in işçilerin bütününün gözündeki saygınlığı daha da artacaktı. Bu ikinci yükseliş süreci de yine tamamen politik etmenlerle belirleniyordu. Devrimci hareket darbe döneminin ardından kısa sürede çok daha kitleselleşecekti. Ancak bunların ötesinde DİSK’in bu yeni yükseliş sürecinde somut olarak çok daha önemli bir başka politik etmen de vardı. O da 50’lerin başından itibaren ülke içindeki merkezi örgütlülüğü dağıtılmış olan TKP’nin yeniden örgütlenme kararının alınmış olmasıydı. Bu temelde güçlü bir yeniden örgütlenme seferberliği başlatan TKP, sahneye çıkışıyla birlikte devrimci hareket içinde işçi sınıfına yönelmeyi tercih etmiş kadroları hızla kendine çektiği gibi, başta DİSK olmak üzere sendikalarda ve genelde işçi sınıfı içinde faaliyete girişti. TKP’nin siyasal çizgisinin giderek daha belirginleşen biçimde oportünist bir çizgi olmasının burada bir önemi yok. Burada önemli olan doğru adrese, doğru bir çalışma tarzıyla ve sistematik biçimde yönelmiş olmaktır. Bu verimli çalışmayı kotaranlar tabandaki inançlı, özverili militanlardı. DİSK’in örgütlediği 1977 1 Mayıs’ını yaratan dinamik de sonuçta bu çabalardı.
Bugünkü birçok devrimci çevrenin öncülü o tarihlerde TKP ile politik rekabet içinde olduğundan, DİSK tarihi değerlendirilirken çoğunlukla grupçu kaygılarla bu nokta karartılmaya çalışılmaktadır. Bu yanlış bir tutumdur. TKP’yi politik olarak mahkûm etmek bir şeydir ve sonuna kadar doğrudur, ama onun inançlı militanlar eliyle yürütülen o zamanki doğru çalışma tarzının hakkını vermemek başka bir şeydir ve yanlıştır.
Sovyet bürokrasisinin emrindeki TKP’nin 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle birlikte iflâs edecek olan oportünist çizgisinin bir sonucu olarak DİSK yönetimi daha darbe öncesi süreçte (1978 sonrası) CHP’nin hâkimiyetine girecekti. Bu durum, darbeyle kapısına kilit vurulan ve bir daha ancak 1992’de yeniden açılabilen DİSK’in de bugüne geliş öyküsünü önemli ölçüde belirledi. Daha genel olarak ifade edecek olursak, politik etmenlerle belirlenen DİSK’in yükseliş öyküsü yine politik etmenlerle bir gerileyiş öyküsü halini aldı. Onu var eden, 1960-80 arası dönemin hem dünyadaki hem de bununla bağlantılı Türkiye’deki yükselen sol dalgası, mücadelecilik ve devrimci irade, sosyalist bir perspektif gibi özde politik etmenlerdi. ’80 darbesiyle sol dalga kırılıp, atmosfer tümüyle terse dönüp, sosyalistler, devrimciler ezilince; bir de üstüne 80’ler boyunca dünya ölçeğinde de burjuvazinin karşı-devrimci taarruzu yükselip de sonunda SSCB’nin ’90 dönemecindeki çöküşü gelince; 92’de yeniden açılan DİSK artık tamamen farklı bir atmosfere gözlerini açmıştı. Ama hepsinden önemlisi kepenkleri yeniden açan kadroların çoğu ya artık tümüyle yılmış olanlar ya da zaten CHP’li olanlardı. Böylece tüm faktörler tersine dönmüş ve bugün gözlemlediğimiz hazin tabloyu ortaya çıkaran süreç başlamış oluyordu.
Aslolan mücadeledir
Sendikalar sadece Türkiye’de değil dünya ölçeğinde bir kriz yaşamaktadırlar. DİSK’in sorunları sadece DİSK’in sorunları değildir. Tüm dünyada sendikalar üye kaybetmekte, yeni üye kazanmakta zorlanmakta, etki güçlerini giderek yitirmekte, daha fazla uysallaşmakta, daha fazla bürokratlaşmakta, daha fazla kastlaşmaktadır. Bunlar genel olarak tartışmasız gerçeklerdir.
Ancak gerileyen ya da adeta bitme noktasına gelen, genel olarak sendika düşüncesi ya da işçi sınıfının bir örgütlenme biçimi olarak genelde sendikal örgütlenme midir? Kesinlikle değil. İşçi sınıfının bir örgütlenme biçimi olarak sendikalar önemlerini korumaktadırlar. Kapitalizm varolduğu sürece de koruyacaktırlar. Ekim Devriminin ilk dönemlerinde bir sol sapma olarak beliren sol komünist akımın o dönem savunduğu ve hâlâ da savunucuları olan görüşün yanlışlığı tarih tarafından defalarca kanıtlanmış, o tartışmalarda Lenin’in ve Komünist Enternasyonal’in savunduğu pozisyonlar haklı çıkmıştır. O nedenle, belirli bir örgütlenme biçimi olarak sendika fikrine açıktan ya da kapalı düşmanlık edenler, iyi niyetli olsalar bile, işçi sınıfının devrimci davasına hizmet etmemektedirler.
