Sayfalar
İstanbul’da Coşkulu ve Kitlesel 1 Mayıs!
Dünyanın dört bir yanında işçi sınıfı “birlik, mücadele ve dayanışma günü” olan 1 Mayıs’ta alanlara çıktı. Ülkeleri, dilleri ve renkleri birbirlerinden farklı olsa da, işçi sınıfı omuz omuza, kol kola, coşkuyla ortak taleplerini haykırdı, sloganlarla meydanları inletti. Kadını ve erkeğiyle, genci ve yaşlısıyla sokaklara akan işçiler, kapitalist sisteme olan öfkelerini dile getirdiler. Asya’dan Afrika’ya, Amerika’dan Ortadoğu’ya her yerde, “varım, vardım, var olacağım” dediler.
İşçi sınıfı yürüdü, mücadele türküleri söyleyerek. Milyonlarca insanın ölmesine neden olan emperyalist savaşlara dur demek için yürüdü. Kapitalist krizin faturasını ödememek için yürüdü. İşten atmaların, hak gasplarının önüne geçmek için yürüdü. Düşük ücretlere, uzayan çalışma saatlerine karşı koyabilmek için yürüdü. Doğayı ve insanlığı katleden nükleer santrallerin kapatılması için yürüdü. İşsizliğe, açlığa yoksulluğa, adaletsizliğe “artık yeter” demek için yürüdü. Bütün kıtalarda işçi sınıfı, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıp, eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarını haykırarak yürüdü. Yürüdü işçi sınıfı sınıfsız, sömürüsüz, barış ve özgürlük dolu bir dünya kurmak için.
Türkiye’de düzenlenen 1 Mayıs gösterilerine damgasını basan alan ise Taksim oldu. Ülke genelinde en kitlesel 1 Mayıs kutlaması Taksim’de yapıldı. Yüz binlerce insan sabahın erken saatlerinden itibaren kortejlerini oluşturmaya ve alanda yerlerini almaya başladı. Ülkenin birçok yerinden işçiler Taksim’e akın akın geliyor ve alan işçilerin ayak sesleriyle yankılanıyordu. Böylece yıllardır üzerinde durduğumuz ve dile getirdiğimiz “birleşik ve kitlesel 1 Mayıs” çağrısının anlamı ve önemi bir kez daha görülmüş oldu.
1 Mayıs kürsüsü işçilere bırakıldı. Sendika bürokratı konuşma yapmadı. Bunun yerine hazırlanan ortak metni iki direnişçi işçi okundu. Ayrıca bu metin daha sonra Kürtçe olarak da okundu. Kürsüden şiirler ve marşlar söylenerek alan canlandı. Program, 1977’de Taksim 1 Mayıs’ında düzen güçleri tarafından katledilen 38 sınıf kardeşimiz için saygı duruşuyla açıldı. Burada katledilenlerin adları tek tek okundu, alanı hınca hınç dolduran kitleler “aramızda” diyerek karşılık verdiler.
Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm!
Kapitalist Sömürüye ve Emperyalist Savaşlara Karşı Mücadele Bayrağını Yükselt!
İstanbul’dan bir grup Marksist Tutum okuru işçi
link: İstanbul’dan bir grup MT okuru işçi , İstanbul’da Coşkulu ve Kitlesel 1 Mayıs!, 2 Mayıs 2011, https://marksist.net/node/2639
Kötümserliği, Karamsarlığı Aşmanın Tek Yolu: Örgütlü Hareket Etmek!
