Sayfalar
Yolumuz Ekim Devrimini Yaratanların Yoludur
Ezilenlerin başka bir dünya tahayyülü ve bu dünyayı yaratma mücadelesi binlerce yıl öncesine dayanıyor. Sınıflı toplumların oluştuğu dönemden bu yana bir avuç azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümü, zulmü ve sömürüsü nice haklı ve onurlu isyanın sebebi olmuştur. Kölenin ruhunu özgürleştiren Spartaküs’lerden Anadolu’nun “hakikat” savaşçılarına, “biz başka dünya isteriz” diyen Paris Komünarlarına dek nice isyan özünde aynı düşün izlerini taşır: Sınıfsız, savaşsız, sömürüsüz bir dünya... Ezilenlerin daha adil ve eşitlikçi bir düzen için giriştikleri nice isyan ne yazık ki amacına ulaşamadan egemenler tarafından kanla bastırıldı. Ancak işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte ezilenler üretenlerin yönettiği sınıfsız, sömürüsüz, gerçek anlamda özgür bir dünyanın maddi temellerini döşemiş oldular. İşçi sınıfı, ezilenlerin bu kadim düşünü gerçekleştirebilmek için tüm dünyada burjuvaziye karşı destansı mücadeleler verdi, muazzam deneyimler biriktirdi. Ve işte bu deneyimler ışığında, Lenin önderliğinde Rusya işçi sınıfı tarihte ilk kez muzaffer bir devrimle iktidarı ele alarak bambaşka bir dünyanın kapılarını araladı.
Ekim Devrimi, işçi sınıfına cehennemi yaşatan bu sömürü düzeninin doğru bir önderlikle nasıl yerle bir edilebileceğini, aydınlık güzel günlere nasıl varılacağını göstermesi açısından paha biçilmez bir örnek teşkil ediyor. Ekim Devriminin mimarı Bolşevikler, en geri ülkelerden birinde iktidarı ele almalarına rağmen çalışma koşulları üzerinde, eğitimde, sağlıkta, demokratik hak ve özgürlükler konusunda döneminin en ilerici programını hayata geçirmişlerdi. Çarlık rejimi altında hiçbir söz hakkı olmayan ve insanlık dışı koşullarda çalışmak zorunda bırakılan işçiler devrimle birlikte üretimi de denetimi de kendileri yapıyor, oluşturdukları komiteler aracılığıyla kendi temsilcilerini ve yöneticilerini yine kendileri seçiyorlardı. Çarlık rejimi altında emeği ve varlığı yok sayılan kadınlar Ekim Devrimiyle birlikte erkeklerle eşit oy ve temsil hakkı kazanmış, kurulan ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler, çocuk bakım evleri vb. ile kadına biçilen roller toplumsal görev haline getirilmişti.
Ekim Devriminin mimarı Bolşevikler iktidarı ele aldıklarında dünya emperyalist savaşın alevleriyle kavruluyordu. Bolşevikler, egemenlerin kirli çıkar ilişkilerini ifşa ederek emperyalist savaştan çekilmiş ve tüm dünya emekçilerine kardeşlik çağrısında bulunmuşlardı. Bu çağrı tüm dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Bolşeviklerin gerici iktidarı devirerek savaştan çekilmesi, özel mülkiyeti kaldırarak köylülere toprak dağıtması, toplumsal yaşamda başlattığı devrimci dönüşümler vb. tüm dünyada yakından takip ediliyor, dünyanın dört bir yanındaki işçilere moral ve cesaret veriyordu. Nitekim o güne dek dünyayı kana bulayan emperyalist devletler devrimin kendi ülkelerine sıçramasından duydukları kaygıyla derhal savaşı durdurmak zorunda kaldılar.
Bugün dünyamız bir kez daha emperyalist savaşın alevleriyle kavruluyor. Ortadoğu’da yoğunlaşan savaş her gün nice insanın canını alıyor, çok daha fazlası sevdiklerini, evini, yurdunu kaybediyor. Yüz milyonlarca insan açlığın, yoksulluğun, yoksunluğun pençesinde kıvranırken bilim ve teknoloji egemenlerin elinde yıkıcı bir savaş aygıtına dönüşüyor. Egemenlerin kâr düzeni insanlığı ve gezegeni tümüyle bir yok oluşun eşiğine getirmiş durumdadır. İşte Ekim Devrimi, üzerinden 106 yıl geçmesine rağmen ezilenlerin muzaffer devrimi olarak ışıl ışıl parlamaya; sınıfsız, savaşsız, sömürüsüz bir dünya yaratmak isteyenlere yol göstermeye devam ediyor. Bizler de işçi sınıfının gençleri olarak insanlığın bu kadim düşünü gerçekleştirmek isteyenlerin yolunda, işçi sınıfımızın safında yürümeye devam edeceğiz! Ekim Devriminin mimarlarından Troçki’nin sözleriyle:
“Ufukta gözüken mücadele tekil bireylerin, hiziplerin ve partilerin sahip olduğundan çok daha büyük bir öneme haizdir. Bu tüm insanlığın geleceği adına verilen bir mücadeledir. Elbette amansız olacak, zaman alacaktır. Her kim ki kendi rahatının derdinde, manevi huzur peşindeyse, yolu açık olsun! … Sosyalizmi lafı güzaf olarak değil de, kendi manevi hayatlarının en özlü ifadesi olarak görenler, ileri! Tehditler, işkenceler, zorbalıklar, hiçbiri bizi durduramayacak! Zafer isterse rengi atmış küllerimizin üzerinde yükselecek olsun. Ne gam! Değil mi ki, hakikat zafere ulaşacak... Bu yola biz ışık tutacağız ve hakikat zafere ulaşacaktır. Kaderin bütün ağır darbeleri altında, eğer sizlerle birlikte bu zafere giden yola bir omuz da ben verebilirsem, kendimi gençlik yıllarımın en güzel günlerindeki kadar mutlu hissedeceğim. Zira dostlarım, en büyük mutluluk bugünün tüketilmesinde değil, yarının yaratılmasında saklıdır.”[*]
link: Gebze’den genç bir işçi, Yolumuz Ekim Devrimini Yaratanların Yoludur, 21 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8127
Zor Zamanlar, Büyük Mücadelelere Gebedir
Rusya’da Lenin önderliğindeki Bolşevik Partili işçiler, baskı, sömürü, savaş ve dayatılan tüm zorluklara karşı yürüttükleri örgütlü mücadeleyle işçi sınıfını harekete geçirmişti. Bolşevik devrimciler öncülüğünde işçi sınıfının iktidarı için kavga veren işçiler girdikleri bu kavgayı kazanmış ve Çarlık Rusya’sı tarihin derinliklerine gömülmüştü. Rusya’da işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi emperyalist ülkelerin egemenlerinde korku yaratırken, aynı ülkelerin sömürülen, savaşlarda katledilen, açlığa, yoksulluğa mahkûm edilen işçileri için umut olmuştu. İşçi devriminin, proletarya diktatörlüğünün ne olduğu somutlaşmıştı. Burjuvalar Ekim Devriminin bir dünya devrimine dönüşmesinden korkar olmuşlardı.
Kapitalist sistemin içine girdiği tarihsel kriz, giderek şiddetlenen Üçüncü Dünya Savaşı, nükleer savaş tehditleri, göç yollarında ölen yüz binler, açlık ve barınma krizi, küresel iklim krizi… Tüm bunlara eşlik eden siyasi baskılar ve yasaklar, dünya genelinde otoriterleşme eğilimleri… Zorlu bir dönemden geçiyoruz, zor zamanlar büyük ve onurlu mücadelelere gebedir! Tüm bunların bilincinde olarak mücadele eden farklı sektörlerden bir grup işçi olarak tarihin akışını değiştiren Ekim Devrimini konuşmak için bir araya geldik. Yığınlarca ders çıkartmamız gereken Ekim Devriminin o dönemin zorlukları içerisinde nasıl gerçekleştiğini, bu deneyimden ne gibi dersler çıkartmamız gerektiğini konuştuk. Bugün de işçi ve emekçilerin iş ve yaşam koşullarından memnun olmadıklarını, bireysel olarak da olsa isyanlarını ve öfkelerini dışa vurduklarını, bunun ancak örgütlü güce dönüşmesinin bir anlam ifade edeceğini söyledi bir arkadaşımız.
Mayıs ayında bir seçim süreci yaşadık, seçim öncesi dönemde emekçi kitlelerin önemli bir bölümü değişim arzusu içindeydi. Bu arzunun büyütülmesi ve mücadeleye, sınıf siyasetine akıtılması kuşkusuz çok anlamlıydı. Ancak tüm umutların seçimlere hapsedilmesi de bir o kadar yıkıcıydı. Bu nedenle seçimlerin ardından büyük bir hayal kırıklığı, umutsuzluk ve karamsarlık çıktı ortaya. Hatta bu olumsuz rüzgârdan sol ve sosyalist çevreler de nasibini aldı. Sohbetimiz bu konuları konuşarak, deneyimlerimizi ve düşüncelerimizi ortaklaştırarak devam etti. Çıkardığımız sonuç bizim için çok anlamlıydı: “Umutsuzluk ve karamsarlık bize yaraşmaz. Biz başka bir dünya özleminin taşıyıcıları, başka bir davanın insanıyız.”
Bugün dünyanın ileri kapitalist ülkelerinde adaletsizliğe tepki, isyan ve öfke büyüyor. Yüz binlerce işçi ve emekçi sokaklara çıkıyor. İşçilerin meydanlara çıkması, sendikalaşma mücadelesi yürütmesi, grevler, mitingler örgütlemesi, toplumsal hareketlilik… Bunların hepsinin bir anlamı var. Ancak bu hareketliliğin geri çekilmemesi, daha da büyümesi ve bir devrime dönüşebilmesi için işçi sınıfının devrimci bir önderliğe ihtiyacı var. Böyle bir önderlik olduğunda işçi sınıfının iktidarı alabileceğinin en güzel örneğidir Ekim Devrimi! Üzerinden geçen 106 yılın ardından bu şanlı devrim dünya işçi sınıfının yoluna adeta bir deniz feneri gibi ışık tutuyor. Bu geleneğe sahip çıkmak, mücadeleyi ilmek ilmek örmek, duvara bir tuğla daha koyabilmek öncü işçilerin yani bizlerin görevidir! Sabırla, disiplin ve kararlılıkla, en önemlisi de örgütlü gücümüzle yolumuza devam edeceğiz.
link: İstanbul/Esenyurt’tan bir grup işçi, Zor Zamanlar, Büyük Mücadelelere Gebedir , 12 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8119
Kılavuzumuz 1917 Ekim Devrimi
Tarihler 1914 yılına doğru ilerlerken, Balkanlar da dahil olmak üzere pek çok yerde irili ufaklı savaşlar sürüp gitmekteydi. Yoksulların oğulları savaş cephelerinde birbirlerini boğazlıyordu. Savaşın sahipleri yani sömürücü efendiler, savaş kazanının altını iyice harlamaya başladıklarında tarih 1914’e gelmişti. Her ülkede milliyetçilik ve şovenizm öyle tırmandırılmış, yoksulların beyinleri militarizmle öyle doldurulmuştu ki; yoksullar, işçiler, kadınlar, belleri iki büklüm olmuş ihtiyar dedeler ve beyinleri henüz tazecikken zehirlenen yoksul çocukları bile savaşın tarafı olmuşlardı. Savaş hızını hiç düşürmeden son gaz devam ediyordu. Cephelerden cenazeler geliyordu art arda. Sakatlanmış, kolunu bacağını savaşta bırakarak yani artık savaşamayacak duruma geldikten sonra evine dönenler kirli birer peçete gibi bir kenara atılıyorlardı.
Emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşmak için yürüttükleri savaş üç yıldır sürüyordu, tarihler 1917 yılını gösteriyordu. Rus Çarı ve Çariçesi de o paylaşım savaşının tarafıydılar. O güne değin sayısız Rus yoksul köylüsü ve işçisi de savaşın ateşinde yanıp gitmişlerdi. Ancak üç yıldır devam eden savaşta Rus askerlerinin diğer ülke askerlerinden çok önemli bir farklı vardı. Rus askerlerinin içinde sayısız Bolşevik asker vardı. Bu Bolşevik askerler aynı fabrikalardaki gibi sınıf temelinde örgütleniyorlardı. Bolşevikler cephedeki bütün askerlere “bu savaş bizim savaşımız değil. Sizler bizim düşmanımız değilsiniz. Sizin de bizim de düşmanlarımız sömürücü düzenin efendileridirler. Her ülkenin askerleri, işçileri ve yoksulları silahları kendi ülkesindeki burjuvazinin düzenine doğrultmalıdırlar” diyerek propaganda yapıyorlardı. Nihayet 1917’nin sonlarına doğru Bolşeviklerin önderliğinde işçiler, köylüler ve askerler Büyük Ekim Devrimini gerçekleştirerek savaşa son verdiler. Yani tüm ezilenler el birliği ederek, el ele vererek bir devrim yapmışlardı. Bu devrim işçi sınıfının yani proletaryanın devrimiydi. İşte savaşın sahipleri olan emperyalistler ve kapitalistler, yıllardır kriz içinde debelenen düzenlerinin selameti için sürdürdükleri savaşı bu yüzden bitirmek zorunda kaldılar. Çünkü Rusya’da başlayan devrimin kendi ülkelerine de yayılmasından korkuyorlardı. Hele bir de Rusya’dan sonra Almanya’da da proletaryanın iktidarı ele alması demek kapitalist düzenin dünya üzerinden kazınıp tarihin çöplüğüne atılması anlamına gelebilirdi. Bugün de yapılması gereken aynı yolu tutmak, Rus işçi sınıfının, Bolşeviklerin açtığı yoldan ilerlemektir. Bugün de emperyalist savaşı ve tüm savaşları sonsuza kadar bitirecek olan bir devrimdir, dünya devrimidir.
Maalesef bugünün işçi kuşakları da onyıllardır emperyalist savaşların alevleri içinde yaşıyorlar. Yaşı 40’ın üzerinde olanlar 90’lardan beri yeni bir dünya savaşının adım adım her yeri kavurduğunu gördüler. Önce Balkanlar’da başlayan savaş oradan Ortadoğu’ya sıçradı, Afganistan’ı, Irak’ı yangın yerine çevirdi. Daha sonra Ortadoğu’nun farklı ülkeleri ve dünyanın farklı coğrafyaları emperyalist savaşın cepheleri haline geldiler. Yakın zamanda açılan Ukrayna cephesine bugün de Filistin eklendi.
Dünya burjuvazisi bir bütün olarak krizlerin içinde debeleniyor. Bu krizden çıkışın yolunu dünyayı yeniden aralarında pay etmekte arıyorlar. Büyük güçler dünya üzerinde hegemonya kurmak için kıyasıya kavga halindeler. İşçi sınıfını ve işçi sınıfının devrimcilerini ilgilendiren ise, tüm ezilenleri, işçi sınıfını, insanlığı ve dünyamızı kurtarmanın yegâne yolunun yeni Ekim Devrimleri için çalışmak olduğudur. Karanlıkta kılavuzumuz ve ışığımız 1917 Büyük Muzaffer Ekim Devrimidir. Yaşasın dünya devrimi yolundaki mücadelemiz!
link: İzmir’den bir MT okuru, Kılavuzumuz 1917 Ekim Devrimi , 12 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8118
Ekim Devrimi Militarizme de Karşıydı
Şanlı Ekim Devrimini 106. yılında anıyoruz. Bu büyük işçi devrimi tarihte yepyeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. Ekim Devrimi cephelerde birbirine boğazlatılan emekçilere “barış” çağrısında bulundu ve 1. Emperyalist Paylaşım Savaşının son bulmasını sağladı. Lenin ve Bolşevik Parti önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi Çar’ın ve burjuvazinin emrindeki sürekli orduyu lağvetti. Devrim, işçi milislerinden oluşan yepyeni bir anlayışın öncüsü oldu.
Kapitalist güçlerin vatan savunusu adı altında, milliyetçilik zehriyle besledikleri, ölümcül silahlarla donattıkları büyük ordular şanlı devrimle parçalanmaya başladı. Çarlık Rusya’sındaki generallerin, subayların apoletleri söküldü. Erleri aşağılayan zorunlu selamlamalar kaldırıldı, üstlerin emirlerine kölece bağlılık anlayışı son buldu. Tarihte ilk kez enternasyonalizm temelinde, halkların kardeşliği ve işçilerin birliğini savunan işçi milisi oluşturuldu. Kararlar bir avuç general tarafından değil, işçi ve asker sovyetleri tarafından alınmaya başlandı. Devrimci kararlar alan işçi ve emekçiler bu kararları gerici ordulara karşı elde silah hep birlikte savundular. Çarlığın halklardan sakladığı haksız, gerici, barbar savaş planları ifşa edildi. Tüm cephelerdeki askerlere kardeşleşme çağrısı yapıldı. Emirleri reddetme ve silahları masum halkı katleden generallere çevirme çağrısı yapıldı. Bu çağrı etkili oldu ve erler cesaretle cephelerde “kahrolsun savaş” diyerek isyan etti.
Ekim Devrimi yeni bir çağın başlangıcı demekti. İşçi milisler iç savaş boyunca sovyetleri savunmak için Beyaz Ordu’ya karşı kahramanca mücadele ettiler. İşçi devriminin kazanımlarını korumak için her türlü görevi severek, isteyerek birlikte alıp, birlikte uyguladılar. Rus Çarlığından sonra sıra Avrupa’daki sermaye egemenliğinin devrilmesindeydi. Rusya’daki büyük değişim ve dönüşümün başlangıcını gören Avrupalı kapitalistler devrimin kendi ülkelerine, kendi ordularına sıçramasına engel olmak için ellerinden gelen her yola başvurdular. İşçi ve askerlere söz geçiremeyen burjuvazi, sosyal-demokrasiyi iktidara taşıyarak sömürü düzenini korumayı başardı. İlerleyen yıllarda Ekim Devrimi Rusya topraklarında yalnızlaştı ve kazanımlarını koruyamadı, bürokratik bir karşı-devrimle işçi iktidarı yıkıldı ve işçiler kazanımlarını kaybetti.
Ekim Devriminin üzerinden geçen 106 yılda emperyalist güçler dünyayı yok edecek nükleer, biyolojik silahlar ürettiler. Son teknoloji ile donatılmış güdümlü füzeler icat ettiler. Savaş tehdidini güncel tutarak, halklar arasında kin ve nefret tohumları ektiler. Bütün ülkeler silahlanmaya büyük kaynaklar ayırdı. Ordu ve generaller üzerinden efsaneler ürettiler, yeni bir dünya savaşının kıvılcımını çaktılar. Böylece ilk ikisinden kat kat daha büyük sonuçlara yol açacak Üçüncü Dünya Savaşını başlattılar. Ekim Devriminin derslerini hatırlamak bu açıdan son derece önem taşıyor. Ekim Devrimi sürekli orduları dağıtarak halkın sırtındaki bu kamburu parçalamak, silahlanmaya ayrılan devasa bütçeleri eğitim, sağlık, ulaşım gibi sosyal kazanımlara dönüştürmek istiyordu. Dün olduğu gibi bugün de burjuvazi halkın boğazından kesilen kaynakları ölüm makinelerine yatırıyor. Siyasetin şiddet ve ölümle bezeli bir devamı olan savaşın panzehiri, “yerli ve milli” orduların daha çok silah üretmesi değildir. Halkların birbirine din, dil, ırk temelinde kışkırtılıp kırdırılması değildir. Ortadoğu’dan Asya-Pasifik’e kadar savaşı durduracak tek güç işçi sınıfının enternasyonalist mücadele birliğidir.
Yaşasın Şanlı Ekim Devrimi ve Onun Kahramanca Mücadelesi!
link: Gebze’den bir işçi, Ekim Devrimi Militarizme de Karşıydı , 11 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8117
Kara Kışlardan Büyük Ekimlere Merhaba!
Yaklaşık bir asır önce işçi sınıfı, 1917 şanlı Ekim Devrimiyle birlikte, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı örgütlü işçi sınıfının kurabileceğini dosta düşmana göstermişti. Ne var ki, devrimci işçi sınıfının sosyalizmi kurmak yönünde attığı bu tarihi adım, bürokratik bir karşı-devrimle sekteye uğradı. Daha sonra SSCB’nin de çökmesiyle birlikte kapitalizmin ideologları tarihin sonunun geldiği ve insanlık için en iyisinin kapitalizm olduğu yalanını propaganda etmeye başlayıp, bütün kötülüklerin anasının komünizm olduğuna kitleleri inandırmaya çalıştılar. Ama bu ideologların yalanları da fazla sürmeden ortaya çıktı. Çok geçmeden dünya işçi sınıfı acı gerçeklerle baş başa kaldı. Ekim Devriminin basıncıyla tüm dünyada elde ettiği kazanımlar düzen güçleri tarafından bir bir gasp edilmeye başladı. Bir yanda bir türlü çözülemeyen hegemonya krizi ve yürüyen emperyalist savaşlar, diğer yanda çürüyen kapitalizmin yarattığı krizler sonucu insanlık tam bir kara kışa itilmiştir. İnsanlığı kara kış koşullarına mahkûm eden düzen güçleri, yeni Ekimlerin şafağının sökmemesi için her yola başvurmakta, her kötülüğü yapmaktadırlar.
Ama başaramayacaklar! Hiçbir kış, hiçbir zulüm sonsuza kadar sürmemiştir. Elif Çağlı’nın dediği gibi zor zamanlar zor sınavlara çeker insanı. Bu kara kış koşullarında el yordamı ile yürümek zorunda değiliz, dünya işçi sınıfının tarihsel deneyimleri bir deniz feneri gibi bizlere yol göstermeye devam ediyor. İnsanı insanlıktan çıkaran kapitalist sistemin artık acı ve gözyaşından başka verebileceği bir şeyi kalmamıştır. Savaşsız, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünyanın kuruluşuna ancak büyük düşleri olanlar öncülük edebilir.
Bu karanlık ve çürümüş sistemin içinde, devrimci bir inançla davamıza sarılmaktan başka çıkar yolumuz yoktur! Çünkü biz haklıyız, çünkü kapitalist sistem biz avuç azınlık asalağın çıkarlarına hizmet ederken, işçi sınıfının iktidarı bütün insanlığın, bütün canlı hayatın geleceğine hizmet edecektir. Kapitalizm yeryüzüne savaş ve yıkım getirirken, sosyalizm tam anlamıyla barış ve kardeşleşme getirecektir. İnsanlığın kurtuluşu mücadelesinde örgütlü ve devrimci öncünün önemi çok büyüktür. Hedefimiz belli, yolumuz uzun, azmimiz kavidir. Hep birlikte haykıralım; kara kışlardan büyük Ekimlere merhaba!
link: İstanbul/Esenyurt’tan bir grup metal işçisi, Kara Kışlardan Büyük Ekimlere Merhaba! , 11 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8116
Sağlığa Devrim Gerek! Selam Olsun Ekim Devrimine!