Üstelik, burjuvazinin devrim korkusu nedeniyle razı gelmek zorunda kaldığı reformlar ve bunlar arasında yer alan sendikal kazanımlar bugün bir bir kaybedilmekte olduğu için, mücadelenin sonraki yükseliş döneminde işçiler bu tür mevzilere şiddetle ihtiyaç duyacaklardır. Bu tür örgütlenme ve mevziler için mücadele doğru bir yönelimle ele alındığında, mücadelenin daha yüksek aşamaları için birer kaldıraç vazifesi görürler. Toplumsal mücadelelerin yükseldiği dönemlerde sendikalılık oranları ve sendikaların gücü şaşmaz biçimde artmıştır. Kaldı ki geleceğe bakmaya bile gerek yoktur. Yıllardır içinde bulunduğumuz bu gerileyiş döneminde bile sayısız işyerinde işçiler sendikalaşma girişiminde bulunmakta, bu temelde direnişler yapmaktadırlar. Ancak kokuşmuş sendika bürokrasisi bunların büyük bölümünde tıkaç vazifesi görmekte, patronların ayak direyişi sertleştiği ya da direnişler kendi kontrolleri altında olmadığı ölçüde bu girişimleri hemencecik satmaktadırlar. Bu arada bu tür girişimlerin önemli bir bölümünün de yine devrimcilerin öncülüğü ve inisiyatifiyle başlatıldığını da hatırlatalım, ki bu da yine baştan beri işlediğimiz temel tezi doğrulamaktadır.
O halde mevcut sendikal krize çözüm olarak önerilen çeşitli alternatif örgütlenme biçimleri ya da “sihirli” örgütlenme stratejileri, aynen geçmişte olduğu gibi şimdi de anlamsızdır. Bunlar ciddiyetten yoksun önerilerdir. Sorun, geçmiş deneyimlerle doğruluğu defalarca kanıtlanmış çaba ve yaklaşımları yeniden canlandırma sorunudur. Aynı şey, sendikal örgütlenmeyi yadsımayıp, ama farklı adlandırmalar altında döneme uygun “yeni sendikal anlayışlar” geliştirmek gerektiğini ileri süren yaklaşımlar için de geçerlidir. Bu yaklaşımların hepsi gerçekte gerileme döneminin yenilgi ruh halini yansıtan yaklaşımlardır. Gerçekte, yeni icatlara değil, unutturulmuş eski(meyen) yöntemleri yeniden keşfetmeye ihtiyaç vardır. Ama bugünün şartlarında bunu yapmak zor olduğu için, birçok kişi ve çevre işin kolayına kaçma eğilimi göstermektedir. Mesele bundan ibarettir.
Sihirli bir formül yoktur, esas olan mücadeledir. Ve doğrusu eksik olan da buna yönelik bir irade ve azimdir. Bu meseleleri ağzında sakız ederek tartışanların, “projeler” önerenlerin durumu budur. Bu bakımdan ağır bir ciddiyet bunalımı söz konusudur. Böylesi bir irade ve azim ise ancak devrimci politik bir bilinçle mümkündür ve mevcut şartlarda bu bin kat daha doğrudur. Bu tür bir politik otoritenin yokluğunda sendikal hareketin canlanışı mevcut sendikal önderliklerin hiçbirisinin proje ya da girişimleriyle olabilecek bir şey değildir. Bu, mevcut sendikal yapılar içinde iyi niyetli unsurların olmadığı anlamına gelmiyor. Az da olsa bu tür unsurlar vardır. Ancak bunlar kendi başlarına yeterli azim ve irade gösterememekte, uzun soluklu bir mücadele perspektifine gelememektedirler.
Ağır saldırı şartlarında oluşmuş olan kısır bir acz sarmalı mevcuttur. Bu şartlarda kimi zaman baş gösteren iyi niyetli canlandırma çabaları, kısa vadeli beklentiler ve kolay başarı umutları nedeniyle kısa sürede yerini yılgınlığa bırakıyor. Durumun gerektirdiği yeterli nefese, uzun soluklu bakışa sahip olmayan bu unsurlar dirayetli davranamayıp pes ediyorlar ve eninde sonunda bu tür kısa dönemlerin ardından aynı bürokratik kokuşma sarmalının içine yuvarlanıyorlar. Bu kısır döngü ancak devrimci bir politik iradenin otoritesi altında kırılabilir. Böylesi devrimci bir otorite altında, bugünün ağır şartlarına uygun bir dayanıklılığa sahip, gözünü budaktan sakınmayan, zımba gibi kadrolara ihtiyaç vardır ve bu birikim elbet sağlanacaktır. İşçi sınıfının, sosyalistlerin, devrimcilerin bedeller ödedikleri mücadeleleriyle kurulmuş ve işçi sınıfı için anlamı büyük olan DİSK’i kurtaracak olan da bu olacaktır. Umutsuzluğa gerek yoktur. İşçi sınıfının gerileyiş sürecinde artık kritik noktaya ulaşılmıştır. Latin Amerika’da birbiri ardına patlak veren devrimci yükselişler kısmen de olsa bunun bir belirtisidir. Ağır saldırılar yavaş yavaş da olsa işçileri tepki vermeye itmektedir. Yenilginin manevi yükünden bağışık genç işçi kuşakları içinde söz konusu kadrolar için uygun hammadde mevcuttur. Ama bunu açığa çıkarıp, işleyecek olan da devrimci politik örgütlülüktür.
link: Levent Toprak, Sendikal Hareketin Krizi, Nisan 2007, https://marksist.net/node/1492
Kara Gözlü Çocuklar
Kürt Sorunu