Merhaba Marksist Tutum. Ben 4 yıldır sizi takip etmeye çalışan bir okurunuzum. Zaman içinde mücadeleci işçilerin örgütü olan Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği (UİD-DER) ile tanıştım ve onlarla dayanışma içindeyim. UİD-DER’le tanışıp onlarla beraber hareket edince ve Marksist Tutum’daki yazıları okuyunca şunu anladım ki, daha önce kafamın içi yapılmamış bir pazılmış. Her şey o kadar dağınık ve karmaşık ki, bazen parçaları yerlerine koyduğumu sansam da sonradan anlıyorum ki aslında yanlış parçayı yanlış yuvaya koyuyormuşum. Daha önceleri tek başıma 1 Mayıslara, çeşitli mitinglere, yürüyüşlere katılırdım. Ama örgütlü bir katılım değildi. Bir şeyler arıyordum, bu iğrenç sistemin değişmesi, yıkılması gerektiğini biliyordum. Ama bunu tek başıma tabii ki yapamazdım. Ayrıca izlenecek yolu da tam olarak bilemiyordum. Marksizmi kabaca okudum ama hayata nasıl geçirebileceğimi bilmiyordum. Bir yerde maaşla çalışan bir işçi değilim, kendi işimi yapıyorum. Kimle, nasıl örgütleneceğimi çözemiyordum. O nedenle işçi sınıfı ile izlenilen yol olarak pek de alâkası olmayan yerleri bile ziyaret ediyordum. Bir yolu olmalıydı, Marksist Tutum’u okuduğumda pazılın parçaları yerlerine oturuyordu, ama aslolan dünyayı değiştirmek değil miydi?
Neyse, zamanla UİD-DER’le tanıştım, kısa bir zaman oldu ama pazılın parçaları yerlerine oturmaya başladı. Üstelik sağlam bir şekilde. Bu bozuk yozlaşmış düzenin işçi sınıfı sayesinde değişeceğini, örgütlü işçi sınıfı sayesinde yıkılacağını teorik olarak biliyordum ama şimdi bu sürece az çok elimden gelen katkıyı yapmaktan dolayı çok mutluyum. Bildiklerimi eyleme geçirdikçe yaşamaktan daha fazla zevk alıyorum. Bunalımlarım azalıyor. Hayata bakışım değişiyor. Ama şunu söyleyeyim, belki benim gibi düşünüp de pratiğe dökemeyen arkadaşlara ulaşırım. İnanın teorik bilgilerinizin küçücük bir bölümünü bile pratiğe dönüştürdüğünüz anda, paylaşmanın, beraber hareket etmenin, yardımlaşmanın değerini anlıyorsunuz. Kapitalizmin içimize ektiği küçük-burjuva zihniyetten kurtulmanı, kötümserliği, karamsarlığı aşmanın en iyi ve tek yolu bu: Örgütlü hareket etmek.
Küçük-burjuva zihniyetin işçi arkadaşlarımızı ve geniş bir emekçi kitleyi pençesine aldığını biliyoruz. Kapitalizm insanı maddi açıdan hırslı, kıskanç, sadece kendini düşünen, gerekirse başkasının kuyusunu kazacak biri yapıyor. İnsani duyguları, güzel olan ne varsa her şeyi öldürüyor. Çocuklarımıza böyle yozlaşmış bir sistemi mi layık görüyoruz ya da onların çocuklarına? Eğer bu sistemin değişmesinin tek yolu varsa, ki bu da işçi sınıfı iktidarıdır, bunun için elimizden geleni yapmalıyız, hatta torunlarımız ya da onların çocukları görecek olsa dahi bu sürece katılmalıyız. Yazıma çok sevdiğim bir sloganla son veriyorum: KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ!
link: Maltepe’den bir MT okuru, Kötümserliği, Karamsarlığı Aşmanın Tek Yolu: Örgütlü Hareket Etmek!, 5 Kasım 2010, https://marksist.net/node/2517
Avusturya’dan Merhaba
Değerli devrimci dostlar,
Sitedeki yazıları okumaya devam ettikçe tüylerim coşkuyla ürperiyor. Herhalde hayatımda hiç bu kadar devrimci ruhlu olmamış, kapitalizmden ve bu lanet düzenin sahibi burjuvaziden bu kadar nefret etmemiş, etrafımda olup bitenleri ve kapitalizmin bize empoze ettiği mekanikleşmiş ve metaya endekslenmiş yaşam tarzını bu denli bilinçli bir şekilde kavrayamamıştım. Demek ki daha 27 sene öncesinde sakalı çıkmamış bir delikanlıyken sempati duyduğum devrimci fikirleri, hayatımın en verimli ve enerjik yıllarında derin bir uykuya göndermiş, onları adeta bilinçaltımın zindanlarına tıkmışım. Geleceğimi kurma ve “paçayı kurtarma” kaygılarıyla giriştiğim hayat mücadelesi ve 20 yıldır süren yurtdışı yaşamım, beni sadece pratik anlamda pasifize etmekle kalmamış, teorik olarak da neredeyse taş devrine fırlatmış.