Kapitalizmin bulaşıcı hastalık gibi dört bir yanımızı sardığı, biri biterken diğer sorunların başladığı günlerden geçiyoruz. Bırakın yaşamı var etmeyi, var olan yaşamları, kadınları, çocukları katleden bir düzen bu. Diğer taraftansa yarattıkları yıkım ve savaşlara haklı gerekçeler sunmaya çalışan, utanmadan televizyon ekranlarında bunu anlatan, kanlı elleriyle savaş oylamaları yapan egemenlerin ayakta tuttukları bir düzen bu. Sistem kriziyle beraber daha da keskinleşen çelişkiler ve artan saldırılar artık üzeri örtülemeyecek hale geldi. Vaziyet ortadayken, sağlık alanında hizmet üreten bizler de dâhil olmak üzere sınıf bilinçli işçilere düşen görev tarih bilinciyle donanmaktır. İşçi sınıfının tarihine baktığımızda “nasıl olmalı?”, “ne yapmalı?” sorularına alacağımız cevaplar ortadadır. Bu şanlı tarihin sayfalarında yazılı 1917 Ekim Devriminden sonra Rusya’da, yeniden yaratılan sağlık sistemine bakmak bize başka bir açıdan ışık tutacaktır; kapitalizmi yıkmadan sağlıklı olmanın asla mümkün olmadığını hatırlatacaktır.
Sağlık, sağlıklı olmak gibi kavramlar bireysel olarak görülmektedir. Bu anlamda Ekim Devriminin bıraktığı miras ve anlayış, sağlık sisteminin toplumsal olarak yeniden inşası ders niteliğindedir. Peki, 1917 Ekim Devriminin hemen sonrasında ne olmuştu? Devrimden önce sağlıklı olmak sadece burjuvazinin elindeyken, artık devrimi gerçekleştiren işçilerin elindeydi. Devrimden sonra, sağlığın belirleyicisi olan maddi yaşam koşullarının iyileştirilmesi gerektiği düşüncesi etrafında yeni bir sağlık sistemi şekilleniyordu. Sağlık hizmeti sunumu, sağlık eğitiminden işleyiş biçimine, koruyucu sağlık hizmetlerinden hijyen eğitimlerine kadar geniş bir alanda örgütleniyordu. Sovyet devletinin ilk Halk Sağlığı Bakanı (Komiseri) Dr. Nikolay Aleksandroviç Semaşko’nun “işçilerin sağlığı işçilerin elinde olmalıdır” demesinin bir anlamı vardı.
Ekim Devrimi, emperyalist paylaşım savaşının talan ve yıkımının tam ortasında doğmuştu. Rusya’da Bolşevik Parti öncülüğünde savaş öncesinde binlerce işçinin katıldığı grevler gerçekleşiyordu. Savaş patlak verdiğindeyse, savaş çığırtkanlığı peşine takılmadan barışı ve devrimi savunan Bolşevik işçilerdi. Günler geçtikçe cephede ölenlerin sayısı milyonlara ulaşırken, açlık ve yoksulluk giderek artıyordu. Tüm bu koşullar altında başladı Ekim Devrimi. “ekmek istiyoruz, çocuklarımız ölüyor” diyen emekçi kadınların eylemi, “kahrolsun savaş” “kahrolsun otokrasi” sloganlarıyla daha da büyüdü.
Bugün de kanlı bir emperyalist savaş yaşanıyor. Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Ukrayna’da, Filistin’de ve dünyanın pek çok farklı yerinde bu savaş yüzünden milyonlarca insan öldü. Milyonlarca insan yerinden yurdundan ediliyor. Milyonlarcası susuz ve açlıkla boğuşuyor. Savaş bir halk sağlığı sorunudur. Savaşın hüküm sürdüğü yerde ölüm kol gezerken, hayatta kalabilmiş insanların sağlıklı olduğu düşünülemez. Sağlık, sadece bireyin vücudunda hastalık ve sakatlığın olmayışını değil, kişinin bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halinde olmasını ifade etmektedir. Ekim Devrimine baktığımızda, hem savaşı durdurduğunu hem de ilk yıllarda işçi ve emekçilerin sağlığı için değişimler yarattığını görüyoruz. Ekim Devrimini andığımız şu günlerde, savaşa karşı barışı yaşatmanın ve sağlıklı bir yaşamı kurabilmenin tek yolunun kapitalizmi yıkmaktan geçtiğini tekrar hatırlamalıyız. Biz Ekim Devriminin yarattığı mirasa sahip çıkıyoruz. Yaşamın her alanında “dünyanın bütün işçileri birleşin” diyerek devrimin taşlarını döşüyoruz. Yaşasın Ekim Devrimi! Dünyaya barış işçilerle gelecek!
link: İstanbul’dan sağlık işçileri, Sağlığa Devrim Gerek! Selam Olsun Ekim Devrimine! , 9 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8114
Ekim Devriminin Işığı Yolumuzu Aydınlatıyor
Dünya işçilerine kendileri için ve kendilerinin yönettiği bir dünya kurmanın yolunu gösteren şanlı Ekim Devriminin 106. yılını kapitalizmin iyice derinleştirdiği sorunlar, kriz ve savaşla karşılıyoruz. Çelişkiler sürekli büyüyor, burjuva ideolojisi gerçeklerin üzerini kara bulutlarla örtüyor. Bu kara bulutların arasından ise Ekim Devriminin ışığı yolumuzu aydınlatıyor. Bolşeviklerin deneyimleri hemen her sorunda nasıl bakmamız gerektiğini gösteriyor, sınıf devrimcilerinin tutunması gereken ana damarı hatırlatıyor.
Cumhuriyetin 100. yılı “kutlamalarını” henüz geride bıraktık. 1923’te cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte sanki halk egemen olmuş, ayrıcalıklı sınıflar ortadan kalkmış, sınıfsız ve imtiyazsız bir Türkiye kurulmuştu. Oysa yeni kurulan bu cumhuriyet, toplumun en geniş kesimleri olan işçi ve emekçileri yönetimden dışlayan, tepeden inme “devrimlerle” emekçilerin hayatına konan bir cumhuriyetti. Sınırsız hak ve özgürlükler tanıdığını, döneminin en yenilikçi adımlarını attığını söyleyen Kemalist bürokrasi, gerçekte Osmanlı’dan beri, yıllardır süregelen mücadelelerin sonuçlarını kendi ihsanı gibi lanse etmişti. Hızla milli bir burjuvazi yaratma işine girişmiş, işçi ve köylüleri ise çalışıp üretmeye fakat yine de yoksul kalmaya mahkûm etmişti. Kendinden öncesine göre ileri bir adım olan ancak burjuva demokratik olmaktan bile uzak bu cumhuriyet, sosyalist solun bazı kesimleri tarafından da kutlandı, savunuldu. Bugün kazanımları kaybedilmiş olsa da kurucu değerlerine sahip çıkılması gerektiği, daha ileriye taşınması gerektiği söylendi.
Oysa işçilerin asıl sahiplenmesi gereken devrim işçilerin devrimidir, Ekim Devrimidir. Ekim Devriminin sönmeyen ışığı bizlere kilitlenmemiz gereken hedefin sosyalist bir dünya kurma hedefi olduğunu gösteriyor. Ancak Ekim 1917’deki gibi ayakların baş olduğu bir devrim sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın kapılarını aralayabilir. Bizler gözümüzü, dünyayı yerinden sarsacak işçi devrimlerine ve sosyalist bir dünya hayaline diktik. Marksizmin ve Ekim Devriminin aydınlattığı yolumuzda emin adımlarla ilerliyoruz.
link: Ankara’dan MT okuru gençler, Ekim Devriminin Işığı Yolumuzu Aydınlatıyor , 9 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8113
Emperyalist Savaşa Karşı Ekim Devrimi
Savaş, yoksulluk, açlık, sömürü… Bütün sorunlarımızın kaynağı kapitalizmdir. Kapitalizm ortadan kalkmadıkça toplumsal özgürlük asla mümkün olamayacak! Kapitalizmi ortadan kaldıracak olansa devrimci işçi sınıfıdır! İşçi sınıfı iktidarı bütün ülkelerde ele alacak ve sınıfsız topluma geçişi sağlayacaktır! Bu konuda tarihteki somut en büyük adımsa 1917 yılında yani Birinci Emperyalist Dünya Savaşı devam ederken gerçekleşen Ekim Devrimidir! Ekim Devrimi gerçekleşti ve savaş da burjuvazinin devrimin yayılmasına dair haklı endişesi sayesinde sonlanmak zorunda kaldı. Ekim Devrimi bugün 106 yaşında! Tarihte ilk kez işçi sınıfı iktidarı ele geçirdi ve sınıfsız bir dünyaya giden yolu araladı. O yol tamamlanamamış olabilir fakat Ekim Devriminin bizlere bıraktığı muazzam deneyimler bugün hâlâ canlılığını koruyor ve tamamlanması gereken yolun nasıl bir mücadelenin ürünü olduğunu anlatıyor!
Bugün yeniden bir emperyalist paylaşım savaşının içinden geçmekteyiz. Kapitalizm tarihsel bir kriz yaşamakta ve burjuvazi bu krizi aşmak için her yeri cehenneme çevirmeye ant içmiş gibi davranmaktadır. Yakın tarihte emperyalist savaşın cephesi haline gelen Suriye ve Ukrayna’da sorunlar çözülebilmiş değil. Yüz binlerce emekçinin bu savaşlarda ölmesi, milyonlarcasının yerinden yurdundan edilmesi, göç etmesi egemenlerin umurunda değil! Gerek Asya gerek Afrika gerek Ortadoğu… Bütün dünyada sular ısınıyor ve giderek savaş derinleşiyor.
Bugünlerdeyse bu savaşa yeni bir halka eklenmiş durumda. Kangren haline dönen Filistin sorunu üzerinden emperyalistler hesaplaşıyorlar. Gazze’deki insanlar, bütün dünyanın gözleri önünde bombaların hedefi olmakta ve çoluk çocuk demeden, hastane, okul fark etmeksizin bombalarla, kimyasal silahlarla yaşamdan koparılıyor! Kimi egemenler İsrail egemenlerine bu konuda açıktan destek verirken kimileri ise timsah gözyaşları döküyor ya da kınamayla yetiniyor. Burjuvazinin ikiyüzlülüğü bütün çıplaklığıyla bu sorunda gösterdikleri tutumlarda ortaya çıkıyor. Kürt sorununda olduğu gibi Filistin sorununda da bu ulusların en temel siyasi hakları tanınmıyor, bu halklara en haklı talepleri için büyük bedeller ödetiliyor. Elbette ki bütün insanlar esas özgürlüğü sınıfsız toplumda, komünist toplumda göreceklerdir; fakat kapitalizme içkin sorunların çözümünde bile egemenler halkları birbirine düşmanlaştırmaktan ve yaşam hakkını ihlal etmekten imtina etmiyorlar. Ezilen ulusların sorunu çözülmedikçe ezen ulusun da özgür olamayacağı gerçeği gün gibi ortada.