Fakat bu konuda kendimi tek başına günah keçisi de yapmak istemiyorum. Önce 1978-80 yılları arasında içinde sempatizan olarak bulunduğum İGD hareketinde sorumluluk almış militan pozisyonundaki bazı “ağabeylerimizin” küçük-burjuva kariyerist ve burnu yukarda tutumları, sonra bir gece ansızın çıkagelen 12 Eylül faşizmi, ve nihayet TKP-İGD hareketinin gözümüzde adeta putlaştırdığı SSCB ve “Doğu Bloku”nun parçalanıp tarihe karışması, beni devrimci fikir ve hareketten soğuttu. Marksist öğretiye ve diyalektik materyalizme yürekten inanmama rağmen, kapitalizmin yıkılmasının, çok uzak bir gelecekte gerçekleşmesi mümkün olabilecek bir “bilim-kurgu” senaryosu olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu yanılsamalarda tabii ki kapitalist düzenin medya ve iletişim vasıtalarıyla giriştiği demagoji ve yalana dayalı propaganda bombardımanının büyük payı var. Ayrıca, kapitalizmin bir gün zaten kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak kendi iç çelişkileri sonucu ister istemez yıkılacağı düşüncesi temelinde pasifist ve kolaycı bir felsefeyi de bayıla bayıla benimseyip, küçük-burjuva konumumun da hakkını fazlasıyla verdiğimi görüyorum. Helal olsun bana! Burada özeleştiride bulunup günah çıkararak baş ağrıtma ve zaten yeterince meşgul olan insanların boş yere zaman ve enerjisini sömürme niyeti içinde olmadığımın bilinmesini isterim. Devrimci mücadelenin ne kadar büyük özveri ve risk almayı gerektiren bir faaliyet olduğunun bilincindeyim. Hele Türkiye gibi faşizmin ayak seslerinin her an duyulduğu, faşist baskı ve saldırıların günlük hayatın parçası haline geldiği bir ülkede böyle bir mücadeleyi yürekli ve kararlı bir biçimde götürmek, canı tatlı hanım evlatlarının işi değil. Ama elbet benim de yapabileceğim bir şeyler olacak diye düşünüyorum. Devrimci virüs karışmışsa kana bir kez, bundan kurtuluş yoktur. Çünkü bu virüsün aşısını burjuvazi henüz icat edemedi.
link: Avusturya’dan bir MT okuru, Avusturya’dan Merhaba, 17 Mart 2009, https://marksist.net/node/2061
Kızıl Kanatlı Rosa
Ek | Boyut |
---|---|
kizil_kanatli_rosa_-_web.pdf | 702.44 KB |
Ocak ayı, adları mücadeleleriyle ölümsüzleşen pek çok devrimci önderin ölüm tarihlerini içeren bir ay olarak hafızalarımıza kazınmıştır. Alman devriminin yiğit önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht 15 Ocak 1919’da karşı-devrimin kanlı saldırısıyla katledildiler. Ekim Devriminin önderi Lenin’i 21 Ocak 1924’te yitirdik. Türkiye komünist hareketinin Onbeşleri Mustafa Suphi ve yoldaşları ise, 28 Ocak 1921’de burjuvazinin kalleşçe planlarıyla Karadeniz’in sularında öldürüldüler.
Onlar ve benzeri devrimci önderler enternasyonalist komünist geleneğimizin temel taşlarını oluşturuyorlar. Onları ölümsüz kılmak her devrimci kuşağın görevidir. Bu da ancak, miras bıraktıkları devrimci fikir ve eylemlere fiili mücadele süreçleri içinde sahip çıkmakla; yaşam ve mücadele çizgilerinden feyiz almaya, eserlerinden öğrenmeye ve eleştiri silahını elden bırakmaksızın devrimci miraslarını sahiplenip geliştirmeye çalışmakla mümkün olacaktır.
Alman devrimi ve onun başta gelen iki yiğit önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 2009 yılı Ocak ayında ölümlerinin 90. yılında tüm dünyada devrimci mücadele zeminlerinde hatırlanacaklar. Biz de bu yıl Ocak ayındaki devrimci kayıplarımızı, Alman devrimiyle özdeşleşmiş bu iki devrimci önderin hatırasını tazeleyerek analım. Ayrıca Rosa’nın devrimci mücadelesini yansıtan fikirleri üzerinde durarak, vaktiyle Lenin’in de hatırlattığı önemli bir enternasyonalist devrimci görevi yerine getirmeye çalışalım. Türkiye’de sol harekette Stalinizmin güçlü etkisi nedeniyle bu görev uzun yıllar boyunca hasıraltı edilmiştir ve Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist komünist bir önder, devrimci fikirleri itibarıyla hiç de lâyıkıyla tanınmamaktadır. Bu durum, daha önce de çeşitli vesilelerle bir ölçüde yerine getirmeye çalıştığımız söz konusu görevi bizler için daha da önemli kılıyor. Rosa’nın devrimci mirasını bir kez daha hatırlamakla, devrimin ateşleri içinde bizlere veda eden tüm Spartakistlerin ve diğer tüm devrimci önderlerin anısını da tazelemiş olalım!
link: Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, 28 Aralık 2008, https://marksist.net/node/8076
1 Mayıs ve Burjuva Demokrasisinin Sahtekârlığı
Bence sıradan gerçeklerin ötesinde bir dönemi yaşıyoruz. Saflar daha da belirginleşiyor, netleşiyor. Ayak oyunları ve sahtekârlık daha da göz önüne çıkıyor. Patronlar sınıfı tüm insanlığı bir karanlığa doğru götürüyor. Bölgesel çatışmalar, açlık, sosyal hak gaspları ve işsizlik gelecekte nelerin yaşanabileceğine kanıttır. Patronlar neden korkuyorlar 1 Mayıs’tan? Çünkü onlar, işçi sınıfının nasıl bir dünyada yaşadığını anlayıp kendilerine karşı daha bilinçli ve örgütlü mücadele etmeye başlamasından korkuyor. Çünkü birleşen işçiler tüm hayatın akışını etkileyecek gücü kontrol etmeye başlarsa burjuvazinin köhnemiş düzeninin sonu da görünmüş olur. Onun için ölümüne korkuyor ve daha da saldırganlaşıyorlar. Korkmakta haklılar.
1 Mayıs öncesinde televizyonlarda biz işçileri korkutmak ve evlerimize hapsetmek için gösterilenlerin fazlasını o gün alanlara çıkan bizlere yaşattılar. Ne oldu yani, şimdi biz yaptıklarımızdan ve gelecekte de yapacaklarımızdan vaz mı geçmiş olduk? Öyle mi olacağını zannediyor bu ödlek burjuvalar? Bu şirazesi bozuk burjuva zalimliği herkese tekrar ders olsun. Bunlardan asla bir şey beklenemeyeceğinin ispatıdır yaşananlar. Bu şiddeti işçi sınıfına uygulayanlar sadece cop sallayan polisler değildir elbet. O gözü dönmüş polislere bunu emreden burjuva uşakları ve burjuvalar da bu zalimliğin esas sorumlusudur. Bu yazıya denk gelip okuyan bazıları, “ben bu tür işlere nasıl olsa hiç bulaşmayacağım” diyorlarsa, hiç merak etmesinler, “orantılı polis gücü” elbet seni bir gün bulacak ve senin orantısız hayalperestliğini bir güzel alaşağı edecektir.