Bu sorunda da ezilen halklara büyük bedeller ödetmeyecek çözümün yine devrimci işçi sınıfıyla olacağını Ekim Devrimi bize örnekledi: “…Yıllar boyunca Çarlığın halklar hapishanesinin mahkûmu ve kurbanı olan bu uluslar, nihayet 1917 devrimiyle birlikte özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Devrimle birlikte tüm uluslara bağımsızlık hakkı verilmiş, bunlardan başta Polonya ve Finlandiya olmak üzere bir kısmı kendi bağımsız burjuva ulus-devletlerini kurmuşlardı.”[*] Ekim Devriminin yıldönümünde, Filistin bugün yangın yeriyken bu gerçeği hatırlamanın, hatırlatmanın çok önemli olduğu ortada.
Birinci ve İkinci Dünya Emperyalist Paylaşım Savaşında burjuvazi içine düştüğü köklü krizleri aşmak için savaş seçeneğine sarılmıştı. Milyonlarca emekçi bir avuç azınlığın çıkarları uğruna ya cephelerde ya da yaşadığı evinde tepesine bombalar düşerek yaşamını yitirmişti. Savaş işçi sınıfı için daha fazla açlık, yoksulluk daha fazla ölüm demekti. Rusya’da Birinci Dünya Savaşı sürecinde milyonlarca yoksul Rus köylüsünün, işçisinin ölmesiyle bu savaşın işçi sınıfının savaşı olmadığı ve savaşın egemen sınıf olan burjuvaziye yaradığı anlaşılıyordu. Fakat bu anlaşılma kendiliğinden ortaya çıkan bir durum değildi. Rus işçi sınıfı öndersiz değildi. Yıllarca fabrikalarda, evlerde, mahallelerde örgütlenen Bolşevikler, yaşanan savaş sürecinde de gerek cephelerde gerekse fabrikalarda savaşın bizim savaşımız olmadığını bıkmadan, usanmadan anlatıyordu. Kitlelerin bu fikirleri kavraması, sabırlı, sebatlı bir mücadelenin ürünüydü. Ve yaşanan süreçte işçi sınıfı başka uluslardan işçileri öldürmek için verilen silahları böylece “Baş Düşman İçeride!” diyerek Rus egemen sınıfına yöneltmeyi bildi.
Devrimci durumu devrime götüren süreçte Ekim Devrimi bize muazzam dersler veriyor. Savaşa son verecek olan ve uluslara barış getirecek olan sosyalist devrimin anlaşılması, özümsenmesi konusunda Ekim Devrimini içselleştirmek ve Bolşevik mücadeleyi kavramak gerek!
Devrimci işçi sınıfı Bolşevikler önderliğinde savaşın gidişatını belirlemiş ve barışı sağlamıştı, uluslara kendi kaderini tayin hakkını da kayıtsız şartsız yine Ekim Devrimi sağlamıştı. Bugün de yürüyen ve büyüyen emperyalist paylaşım savaşını durduracak olan devrimci işçi sınıfıdır. Arap-Yahudi, Türk-Kürt, siyah-beyaz fark etmeksizin işçi sınıfı enternasyonal birliğini oluşturup hareket etmelidir. Bizler dünya işçi sınıfı olarak kaderimizin tamamıyla ortak olduğu bir durumdayız ve ortak hareket edip, kapitalizmi yıkıp, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız, özgür bir dünyayı kurmalıyız! Gelecek bizim ellerimizde!
Yaşasın Ekim Devrimi!
Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği!
link: Mersin’den bir MT okuru, Emperyalist Savaşa Karşı Ekim Devrimi , 8 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8112
Ekim’in Fenerinde İşçi Devrimi Hayalimiz
İklim krizi, savaşlar, evinden yurdundan edilen yoksul halk kitleleri ve daha pek çok yıkım... Günden güne felâketlerin arttığı bir sistemde yaşıyoruz. Bir yanda milyonlarca insan başını dahi sokacak ev bulamıyor, öte yanda bir avuç zengin lüks saraylarda yaşıyor. Bir yanda milyonlarcamız açlıkla hastalıkla boğuşuyor, öte yanda tüm dünyaya yetecek kadar zenginlik birikiyor. Üstelik zenginliği kendi elleriyle var edenler onun kırıntılarına dahi ulaşamıyor. Akıldışı olan kapitalizm bizler için felâketten başka bir şey üretmiyor. Emperyalist güçlerin talan ettiği Ortadoğu’da işçi ve emekçiler nice acılar yaşıyor. Yıllardır Ortadoğu’da kanayan bir yara olan Filistin sorunu binlerce insanın ölümü demek oldu. Küçücük masum çocukların bedenleri toprağa karıştı. Ve dünyamızın toprakları mazlum halkların kanlarıyla yıkanmaya devam ediyor!
İşçi sınıfının gençleri olarak bizler de kapitalizmin yarattığı felâketlerden nasibimizi alıyoruz. Dünyanın pek çok yerinde gençler kapitalizmin yarattığı karanlığın içinde boğuluyor, nefes almak istiyor. Hayat pahalılığı, barınma sorunu, işsizlik, güvencesizlik, polis şiddeti gibi pek çok sorunla karşı karşıya kalıyor. Pek çok genç arkadaşımız tüm bu sorunlarla tek başına başa çıkamadığı için umutsuzluğa kapılıyor, depresyona giriyor. Gelecek kaygısı kimi gençleri intihara sürüklüyor. İşte kapitalizmin hayatının baharındaki gençlere reva gördüğü hayat! İşçi sınıfının gençleri olarak bu çürümüş kapitalizmle mücadele etmekten ve bu düzeni değiştirmek için işçi sınıfının saflarına katılmaktan başka çaremiz yok.
Kapitalizmin temsilcileri yıllarca sosyalizmin ütopik olduğunu, bu düzenin değiştirilemeyeceğini propaganda ettiler, ediyorlar. Fakat bu ideolojik saldırılara, yalanlara, karalamalara rağmen gerçekler ortada duruyor. Bizler başka bir dünyanın mümkün olabileceğini bundan 106 yıl önce gerçekleşen 1917 Şanlı Ekim Devrimi ışığında öğrendik. Ekim Devriminden çıkarılan dersler bizlerin yolunu aydınlatan bir meşale gibi yanmaya devam ediyor. Ne mutlu ki dönemin koşulları ne denli kötü olursa olsun aydınlık yarınlar için bizlere kılavuzluk eden bir tarihimiz var.
Bizler haksız savaşların olmadığı, kimselerin yatağına aç girmediği ve çocukların ölmediği, sınıfsız, sınırsız sömürüsüz bir dünyanın hayalini kuruyoruz. Yani bizlerin işçi devrimi hayali var. Bu hayali gerçek kılmak için koşullar ne olursa olsun kavgamıza devam edeceğiz.
link: İstanbul’dan bir grup genç, Ekim’in Fenerinde İşçi Devrimi Hayalimiz, 8 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8111
Yaşasın Eşitlik Mücadelemiz, Yaşasın Sosyalizm!
Sınıflı toplumlarının oluşmasıyla birlikte kadınlar hep insanlığın ezilen cinsi oldu. Kadın aşağılandı, yok sayıldı, “görev ve sorumlulukları” belirlendi ve bir çerçeveye hapsedilmek istendi. Kadına, ne istediği, ne hayalleri, ne de özlemleri soruldu. Hep onun adına karar verildi. Kadınlara, çizilen role biat edilmesi buyruldu. Ama bunun karşısında tarihin her döneminde ezen sınıfa karşı kadınlar eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ön saflarında yerlerini aldılar. Sınıflı toplumların son evresi olan kapitalizmde ise ezen sınıfın kadınları erkekleriyle büyük ölçüde eşitlendi ama işçi sınıfının kadınlarının payına çifte ezilmişlik düştü. Aslında kapitalizm altında kadın sorunu kendinden önceki sınıflı toplumlara kıyasla hiç olmadığı kadar sınıfsal bir boyut kazandı.
Bir illüzyon yaratıp kadın sorununu sınıfsal bağlamından koparmaya çalışanlara inat, işçi sınıfının saflarında dünyayı değiştirme mücadelesine katılan devrimci kadınlar buna karşı amansız mücadeleler yürüttü. Tarihin ilk ve tek muzaffer işçi devrimi Ekim Devriminde Bolşevik kadınlar, emekçi kadınları yalnızca erkek egemen zihniyete karşı değil kapitalist sömürüye karşı da mücadeleye çağırdılar. Kadın sorununu, burjuva ideolojisiyle işçi sınıfının içinde bir kutuplaştırma aracına dönüştürenlerin aksine, erkek ve kadın işçileri sosyalist bir dünya için mücadele saflarında birleştirdiler. İşçi sınıfının devrimci önderi Lenin’in eşi ve yoldaşı olan, emekçi kadın çalışmalarında önemli roller üstlenen Krupskaya, “İşçi kadınları işçi erkeklerle birleştiren şey, onları ayıran şeyden daha güçlüdür. Ortak hak yoksunlukları, ortak ihtiyaçları, ortak koşulları, yani mücadele ve ortak hedefleri ile birleşiyorlar… Erkek ve kadın işçi dayanışması, ortak faaliyet, ortak hedef, bu hedefe giden ortak yol; işçiler arasındaki «kadın» sorununun çözümü işte budur”diyordu. Kapitalizmin derinleştirdiği ve yarattığı tüm sorunlarda sınıfsal bir tutumla mücadeleyi elden bırakmayan Bolşevikler, direngenlikleriyle, azimleriyle ve tutkularıyla devrime giden yolun taşlarını döşemeyi başardılar. Emekçi kadınlar arasında emperyalist savaşa karşı barış, sömürüye ve eşitsizliğe karşı ekmek ve gül talebinin yükseltilmesi için canla başla ter akıttılar.
Emekçi kadınlar olarak bugün bize düşen görev Ekim Devriminin ışığında mücadelemizi büyütmektir. Çünkü milyarlarca insanın açlık, yoksulluk ve yoksunluk çektiği, milyonlarcasının yerinden yurdundan edildiği, emperyalist savaşlarla kentlerin, insanların yok edildiği, nefessiz bırakıldığı, gençlerin umutlarının çalındığı bir dünyadan herkesin eşit, özgür ve sömürülmediği bir dünyaya geçiş işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle mümkündür. Sömürü, kan ve gözyaşıyla beslenen bu kahrolası sistemi yıkalım, dünyamıza gerçek barışı ve eşitliği getirelim! Ekim’in izinde işçi sınıfının devrimci mücadelesini büyütelim!
Yaşasın Ekim Devrimi, Yaşasın Sosyalizm!
link: İstanbul Avrupa yakasından bir grup emekçi kadın, Yaşasın Eşitlik Mücadelemiz, Yaşasın Sosyalizm! , 7 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8109
İşçiler İçin Gerçek Devrim 100 Yıl Önce Değil, 106 yıl Önce Gerçekleşti
İşçi sınıfı ve ezilenler olarak, kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel sistem krizinin neden olduğu büyük yıkımlarla boğuşuyoruz. Bu öyle bir yıkım ki, hayatın her alanında iliklerimize kadar hisseder durumdayız. Ayakta kalabilmek ve yaşayabilmek için insanlık mücadelesi veriyoruz. Bir taraftan faşizm tepemize çökmüş nefesimizi boğuyor. Bir taraftan fabrikaların ölüm çarklarında ömürlerimiz tükeniyor gün be gün. İşçiler hayatta kalabilmek ve geçinebilmek için, tüm zamanlarını ölüm çarklarında “gönüllü mesailerle” geçiriyor. Ormanlarımız, derelerimiz, doğal kaynaklarımız yok ediliyor. Çocuklarımızın gelecekleri, nefesleri yok ediliyor. Doğal afetlerde evlerimiz başımıza yıkılıyor. Sermaye sınıfının hegemonya mücadelesinin sonucu olan savaşlarda, hayatı tanımadan kundakta ölüyor çocuklarımız.