Yürüyüşler, sloganlar, marşlar ve en önemlisi her şeye rağmen alanlara çıkan emekçiler bir şeyin ispatıdır. O da bütün baskılara ve yok etme girişimlerine karşı 1 Mayıs’ta somutlanan eşitlik ve özgürlük fikrinin, işçi sınıfından asla ve asla sökülüp alınamayacağı gerçeğidir. Özgürlük ve eşitlik talebimizi ne coplar ne savaşlar ne de yalanlar unutturabilmiştir. 1 Mayıs ayrı dillere, ayrı dinlere, ayrı ırklara ve ayrı kültürlere sahip işçi sınıfının aynı talepler etrafında mücadele etme ve birleşme günüdür. Bu köklü dava tüm dünya işçilerini ileriki yıllarda daha da derinlerinden kavrayacaktır.
Bazen arka arkaya, seri halde söylenmiş sloganlar, anlamından uzaklaşıp basit bir sözcük tekrarına dönüşüyor. Bizce işçi sınıfının bir parçası olan herkes, 1 Mayıs’ın ne demek olduğunu eninde sonunda kavrayacaktır. Emekçi sınıflar burjuva yalan dolanlardan uzaklaşıp, bilinçlenmeye ve birbirine güvenmeye başladığında geçmişimizden devraldığımız ve bugün bizim de söylediğimiz birçok şeyi çok daha iyi anlayacaklar. 1 Mayıs işçilerin uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. Hem uluslararasıdır, tüm dünya işçilerini bütün farklılıklarıyla kapsar, hem dünyadaki tüm işçilerin birliğini ve çıkarını patronlara karşı savunur, ayrıca bu işçilerin ve emekçilerin dayanışmasını ifade eder.
Sınıf düşmanlarımız olan burjuvalar kendi işlerini yapıyorlar, saldırıyorlar. Biz işçi sınıfı da kendi işimizi yapalım, örgütlenelim. Kimsenin saflığa düşüp sınıf düşmanlarımızdan beklentisi olmasın. Onların attığı bombalar, salladığı coplar bizim bilincimizi ve sınıf kinimizi biliyor. Onlar bitecek biz büyüyeceğiz, gelişeceğiz. Bu tarihin gösterdiği yoldur. Burjuvaziyi ve onun köhnemiş sömürü düzenini, biz örgütlü işçi sınıfı, bir daha geri dönmemek üzere sadece Taksim’den değil bu dünyadan sileceğiz. Onların geçek korkuları budur ve korkmakta haklılar.
Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği!
Yaşasın 1 Mayıs!
link: Gebze'den bir işçi, 1 Mayıs ve Burjuva Demokrasisinin Sahtekârlığı, 3 Mayıs 2008, https://marksist.net/node/1784
Sosyalist Bir Dünyayı Hep Birlikte İnşa Edelim
Merhaba arkadaşlar,
Pek çoğumuz çalışmaktan fırsat bulamadığımız için ya da fırsat bulsak da paramız yetmediği için bu güzel şehirde yaşayıp da tadını çıkaramıyoruz. Fakat patronlar bizim suyumuzu sıkarak hayatlarını zevk ve sefa içerisinde yaşıyorlar. Boğaz kenarındaki villalarında manzaranın tadını çıkarıyorlar. Boğaz’ın karşısında kahvelerini denize karşı yudumlayıp, eğlencelerini yapıyorlar.
Onların her gün gördükleri bu manzarayı doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen ancak uzun bir aradan sonra görme şansı elde ettim. Ama böyle sevindiğime bakmayın, aslında sadece vapur ile Kadıköy’den Eminönü’ne geçme fırsatını buldum. İstanbul’un ne kadar güzel bir şehir olduğunu bu kısacık seyahat bana bir kez daha hatırlattı. Boğazını, denizini, manzarasını ne kadar da özlemişim! Hani bu güzelliklerin kıyısında yaşayıp da bu güzelliklerden mahrum bırakılmak da cabası diye düşündüm. Bizi bu güzelliklerden mahrum edenlere hıncım bir tarafa, yaklaşık 20 dakikalık vapur seyahati keyfine dalmışım. Haydarpaşa, Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü, martılar, deniz, mavi sular hepsi birbirinden güzel, gözlerimi kocaman açmış izlerken bir ses tüm dalgınlığımı aldı. “Efenim merhaba” diyen adam başladı elindeki limon sıkma makinesinin marifetlerini anlatmaya. Keyfime de limon sıkmıştı yani. Şimdi nereden çıkmıştı bu adam ne güzel manzarayı izliyordum, mahvetti üç kuruşluk keyfimi diye düşünürken dikkatimi çekmişti bir kere, dinlemeye başladım. Canla başla elindeki makinenin marifetlerini anlatıyordu. Bu arada makine dediğime de bakmayın. Öyle güzel anlattı, öyle güzel örnekledi ki, etkisinde kalmışım. Basit bir aletti işte. Böyle bir alete ihtiyacım olmadığı halde, bana bile “benim bu alte ihtiyacım var” diye düşündürttü. Sonuçta almadım, ama alan birçok kişi oldu. Benim gibi, “alsam mı” diye düşünen birçok kişi de olmuştur.
Adamın tek bir derdi vardı sonuçta; herkes gibi evinin geçimini sağlayabilmek. Belki de bunu günde onlarca defa anlatmak zorunda. Tıpkı bizim, fabrikalarda makinelerin başında her gün aynı işi defalarca yapmak zorunda olduğumuz gibi. İhtiyacımız olmayan bu aleti alma isteği yaratan bu adam aslında biraz düşününce çok şey anlatıyordu bize. Eminim ki o da bizler gibi çalışma koşullarından memnun değildir. Bizim hayretle baktığımız manzaranın farkında bile değildir. Zaten bu dünyada burjuvalar haricindeki hiç kimse hayatından memnun değil. Şu kısacık ömrümüzde daha güzel yaşamayı hangimiz istemeyiz ki?
Bizler fabrikalarımızda, mahallelerimizde, evlerimizde yani hayatımızın her yerinde başka bir dünyanın mümkün olduğunu bıkmadan, tekrar tekrar anlatmalıyız işçi kardeşlerimize. Herkese anlatmamız gereken, açlığın, işsizliğin, savaşların ve dünyadaki tüm kötülüklerin sorumlusunun patronlar sınıfı olduğudur. Burjuvaların defterinin dürülmesinin tek yolu ise bu uğurda tüm işçi kardeşlerimizin örgütlü mücadeleye katılmasıdır. Çünkü bizi kurtaracak tek şey, birlikte mücadele ederek kapitalist sistemi ortadan kaldırmak ve onun yerine denize, ekmeğe, sevgiye ve insanın ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olduğu sosyalist bir dünyayı inşa etmektir. Bence bugün için insan olmanın temel kuralı bu sosyalist dünyanın inşasında yer almaktır. Aksi takdirde biz de bu çürümüş kapitalist sistemle birlikte insanlıktan çıkıp barbarlaşırız.
link: Kartal’dan MT okuru bir işçi, Sosyalist Bir Dünyayı Hep Birlikte İnşa Edelim, 26 Nisan 2008, https://marksist.net/node/1781
Haklar Mücadele Ederek Alınır!