Cumhuriyetin 100. yılı, böylesi bir dönemde, sokaklarda, fabrikalarda, meydanlarda kutlandı. İşçi sınıfının mücadele tarihini bilmenin, örgütlü olmanın ne kadar önemli olduğunu, bugün yaşananlar gözümüzün ta içine içine sokacak nitelikte. Bugün “demokratik” gibi gösterilen Cumhuriyet, Türkiye işçi sınıfının tarihinde, mücadele eden işçilere, devrimcilere, aydınlara ve komünistlere ne acılar yaşattı. Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’in karanlık sularında boğan bu despotik zihniyet değil miydi? Ya Nazım Usta’yı hapseden, sürgün eden, vatan toprağına hasret ölmesine neden olanlar da bu “demokratik” Cumhuriyetin kurucuları değil miydi? İşçi sınıfının sendikalarını, grevlerini yasaklayan, hak arama mücadelelerini darbelerle biçip tırpanlayan, ilerici işçileri, devrimcileri cezaevlerine tıkan, yeri geldiğinde idama mahkûm eden, bu “demokratik” Cumhuriyet değil miydi? Kadınlara toplumda yer açmayan, ikinci sınıf yerine koyan, “evin reisi kocadır” diyen bu asil Cumhuriyet değil midir? Onlarca yıldır Kürt halkına kan kusturan, en temel demokratik haklarına dahi tahammül edemeyen, bir halkı yok sayanlar, “Türkiye Cumhuriyeti’nde ırkçılığa yer yoktur” diyen ikiyüzlü TC’nin egemenleri değil midir? TC’nin kuruluşundan bugüne kadar, ezilen halklara, işçi sınıfına, devrimcilere, komünistlere yaşattığı acılar, baskılar, katliamlar saymakla bitmez.
İşçi sınıfının devrimcileri, öncüleri olarak bizler biliyoruz ki, bugün asıl kutlanması gereken, insanlık tarihinin en demokratik zaferi olan şanlı Ekim Devrimidir. Bu zaferdir ki, emekçileri baskıdan, sömürüden, savaştan kurtarmanın, insanlığı özgürleştirmenin yolunun nereden geçtiğini bizlere gösteren büyük bir tarihsel örnektir. Ekim Devrimi, egemenlerin karalama kampanyalarına rağmen, tüm gerçekliği ile insanlık için güncelliğini koruyor. Bu nedenledir ki, tüm dünyada patlak veren her isyanda, her başkaldırıda, “sosyalizm” talepleri yükseliyor. Biliyoruz ki iyi bir yaşam, ezilen halklar için, işçi sınıfı için asıl demokrasi devrimle olacaktır. Tüm dünyada meydanlara çıkan gençler, işçiler, kadınlar, yaşamlarının değişmesini istiyorlar. Bu değişim ancak, tıpkı Ekim Devrimi gibi bir devrim ile mümkün olabilir. Ekimde yakılan ateş, özgür bir dünyanın nasıl kurulacağını öğretti bizlere. Dil, din, ırk ayrımı gözetmeden, demokrasinin, özgürlüklerin işçi sınıfının iktidarında olabileceğini öğretti. Kadınlar sosyal yaşamda hak ettikleri yeri alması ve cinsiyet ayrımcılığının ortadan kalkması için büyük bir adım atıldı. Ezilen halklar kendi kaderini kendileri belirlediler. Ekim Devriminin daha birçok kazanımından bahsedebiliriz. İşçi sınıfı için, ezilenler için gerçek devrim, görüldüğü gibi 100 yıl önce değil 106 yıl önce oldu. Sınıf devrimcilerinin görevi bu gerçekleri anlatmak, işçi ve emekçileri örgütlü mücadelenin bir parçası haline getirmek için canla başla çalışmaktır. Ekim Devrimini yaratanlara borcumuzu ancak böyle ödeyebiliriz.
1917 Ekim Devriminin yaktığı ateş, tüm harıyla işçi sınıfının mücadelesinin içinde yanmaya devam ediyor. Tüm dünyanın komünistlerine düşen görev, bu ateşi canlı ve diri tutmaktır. Bugün bağımsız bir sınıf tutumuna, sınıf siyasetine çok daha fazla ihtiyacımız var. Bu tutum 1917 Ekim Bolşevik geleneğinin kendisidir. Burjuvazinin sahte, ikiyüzlü sözde demokratik cumhuriyeti değil, işçilerin gerçek demokratik cumhuriyeti! Bu yolda sarılmamız gereken Bolşevik gelenektir. Bu geleneği yaşatmak, genişletmek, gelecek kuşaklara taşımak, tüm sınıf devrimcilerinin boynunun borcudur.
link: Sancaktepe’den bir MT okuru, İşçiler İçin Gerçek Devrim 100 Yıl Önce Değil, 106 yıl Önce Gerçekleşti, 5 Kasım 2023, https://marksist.net/node/8107
Büyük Önder Lenin!
Bolşevik Partinin öncülüğünde tarihte ilk muzaffer işçi iktidarı gerçekleştirilmiştir. Tarihsel ve güncel deneyim döne döne gösteriyor ki sağlam temelleri olan bir devrimci örgütlülüğün varlığı çok önemlidir. Bugün dünya işçi sınıfının önderlerini hatırlamamızın, geçmiş mücadele deneyimlerine dönüp bakmamızın nedeni işte bu örgütlülüğü yaratabilmek içindir. Dünyadaki mücadele nehri, geçmişten bugüne ve geleceğe doğru her şeye rağmen akmaya devam ediyor. Bizler de bu nehrin kollarından biriyiz. Ve tüm zorluklara rağmen geleceğin sınıfsız toplumunu yaratmak için mücadele bayrağını yükseltmeye devam edeceğiz. Yapmamız gereken tarihin derslerini iyi anlamak, gençler olarak kendimizi dönüştürmek ve devrimin neferi olmaktır.
Kapitalizm çürüdükçe insanlığı ve yaşamı da çürütmeye devam ediyor. Tarihsel olarak tıkanan ve artık potansiyellerini büyük ölçüde tüketen, bir anlamda yolun sonuna gelmiş bir sistemdir kapitalizm. İçinde bulunduğumuz dönem isyanların, “artık yeter!” haykırışlarının daha da yükseleceği bir dönemdir. Ve bu çığlıkların kapitalizme karşı devrimci mücadeleye evrilmesi için işçi sınıfının örgütlü olması ve önderliğiyle birlikte hareket etmesi gerekiyor. Lenin’i tekrar tekrar hatırlarken onun öncü partiyi oluşturma çabasını ve azmini de hatırlamış oluruz. Lenin’i hatırlamak, aynı zamanda kendimizi sürekli dönüştürmek ve kapitalizme karşı mücadelede kararlılığımızı pekiştirmek için de gereklidir. Lenin’i hatırlamak, dünya devrim mücadelesini ve enternasyonalizmi hatırlamak, bu doğrultudaki görevlerimizi ve mücadelemizi hatırlamaktır!
link: Bir grup genç işçi, Büyük Önder Lenin!, 21 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7836
Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in Son Mücadelesi
Enternasyonalist komünist mücadelenin iki büyük önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in burjuvazinin cellâtları tarafından katledilmelerinin üzerinden tam 104 yıl geçti. Sermaye sınıfına karşı kavgayla geçen ömürleri, burjuvaziyle kıran kırana sürdürülen bir savaşta devrimci işçi sınıfının saflarında görevlerinin başındalarken sona erdi. Ama bu iki büyük devrimci, komünistlere yakışan bir onurla son nefeslerini verene kadar sergiledikleri boyun eğmez mücadeleyle ve devrimci tutumlarıyla tarihte silinemez izler bıraktılar ve ölümsüzleştiler. İşçi sınıfının dünya devrimine doğru ilerleyen savaşımının tarihteki en önemli basamaklarından birisi olan 1918-19 Alman Devrimine önderlik eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht belki bu savaşta yenildiler ama yenilgiyle sonuçlanan mücadelelerinin öğrettikleriyle işçi sınıfına tarihsel öneme sahip büyük bir devrimci miras bıraktılar.
Kavgada ve ölümde yoldaş olan Luxemburg ve Liebknecht farklı mizaçlara ve yeteneklere sahip iki devrimciydi. Ancak bu durum onların devrimci kişilikleri sayesinde sorunlara değil mücadelede birbirini besleyen ve tamamlayan olumlu özelliklerin ortaya çıkmasına kaynaklık ediyordu. Luxemburg, Marksizmin yöntemine ve bilgisine son derece hâkim çok parlak bir teorisyen, aynı zamanda mücadeleye tutkuyla bağlı bir eylemci, Liebknecht ise hem yüksek düzeyde sınıf bilincine hem de eşsiz bir devrimci girişkenliğe ve cesarete sahip doğrudan bir eylem adamı olarak birbirlerini tamamlıyorlardı. Nitekim Rosa Luxemburg, 1918-19 yıllarındaki devrimci durum sırasında Almanya ve dünyadaki siyasal durumun analizini ve bu çözümlemelerden hareketle işçi sınıfı için yol göstericiliğini, Liebknecht ise işçi ayaklanması başladığında eylemin önderliğini üstlendi.
Luxemburg’un ve Liebknecht’in devrim sırasında ortaya koydukları mücadele ve sınıf perspektifi gerçekten çok değerliydi. Ne var ki, Almanya’daki sosyalist hareket içinde güçlenmiş olan gerici eğilimler işçi sınıfının pek çok iyi unsuru üzerinde bile felçleştirici etkilerde bulunmuştu. Bu yüzden geciken devrimci örgütlenmenin eksiklikleri nedeniyle onlar da çoğu durumda çaresiz kaldılar. Almanya’daki devrimin ilerleyişi içerisinde yaşananların çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, bu devrimin yenilgisine sebep olan başlıca faktör, devrimci örgütün zamanında yaratılamamış olmasıydı. Bu gecikmeden kaynaklı zaaflar en kritik noktalarda ortaya çıktı ve gelişmelere damgasını vurdu.
Elbette, Almanya’da sosyalist hareket içerisinde yıllarca mücadele eden, bu hareketin liderliğinin kokuşmuşluğunu ve sınıfa ihanetini çok erken zamanlarda fark etmiş ve buna karşı ideolojik mücadeleyi parlak biçimde sürdürmüş Rosa Luxemburg’un ve sınıfa ihanetin en somut göstergesi olan emperyalist savaş karşısında bu hareketin gösterdiği tutuma parlamentoda görkemli biçimde bayrak açan Karl Liebknecht’in bu gecikmişlikte önemli payları vardır. Onların daha erken zamanlarda ihanete sürüklenmiş Alman Sosyal Demokrat Partisinden kopmaları ve bağımsız sınıf partisinin örgütlenmesine öncülük etmeleri beklenirdi. Ancak unutmamak gerekir ki, büyük devrimciler de yanlışlardan, zaaflardan, kusurlardan müstesna insanlar değillerdir. Onlar da somut bir hedef için eyleme girişen herkes gibi kaçınılmaz olarak hatalar yaparlar. Ama büyük hedefleri için ortaya koydukları çabalar, yol gösterici, doğruluğu pratikte kanıtlanan fikirleri, liderlik becerileri ile elde edilen tarihi değiştiren kazanımlar bu hatalarla asla gölgelenmez. Bu hatalar ayrıca onlardan feyiz alanların yaşananlardan derinlemesine dersler çıkarmaları için yol gösterici olur. Gerçekliğin derinlemesine kavranması için bu hataları göz ardı etmeden değerlendirmeler yapmak gereklidir.[1]
Aslolan işçi sınıfı iktidarı için örgütlü mücadeledir
Almanya’da devrimin patlak verişinden tam bir yıl önce 7 Kasım 1917’de Rusya’da işçiler iktidarı ellerine almak için ayaklanmışlar ve tarihin ilk muzaffer işçi devrimini gerçekleştirmişlerdi. Sonrasında uzun yıllar boyunca dünyadaki bütün siyasal ve ekonomik gelişmelere yön vermiş olan bu devrim Almanya’daki işçi mücadelelerinin gelişiminde her bakımdan etkiliydi. Almanya’daki işçi devriminin yenilgisi de Rusya’daki işçi iktidarının kaderinin belirlenmesinde en başta gelen etken oldu. Bu nedenle 1918-19 Alman devriminin Ekim Devrimi ile bağları ve etkileşimi derinden kavranmadan bu süreç hiçbir biçimde tam olarak anlaşılamaz.
Ekim Devrimi gerçekleştiğinde hem Rosa Luxemburg hem de Karl Liebknecht burjuvazinin hapishanelerinde tutsaklardı. Emperyalist savaş yılları boyunca Luxemburg toplam üç yıl dört ay hapiste tutulmuştu. 1914’te “halkı itaatsizliğe kışkırtmak”tan hakkında hüküm verilmiş, hapse atılmıştı. 18 Şubat 1916’da hapishanedeki süresi dolunca salıverildi. Kalan süreyi dışarıda denetim altında geçirmesi gerekirken beş ay sonra tekrar gözaltına alındı ve savaş sırasında dava açılmadan hapiste tutuldu.
Karl Liebknecht ise emperyalist savaş başladığında milletvekiliydi ve Mecliste savaş kredilerinin aleyhine sadece o oy vermişti. Emperyalist savaşa karşı tutumunu ısrarla sürdüren Liebknecht’i yıldırmak için devlet onu askere almıştı. Bu dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi içindeki sol muhalefet bir hizip haline gelip, kendisine Spartakist grup adını vererek mücadeleye girişmişti. Spartakistler 1 Mayıs 1916’da Berlin’de büyük bir miting düzenlediler ve Liebknecht asker kıyafeti ile geldiği Potsdam meydanında “Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” sloganlarıyla burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığını haykırdı. Mitingin ardından pek çok devrimciyle birlikte Karl Liebknecht de tutuklandı. Tutsakken hücre hapsi ve çalışma kampıyla yıldırılmaya çalışıldı ama hiçbir baskıya boyun eğmedi. O, gücünü haklılığından ve işçi sınıfının en iyi unsurlarının arkasında olmasından alıyordu. Karl Liebknecht’in davasının görüleceği gün 55 bin işçinin Liebknecht’le dayanışma grevine çıkması bunun açık göstergesiydi. Liebknecht 28 Haziranda iki yıla mahkûm oldu, cezası temyizde iki yıl daha arttırılarak dört yıl bir aya çıkarıldı.
Her ikisi de Rusya’daki devrimci yükselişi hapishanede coşkuyla takip ettiler. Rusya’yı ve oradaki devrimci hareketi çok iyi tanıyan Luxemburg hapishane koşullarında edinebildiği bilgilerle gelişmelerden sonuçlar çıkarmaya çalıştı. Bazı noktalarda eleştirilerde bulundu. Net bir biçimde Rus devriminin ve onun öncülüğünü yapan Bolşeviklerin yanında yer alan Luxemburg eleştirisini en başta Alman Sosyal Demokrat Partisinin hain liderlerine yöneltiyor ve Rusya’daki devrimin Avrupa’ya doğru ilerleyememesinden kaynaklanan sorunların sorumluluğunu açıkça bu çürümüş siyasete yüklüyordu. Luise Kautsky’ye şöyle yazmıştı: “Elbette, bu cadılar bayramı içinde uzun süre ayakta kalamazlar; geri ekonomileri nedeniyle değil, Rusların kanayan yarası ölüme kadar götürürken, seyretmeye devam edecek olan sefil korkaklardan oluşan Batı Sosyal Demokrasisi nedeniyle.”
Luxemburg, Rusya’daki işçi iktidarının hangi nesnel koşulların baskısı altında yol almaya çalıştığını çok açık biçimde idrak ve ifade ediyordu: “Bolşevikler, gerçek bir devrimci partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu... Bolşevikler siyasal iktidarı fethetmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde «Bolşevizme» aittir.”[2]
İşçi demokrasisinin uygulamalarda ifadesini bulan aksaklıklarının nesnel sebeplerini açıklıyor ama aynı zamanda Almanya gibi daha ileri ülkelerin dünya devriminin bir parçası olduğu durumlarda hayata geçecek asli yolun nasıl olması gerektiğini de ortaya koyuyordu. Bu noktada Elif Çağlı’nın değerlendirmelerinde ortaya koyduğu çok önemli bir yaklaşımın altını çizmek gerekiyor. Çağlı’nın “öncü örgüt ve kitle mücadelesi diyalektiği” olarak adlandırdığı yaklaşımı, tarihte hem Stalinistler hem de burjuvazinin çeşitli renklerden sözcüleri tarafından bir karşıtlık olarak anlatılmaya çalışılmış olan Lenin’in ve Rosa’nın siyasi düşüncelerinin, aslında birbirini destekleyen ve ilerleten pozisyonları ifade ettiğini çok güzel ve açık biçimde ortaya koymaktadır:
“Devrim mücadelesinde işçi kitlelerinin yaratıcı gücüne inanan ve işçi iktidarının yaşatılabilmesi için işçi demokrasisinin zorunluluğuna dikkat çeken Rosa Luxemburg bu gibi konularda yerden göğe haklıdır. Sosyalizm, ancak ve ancak komün tipi demokrasi şeklinde örgütlenen bir işçi sınıfıyla inşa edilebilir. Lenin’in örneklediği tipten bir devrimci önder partinin inşasını savunmak ne denli gerekliyse, işçi iktidarının bir parti diktatörlüğü olmadığına yürekten inanmak ve buna uygun bir siyasal çizgi benimsemek de o kadar gereklidir. Rosa’nın dediği gibi, işçi iktidarı sınıfın diktatoryası olmalıdır, sınıf adına yöneten küçük bir azınlığın değil! Kuşkusuz her demokrasi özünde bir sınıf diktatörlüğüdür ve bu bakımdan işçi sınıfının iktidarı da proletarya diktatörlüğü demektir. Ancak bu gerçekliği ifade etmekle iş bitmemektedir. İşin daha önemli olan yönünü, altını kalınca çizerek vurgulamak gerekir. Proletarya diktatörlüğü demokrasinin kaldırılması değil, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi-emekçi kitleler için tarihte ilk kez en geniş demokrasinin tesisi anlamına gelir.”[3]
Çağlı’nın önemle vurguladığı gibi, yalnızca öncü örgütün inşası konusunda doğruları yerine getirmek yeterli değildir. Proletaryanın devrimci tarihsel rolünü, öncü örgüt-kitle mücadelesi diyalektiği bağlamında bir bütün olarak doğru kavramak gereklidir. Bu da Lenin ve Luxemburg’un yaklaşımlarını birbirinin karşısına koyarak değil, birbirini tamamlayan görüşler olarak ele alarak sağlanabilir.
Rosa Luxemburg’un hapishanede yazdığı yazılarda, Lenin’in de belirttiği gibi yanlış yaklaşımlar da vardır. Ama bunlardan belki de en önemlisi olan Kurucu Meclis konusunda kısa süre sonra Luxemburg da, devrimin gerçekleri apaçık ortaya çıkaran ateşi içinde doğru siyasi pozisyona gelmiş ve iktidarın bütünüyle işçi konseylerinin eline geçmesi gerektiğini ifade etmiştir. Luxemburg’un son mücadeleleri içinde bizlere miras kalan çok değerli siyasi yaklaşımlardır bunlar.
Almanya’daki işçi devriminin kaderini de belirleyen en önemli sorunun devrimci partinin inşasındaki gecikme olduğunu söylemiştik. Luxemburg ve Liebknecht’in yaşamlarının son dönemlerinde gelecekteki mücadelelerin sorumluluğunu üstleneceği düşüncesiyle cansiparane bir mücadele ile Alman Komünist Partisini kurmaları da bir başka çok değerli mirastır. 1918 Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Luxemburg ve Liebknecht derhal Berlin’e gelmiş ve işçi sınıfının en mücadeleci, en iyi unsurlarının başına geçerek bir taraftan ayaklanmalara yön vermeye çalışmış, diğer taraftan da Komünist Enternasyonal’in parçası olacak Alman Komünist Partisinin kurulmasını sağlayan çalışmaları yürütmüşlerdir. Süreç içerisinde bir süre merkezci pozisyonda olan Bağımsız Sosyal Demokrat Parti içerisinde yer alsalar da bu yanlıştan dönmüş ve diğer bazı devrimci çevrelerin de katılımıyla 30 Aralık 1918’de Alman Komünist Partisinin (KPD) kurulmasına öncülük etmişlerdir.
Ölümcül gecikme akılda tutulması gereken en önemli unsurdur ancak her şeye rağmen gelecek kuşakların mücadelesine bayrağı en yüksekte tutarak devretmeleri anlamına gelen bu partinin kuruluşuna dönük çabalarının değeri de iyi anlaşılmalıdır. Üstelik buna, Almanya’daki devrimin zayıflıklarını, yenilgiye doğru gittiğini gördükleri bir noktada girişmişlerdir. İki büyük önder, son mücadelelerinin kıymetli bir sonucu olan bu çabalarıyla, işçilerin iktidar mücadelesinde öncü örgütlenmenin öneminin altını kalınca çizmişlerdir. Bu durum Luxemburg’un bu konuda Lenin’in ne kadar haklı olduğunu anladığının da somut bir ifadesi sayılabilir.
Luxemburg’un ve Liebknecht’in katli
Luxemburg’un ve Liebknecht’in son mücadeleleri sırasında ortaya koydukları gözüpeklik ve kararlılık da mutlaka hatırlanması gereken feyiz verici değerlerdir. Bunun karşısında burjuvazinin sosyalist hareket içerisindeki ajanlarının gösterdiği ihanet ve alçaklık da asla unutulmamalıdır. Çünkü her devrimci mücadelede bunların her ikisi de mutlaka ortaya çıkar. 1918 Kasımının başlarından Luxemburg ve Liebknecht’in katledilmelerine kadar geçen yaklaşık iki buçuk aylık süreçte yaşananlar bunun somut örnekleridir.
Devrim Almanya’da 29 Ekim 1918’de, donanma askerlerinin isyanıyla başlamıştı. 4 Kasımda isyana katılan altı yüz denizcinin tutuklanmasından sonra, Kiel’de denizcilerin ayaklanması isyanı büyütmüş, devrimci hareketin tüm ülkeye yayılmasına neden olmuştu. 6 Kasımda Hamburg’da ve Bremen’de kızıl bayraklar dalgalanıyor ve ertesi gün Münih’te Bavyera Cumhuriyeti ilan edilerek işçi, köylü ve asker konseyleri kuruluyordu. Monarşiyi kurtarmak için son bir çabayla bir Sosyal Demokrat, Friedrich Ebert şansölye olarak atandı. Ne var ki, Karl Liebknecht’in bir Alman Sovyet Cumhuriyeti ilan etmek üzere olduğunu öğrenen Sosyal Demokrat Philipp Scheidemann öğlen saat 2’de parlamento binasının balkonundan alelacele Alman Cumhuriyetini ilan etti. Bundan iki saat sonra Liebknecht de Sosyalist Alman Cumhuriyetinin kuruluşunu meydanda işçilere onaylattı.