Geçtiğimiz günlerde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in, 1 Mayıs’ın tam veya yarım gün tatil olması için çalışma yaptıkları yönünde bir açıklaması yer almıştı gazetelerde. Çalışma Bakanının açıklamasının SSGSS yasasının yasallaşma sürecinde ve 1 Mayıs’ın Taksim’de yapılması tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde, işçi ve emekçilerden gelecek tepkileri yumuşatmak için yapılmış bir girişim olduğu çok açıktı. Ardından AKP de dahil meclisteki partilerin neredeyse tamamı, 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi yönünde kanun teklifleri verdiler. Sonunda Bakanlar Kurulu bu teklifleri “değerlendirdi” ve 1 Mayıs’ın tatilsiz bir “Emek ve Dayanışma Günü” olmasına karar verdi. Taksim’i ise “unutun” dedi. “Birlik”, “mücadele”, “işçi” gibi sözler AKP’de alerji yarattığından, 1 Mayıs sadece emek ve dayanışma günü oluverdi. Sanki AKP lütfetmeseydi öyle bir gün olmayacaktı ve işçiler tarafından kutlanmayacaktı! Ama olsun, böylece AKP, işçi düşmanlığında sınır tanımadığını bir kez daha göstermiş oldu.
İşçi sınıfı tarih sahnesinde yer aldığı günden beri, elde ettiği tüm kazanımlar için mücadele etti, bedel ödedi. Ve elbette elde ettiği kazanımları da ancak mücadele ettiği sürece koruyabildi. 1 Mayıs’ın doğuş tarihi olan 1886 yılına kadar, kapitalizmin en gelişmiş ülkesi olan İngiltere’de bile işçiler günde 16 saat çalıştırılıyordu. 1886 yılında Amerikan işçi sınıfı 8 saatlik iş günü mücadelesinin fitilini ateşledi. İşçiler, “8 saat çalışma, 8 saat uyku ve 8 saat canın ne isterse” diye mücadeleye atılmışlardı. Amerikan işçi sınıfı 8 saatlik iş günü uğruna çok ağır bedeller ödedi. Yüzlercesi hapislere atıldı. Düzmece iddialarla mahkemeler kuruldu ve Albert Parsons ile Agustus Spies’ın da aralarında bulunduğu 5 sosyalist işçi önderi asıldı.
O dönemde işçi sınıfının uluslararası örgütü olan II. Enternasyonal 1890 yılında 1 Mayıs’ın tüm dünyada kutlanması için karar almıştı. O tarihten beridir her 1 Mayıs günü işçi sınıfı dünyanın dört bir yanında alanlara çıkıp 1 Mayıs’ı kutluyor. 1 Mayıs dünyanın birçok ülkesinde işçiler için resmi tatil aynı zamanda.
Türkiye’de ise, işçi sınıfı 1 Mayıs’ı sokakta ve alanlarda kutlamak için uzun yıllar beklemek zorunda kalmıştır. Kemalist bürokrasinin tek parti diktatörlüğü döneminde, 1935 yılında çıkartılan bir kanunla 1 Mayıs “Bahar Bayramı” olarak ilan edilmiştir. Ama 1 Mayıs resmi tatil olmasına rağmen işçilere ücret ödenmemiştir. Ayrıca 1 Mayıs tatil olmasına karşın kutlamalar çok dar işçi gruplarıyla yapılmak zorunda kalınmıştır. İzleyen yıllarda baskılar iyice arttırılmıştır. İkinci Dünya Savaşı süresince ve 1950 yılına kadar 1 Mayıs’ın kutlanması yasaklanmıştır. 1951 yılında ise, işçilere yarım günlük ücret ödemesi yapılmaya başlanmıştır. 1956 yılına gelindiğinde ise 1 Mayıs’ta işçiler tam gün ücretli izinli sayılmıştır. Ancak ne 1951’de ne de 1956’da, 1 Mayıs kutlamaları kitlesel ölçekte yapılamamıştır.
Ama bu olumsuz tablo 1970’lerde değişecekti. 1 Mayıs, 1976 yılından itibaren kitlesel bir şekilde kutlanmaya başlayacak ve işçi sınıfı 1977 1 Mayıs’ında 500 bin kişiyle Taksim’e yürüyecekti. Hem de o gün tatil olduğu için değil, işçi sınıfı örgütlü bir biçimde birlik, mücadele ve dayanışma gününe sahip çıktığı için! 1 Mayıs 1977, 500 bin işçi ve emekçinin katılımıyla kutlandı. 1980 askeri faşist darbesinden sonra ise 1 Mayıs kutlamaları yıllarca yasaklandı.