İşçilerin ayağa kalkması sırasında bocalayan Alman egemen sınıfı yardıma hain Sosyal Demokrat Parti liderlerini çağırıyor ve Ebert, Scheidemann ve Noske öncülüğündeki bu alçaklar sürüsü burjuvaziye hayat öpücüğü veren işbirliğini tereddütsüzce hayata geçiriyordu. O sırada Alman ordusunda tümgeneral olan Groener 1925 yılında bu işbirliğini resmi belgelere şöyle geçiriyordu: “Genel Karargâh ile Reich şansölyesi arasında bir iletişim hattı kurduk. Her gece on birden bire kadar gizli bir telefon hattından birbirimize danışacaktık… Sonra... Berlin’e on tümen getirilmesiyle ilgili bir plan yapıldı. Ebert buna onay verdiğini bildirdi.”
Olaylar hızla akarken Berlin’e gelen Rosa Luxemburg Spartakistlerin ayaklanan işçileri yönlendirebilmesi için hemen “Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinin yayınlanması işine girişti ve gazeteyi günlük olarak çıkarmaya başladı. İki ay içerisinde her biri birbirinden etkili yirmiden fazla makale yazdı. Liebknecht ise toplantıdan toplantıya koşuyor ayaktaki kitlelere yön vermeye çalışıyordu. 6 Aralık 1918’te, Sosyal Demokratların yönettiği hükümetin emir verdiği askerler bir yandan Rote Fahne bürolarını basarken diğer yandan da bir Spartakist gösteriye makineli tüfekle ateş açtılar. Bu saldırıda 18 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Artık silahların devreye girdiği bir aşamaya gelinmişti. İşçiler ve askerler arasındaki çatışmalar tüm ülkeye yayıldı ve bununla birleşen bir grev dalgası da ülkeyi felç etti.
Bunlar yaşanırken İşçi ve Asker Konseylerinin ilk kongresi de 16 Aralıkta Berlin’de yapıldı. Bu kongre Spartakistler açısından büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. Çünkü delegelerin çoğunluğu hâlâ işçilerin geleneksel örgütü Sosyal Demokrat Partiden kopamamışlardı. Spartakistlerin siyasi çizgisinin farklılıkları aradaki unsurların gözünde hâlâ netleşmemişti. Bu yüzden Spartakistler bir an önce kendi örgütlerini yaratmaya giriştiler ve 30 Aralıkta Almanya Komünist Partisini kurdular. Ancak Noele de denk gelen bu dönem, bir rehavet ortamına neden olmuştu ve burjuvazi bu zamanı etkili biçimde kullanıyordu. Tümgeneral Groener bu kritik zaman dilimini sonrasında şu cümlelerle anlatmıştı: “Berlin’e sevk emri verdiğim on tümen «hazır değildi» ve eğer Spartakistler bu fırsatı hükümeti devirmek için kullanmayı seçseydi, onları kimse durduramazdı... Ama mucizevi bir biçimde Spartakistler bunu yapmadı. Bay Liebknecht ve yoldaşları Noel kutluyorlardı ve Berlin’de hiç askeri birlik yokken tamamen sessiz kalmışlardı. Kendi lehlerine mi, aleyhlerine mi, bilinemez; Spartakistler silahlı değil ideolojik bir çatışmaya dalmışlardı. SPD’den kopup ayrı bir parti kurmalı mıydılar ve eğer parti kursaydılar adı «sosyalist» mi yoksa «komünist» mi olmalıydı? bunları tartışıyorlardı.”[4] 29 Aralık Pazar günü, Şansölye Ebert Gönüllü Birliklere Berlin’e girme emri verdi ve bu gelişmenin ardından bütün dengeler burjuvazinin lehine bozulmuş oldu.
Devrimci işçi hareketi inisiyatifi ele almak için girişimlerde bulunuyordu. Ancak hükümetin buna karşılık vermesini sağlayacak bir gücü artık Berlin’de hazır bekliyordu. Bağımsız Sosyalist Berlin Emniyet Müdürü Emil Eichhom’un 4 Ocak 1919’da İçişleri Bakanı tarafından görevinden alındığı halde ayrılmayı reddedip, işçilere silah dağıtmaya başlamasıyla mücadelenin harareti yine yükseldi. 5 Ocak gecesi Almanya Komünist Partisi ve Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi bir Devrim Komitesi kurdular ve 6 Ocakta hükümete geçici olarak el koyduklarını ilan ettiler. 8 Ocakta burjuvazinin hükümet güçleri saldırıya geçti. Noske’nin komuta ettiği Gönüllü Birlikler devrimci işçilere acımasızca saldırıyor, beyaz bayrakla teslim olanları bile kurşuna diziyorlardı. 12 Ocakta, devrimcilerin ellerinde kalan son mevzi olan Emniyet Müdürlüğü düştükten sonra isyanın kesin olarak yenildiği netleşti. Askeri birlikler bütün Berlin’i işgal etti.
Bütün bunlar yaşanırken Liebknecht ve Luxemburg Berlin dışına çıkma önerilerini kesinlikle reddettiler ve isyanın başında kaldılar. İkisini de Marcussohn ailesi dairelerinde saklıyordu. Ancak burjuvazinin amansız takibi ne yazık ki 15 Ocakta yakalanmalarıyla sonuçlandı. Askeri birliklerin sorgulama ve işkence merkezine dönüştürülmüş olan Eden Otele götürüldüler ve oradan Moabit Cezaevine nakledilirken alçakça katledildiler. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in ölümlerine dair resmi açıklama 16 Ocakta yapıldı. Bu açıklamaya göre, Liebknecht askeri muhafızlar eşliğinde Eden Otelinden Moabit Cezaevine götürülürken, yolda meçhul bir suikastçı tarafından kafasına vurulmuştu. Otomobilin motoru bozulmuş ve Liebknecht’e yürümesi emredilmiş, sendeleyen ve başındaki yara nedeniyle çok kan kaybeden Liebknecht kaçmaya kalkışmış ve vurulmuştu! Luxemburg’a ise Eden Otelinden ayrılırken bir serseri saldırmış, ama başındaki asker onu kurtarmaya çalışmış ve baygın Rosa’yı otomobile sokmuş, meçhul bir şahıs da o sırada Rosa’ya tabancayla ateş etmişti. Otomobil hareket etmiş ama kanal çevresindeki bir kalabalık onu arabadan indirmiş, sürüklemiş ve karanlıkta kaybolmuştu. Cesetse bulunamamıştı. Bunlar elbette burjuvazinin uydurduğu yalanlardı.
Gerçeği ortaya çıkaran ise Liebknecht ve Luxemburg’un yoldaşları Leo Jogiches oldu. Yaptığı detaylı soruşturmaların ardından Rote Fahne gazetesinde gerçekleri belgelerle ortaya koydu. Onun ortaya çıkardıklarına göre, her ikisi gözaltına alındıktan sonra özel kuvvetler komutanı Binbaşı Waldemar Pabst, Sosyal Demokrat Parti yöneticisi Gustav Noske ile telefon görüşmesi yapar ve katledilmeleri için gerekli izni ondan alır. Önce Karl Liebknecht öldürülür. Cansız bedeni isimsiz olarak morga teslim edilir. Ardından Rosa katledilir, Landwehr Kanalına araç ile götürülüp cesedi suya atılır. Bu gerçekleri ortaya çıkaran ve onlar öldükten sonra Alman Komünist Partisinin başına geçen Leo Jogiches de onların ölümünden iki ay sonra Mart başında tutuklanır ve Emniyette başına kurşun sıkılarak öldürülür. Resmi açıklama yine aynıdır: “Kaçmaya çalışırken vuruldu!”
25 Ocak 1919’da iki devrimci lider için çok büyük ve görkemli bir cenaze töreni yapılır. Karl Liebknecht’in mezarının hemen yanında Rosa Luxemburg için de bir mezar yeri boş bırakılır. Rosa’nın naaşı 31 Mayıs 1919’da bulunur ve 13 Haziranda kendisi için ayrılan Friedrichsfeld mezarlığındaki yere kitlesel bir uğurlama töreniyle gömülür.
[1] Nitekim bu değerlendirmeleri “Kızıl Kanatlı Rosa” broşüründe Elif Çağlı layıkıyla, en kapsamlı ve yol gösterici biçimde yapmıştır. Bu nedenle yer yer kimi noktalara değinecek olsak da, Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknect’in büyük mücadelesini 104. yılında anmak için kaleme aldığımız bu yazıda bu değerlendirmelerin bütününü tekrarlamıyoruz. Esas olarak Alman devrimi sürecinde bu iki önderin ortaya koydukları bazı yaklaşımların ve mücadelelerin önemini ve değerini vurgulamaya çalışıyoruz.
[2] Rosa Luxemburg, “Rus Devrimi”, Siyasi Yazılar, V Yay., s.95-96
[3] Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.com
[4] Elzbieta Ettinger, Rosa Luxemburg Bir Yaşam, Belge Yay., s.341-342
link: Selim Fuat, Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in Son Mücadelesi, 15 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7830
Vardım, Varım, Var Olacağım!
“O bir kartaldı ve kartal olarak kalacak...” Bu sözleri Bolşevik lider Lenin Rosa Luxemburg için dile getirmiştir. Evet, Rosa bugünden bakıldığında hâlâ bir kartal! Sınıf mücadelesinde bütün devrimcilere örnek teşkil edebilecek bir devrimci lider ve enternasyonalizm bayrağının altındaki en cesur savaşçılardandır.
Ocak ayı birçok devrimci önderin yaşamdan koptuğu ya da koparıldığı bir aydır. Bu vesileyle tarihte rolü büyük olan insanları anmak biz mücadeleye adım atan, gönül veren gençler için değerlidir. Yas tutmuyoruz çünkü dövüşüyoruz ve dövüşürken böylesi önemli tarihsel süreçlerde önemli rol oynayan insanları hatırlıyoruz. Mücadele deneyimlerini yolumuza ışık olarak görüp mücadeleye devam ediyoruz.
Rosa Luxemburg da yolumuza ışık tutan devrimci önderlerden biridir. Rosa, 1870’de, o dönemde Çarlık Rusya’sının bir parçası olan Polonya’da dünyaya gelmiştir. Yahudi bir ailenin kızıdır. Küçük yaşlarda başlayan ve bacağında oluşan rahatsızlık hiçbir zaman onun mücadelesi için bir engel teşkil etmemiştir, hatta tam tersi bu rahatsızlığı başarısını kamçılamıştır. Ve onu çetin bir mücadele vermesi için hazırlamıştır.
Rosa 1880’de on yaşında ortaokula başlamıştır. Yahudi kökenli diğer adaylar gibi, giriş sınavında Yahudi olmayanlardan daha iyi puan almak zorundadır. Yahudiler için kota konmuştur. Okula girmeye hak kazanır ama istediği bu şekilde kabul edilmek değildir. Okula kota sistemi ile kaydolmakla, ilk kez etnik ayrımcılıkla karşılaşmıştır. Duyarlı bir çocuk olan Rosa kendini aşağılanmış hisseder ve buna karşı içinde büyük bir öfke büyür. Rosa daha küçük yaşlardayken Yahudilere yapılan bir pogroma da tanıklık etmiştir. Okul yıllarında “güçlü” biri olarak tanınmaya başlamıştır. Resmi dilin Rusça olduğu bu okulda öğrencilerin kendi aralarında Lehçe konuşmaları yasaktır. Daha o dönemlerde cesaretiyle ön plana çıkan Rosa Lehçe bir şiir yazar ve bu şiir okulda elden ele dolanırken tartışmalara sebep olur:
“…zira yoksulluğa ve bilgisizliğe mahkûm olanlar Gülmeyi ve neşeyi bilmezler. Bütün dertleri, bütün acı ve gözyaşlarını tokların vicdanına yüklemek istiyorum, Ve yaptıkları her şeyin intikamını almak.”
1887 yılında liseyi başarıyla bitirdiğinde “politik güvenilirliği olmadığı” gerekçesiyle hak ettiği altın madalya verilmez. O yaşlarda yasaklı yayınlar okumaya başlar, yaşadığı ülkedeki dayanılmaz şartlara karşı eleştirel düşüncelere yönelir. Ülkesindeki üniversitelere kadınlar alınmadığından eğitim için Zürih’e gider. Rosa, çocukluğundan itibaren bitkilere ve hayvanlara karşı büyük bir ilgi duyduğu için fen bilimlerine kayıt yaptırır, zooloji dersleri almaya başlar. Ama kısa süre sonra bundan vazgeçip felsefe, hukuk ve iktisat alanında eğitim görmeye karar vererek bu alana yönelir.
Zürih’te tanıştığı ve hem yoldaşı hem hayat arkadaşı olacak olan Leo Jogiches ile birlikte Polonya Krallığı Sosyal Demokrasi Partisini kuran Rosa, bu partinin yayın organı olan İşçi Davası gazetesinde takma isimle yazmaya başlar ve yaşamında ilk kez bir yayın organının sorumluluğunu üstlenir. İçinde bulunduğu koşullar onu işçi sınıfının enternasyonal mücadelesine daha da yaklaştırmıştır. Ve o dönemki Yahudi düşmanlığına, kadınların geri plana atılması durumuna kapılıp ulusal mücadele ya da kadın mücadelesi değil sınıf temelinde bir mücadeleyi seçmiştir. Dönemin siyasal coğrafyası nedeniyle hem Polonya, hem Almanya hem de Rusya işçi sınıfı hareketi içinde yer almıştır. Çünkü yalnızca enternasyonal bir mücadeleyle bu sorunlar çözüme kavuşabilirdi.
Üniversite eğitimini doktor unvanıyla tamamladıktan sonra Berlin’e yerleşir ve orada Alman Sosyal Demokrat Parti yönetimiyle bağlantı kurar. Silezya’da Polonyalı işçiler arasında çalışmalarına başlar. O dönemde illegal Sosyal Demokrat Partiye üye olmak, köylü ayaklanmalarını kışkırtmak, partinin gizli matbaasını yönetmek suçundan tutuklanır.
Rosa hiçbir zaman alışıldık, sessiz ve itaatkâr olmamıştır. Asidir, yeteneklidir, kime meydan okuduğunun farkındadır. Tek başına kalsa da hapisle cezalandırılsa da yılmamıştır. O, gücünü işçi sınıfının sömürülmesine duyduğu öfkeden almıştır.
Rosa’nın emperyalist savaşa karşı tutumu da onun gerçek ve kararlı bir enternasyonalist komünist olduğunu göstermiştir. 1918 Kasımında patlak veren Alman devrimine yönelik devrimci programları da hem onu hem de yoldaşı Karl Liebknecht’i burjuvazinin hedefi haline getirmiştir.[*] Süreç ve koşullar Alman devrimini yenilgiye uğratırken, Rosa ve Karl alçakça öldürülmüştür. Onlar tarihin çalışkan evlatlarıydılar, yükselttikleri mücadele bayrağı hâlâ gelecek kuşaklara taşınmaktadır. Onlar sınıf mücadelesi tarihinde bizlere çok önemli mücadele deneyimleri bırakarak gittiler. Haksız savaşlara, emeğin ve alın terinin sömürülmesine karşı yaşamlarının sonuna kadar mücadele ettiler. Bugün içinde bulunduğumuz düzen savaş tamtamlarıyla, sömürünün artmasıyla bize şu mesajı açık ve net gösteriyor. Rosa’nın da dediği gibi “Ya sosyalizm, ya barbarlık!” Düzenin yarattığı sorunlar ancak işçi sınıfının mücadelesiyle sosyalist bir dünya kurulduğunda çözüme kavuşabilir. Bunun için bizlere düşen, tecrübelerini miras bırakan devrimci önderleri örnek alıp yolumuzu aydınlatarak ilerlemektir!
Yaşasın İşçi Sınıfının Enternasyonal Mücadele Birliği!
[*] Bkz. Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.com
link: Mersin’den bir kadın işçi, Vardım, Varım, Var Olacağım!, 14 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7829
Asıl Düşman İçerde!
Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve Lenin… Ocak ayı bize yaşamlarını örnek alacağımız bu dört devrimci önderimizi hatırlatır. Artlarında bıraktıkları deneyimleri iyi kavrayarak ve mücadeleye nasıl yüreklice sarıldıklarını hissederek onların şanlı miraslarına sahip çıkarız.
Bu büyük önderlerden Karl Liebknecht’in yaşamı da diğerleri gibi mücadele ile yoğrulmuş bir yaşamdır. Karl Liebknecht, Alman Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) kurucularından, Marx ve Engels’le her zaman iletişim içinde olan Wilhelm Liebknecht’in oğluydu. Hukuk ve politik ekonomi alanında eğitim alırken babasının da içinde olduğu SPD’de çalışmaya başlayan Karl Liebknecht özellikle militarizme karşı gençlik içerisinde yürüttüğü mücadeleyle tanınmaya başlamıştı. 1904’te SPD kongresinde, gençlik içinde anti-militarist propaganda yapılması konusunda bir karar çıkması için mücadele etmiş, partinin bu konuda tavır alması gerektiğini anlatmaya ömrü boyunca da devam etmiştir.
Karl Liebknecht, 1907 ile 1910 arasında Sosyalist Gençlik Enternasyonalinin yönetiminde bulundu. O dönemde Almanya’da devrimci hareketin gençlik içindeki siyasal örgütlenmesinin eksikleri olduğunu düşündüğü yazılar kaleme aldı. Gençlerin devrimci mücadelenin en önemli ayağı olduğunu düşünüp bu alandaki örgütlenmeyi güçlendirmeye çalıştı. Sosyalist Gençlik Enternasyonalinde çeşitli çalışmalar yürüttü ve gençler için kendilerini ifade edecek alanlar yaratmak istedi. Özgürlük ve bağımsızlık düşüncelerinin önemi ve bu düşüncelerin örgütlenme içinde pratiğe yansıması üzerine çalışmalar yaptı. Bu çalışmaların önemini her an ve her yerde vurguladı.
Dönemin devrimci mücadele yürüten önderleri, savaşın toplumun üzerinde bıraktığı etkiyi ve emperyalistlerin bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarını çok kereler vurgulamışlardır. Karl Liebknecht Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşından önce, Militarizm ve Anti-militarizm adlı çalışmasını kaleme aldı. 1907’de bu çalışmasından dolayı tutuklandı. Militarizmin ne illet bir şey olduğunu dile getirip anti-militarist çerçevede örgütlenmenin sağlanması gerektiğini sıklıkla vurguladı. Savaşın yoksul, emekçi halkın yararına olmayacağını, aslında sadece burjuvaların çıkarları için yapıldığını etkili biçimde anlattı. Militarizm karşıtı mücadelenin ön saflarında yer aldı. Bir sene sonra hapisteyken Prusya meclisine, 1912’de ise Alman meclisi Reichstag’a seçildi. Mücadelesini burada sürdürdü.
Karl Liebknecht Sosyal Demokrat Partinin içinde zamanla Rosa Luksemburg ile beraber sol kanadın önderlerinden biri haline geldi. Tıpkı Rosa Luksemburg gibi Liebknecht de Alman burjuvazisinin savaş çığırtkanlığına karşı ve İkinci Enternasyonal’in de bu yöndeki kararlarına karşı enternasyonalizm bayrağını yükseltmek için çaba gösterdi. Emperyalist savaşlara ve militarizme karşı emekçi gençliği örgütlemek için mücadele etti.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının başladığı dönemlerde büyük emperyalist ülkelerin burjuvaları halkı seferber etmiş ve savaşa sürmüştü. Bu dönemde çeşitli işçi örgütlerinde savaş konusunda gösterilmesi gereken tutum tartışılıyor ve bu tartışmalar bir turnusol kâğıdı gibi gerçek ayrımları net biçimde ortaya çıkarıyordu. Karl Liebknecht 2 Aralık 1914’teki oylamada savaşa karşı oy kullanan tek parlamenter oldu. Daha sonra Liebknecht, Rosa Luxemburg, Leo Jogiches, Paul Levi, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi isimlerle birlikte Spartaküs Birliğini (Spartakusbund) kurdu.
Karl Liebknecht, Alman Devrimi sırasında, 15 Ocak 1919’da, yoldaşı Rosa Luxemburg’la birlikte Berlin’de, alçak SPD hükümetinin cellatları tarafından öldürüldü. Liebknecht, bütün bir yaşamı boyunca Almanya’da sosyalist devrim için verilen mücadelede aktif olarak yer almıştı. Emperyalist savaşların temel nedeninin kapitalist sistem ve burjuvazinin kâr hırsı olduğunu biliyordu. İşçi sınıfının militarizme karşı mücadele etmesi gerektiğini ve işçi sınıfının gerçek ihtiyaçlarının kapitalistlerin kârlarından önce geldiğini dile getirerek sosyalist bir toplum için mücadele etmenin görev olduğunu bıkmadan, usanmadan anlatıyordu. Liebknecht, işçi sınıfının gençlerini militarizme karşı ve toplumsal değişim için harekete geçirmek üzere olağanüstü bir çabayla çalıştı. Gençleri barış ve sosyalizm mücadelesine katılmaya çağıran konuşmalar yaptı ve yazılar yazdı. Ayrıca savaşa ve hükümetin politikalarına karşı protestolar ve gösteriler düzenledi.
Karl Liebknecht’in ve Rosa Luksemburg’un “Asıl düşman içerde, silahları burjuvaziye yönelt!” yaklaşımı bugün de bizler için çok değerli bir mirastır. Rosa Luxemburg gibi Karl Liebknecht de SPD’nin çürümüşlüğünü gözler önüne serdi ve işçi sınıfının devrimci mücadelesi için canını feda etmekten çekinmedi.
Onların bizlere bıraktığı en değerli miras enternasyonalizm anlayışı ve kararlı mücadelesidir. Bizler bilmeliyiz ki işçi sınıfının kurtuluşu ulusal olamaz! Kapitalizm ancak dünya ölçeğinde verilecek bir mücadeleyle yıkılabilir. Bunun için de devrimci önderlerimizin canları pahasına bize öğrettiği şeyi, asıl düşmanın içerde olduğunu ve silahlarımızı ona doğrultmamız gerektiğini hiç ama hiç unutmamalıyız.
link: Mersin’den genç işçiler, Asıl Düşman İçerde!, 14 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7828