Aradan onca zaman geçmesine rağmen, 2008 Türkiye’sinde değişen pek bir şey yok. 1 Mayıs’ta işçi ve emekçilerin ezici bir çoğunluğu alanlara çıkamıyor. Çünkü işçi sınıfı alabildiğine örgütsüz ve bilinçsiz durumda. İşçi sınıfı geçmişte verdiği örgütlü mücadeleler sonucunda birçok mevzi kazanmıştı. Ancak mücadele dalgasının geri çekildiği yıllardan başlayarak kazanımlarını birer birer kaybetti. Çalışma koşulları 1800’lü yılların koşullarına geri döndü adeta, iş saatleri alabildiğine uzatıldı ve çalışma koşulları ağırlaştırıldı. Sendikalı işyerlerinde bile çalışma saatleri 12 saatin üzerinde. İşçi sınıfı geçmiş mücadele deneyimlerini örgütlü güce dönüştürmeden bu koşulları değiştiremez. 1 Mayıs’ı biz işçilere burjuvazinin kendisi veya bir bakanı hediye etmedi. 8 saatlik iş gününe sahip çıkmak için, işgününü daha da kısaltmak için, 1 Mayıs’ın yeniden tatil olması için, birlik için, dayanışma için haydi 1 Mayıs’a, örgütlü mücadeleye!
link: MT okuru bir işçi, Haklar Mücadele Ederek Alınır!, 22 Nisan 2008, https://marksist.net/node/1772
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg
Bizi çok büyük bir acı içinde bırakan iki ağır kaybı aynı anda yaşadık. Adları proleter devrimin büyük kitabında sonsuza kadar yer alacak olan iki lider aramızdan ayrıldı: Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg. Korkunç bir biçimde can verdiler. Katledildiler. Artık aramızda değiller!
Zaten tanınıyorduysa da, Karl Liebknecht’in adı, Avrupa’daki korkunç boğazlaşmanın ilk aylarından itibaren dünya çapında bir önem kazandı. Onun ismi, devrimci onurun adı ve gelecekteki zaferin andı olarak yankılandı. Alman militarizminin ilk cümbüşlerini yapıp, ilk şeytani zaferlerini kutladığı; Alman güçlerinin Belçika kalelerini karton evler gibi silip süpürerek Belçika içinde fırtına gibi estiği; 420 milimetrelik Alman toplarının tüm Avrupa’yı Wilhelm’in önünde diz çöktürüp köleleştirmiş göründüğü; hem yurt dışında (ezilmiş bir Belçika ve kuzeyi Almanya tarafından işgal edilmiş bir Fransa) hem de yurt içinde (sadece Alman büyük toprak sahipleri sınıfının, Alman burjuvazisinin ve şovenist orta sınıfın değil, son olarak ve en az bunlar kadar, Alman işçi sınıfının resmi partisinin de) her şeyin –en azından görünüşte– boyun eğdiği Alman militarizmi önünde, liderliğini Scheidemann ve Ebert’in yaptığı Alman resmi sosyal-demokrasisinin bile yurtsever dizleri üzerine çöktüğü o ilk günlerde ve haftalarda; o kara, korkunç ve kötü günlerde, Almanya’da isyankâr bir karşı çıkış, öfke ve lanetleme sesi yükseldi; bu Karl Liebknecht’in sesiydi. Ve bu ses bütün dünyada yankılandı.
Geniş kitlelerin ruh halini Alman saldırısı altında olmanın biçimlendirdiği, iktidardaki sosyal-yurtsever partinin, işçi sınıfına gerekli olanın yaşamak için savaşmak değil ölünceye kadar savaşmak olduğunu ilan ettiği Fransa’da bile (Almanya’da “bütün halkın” Paris’i ele geçirmek için can attığı bir zamanda, başka nasıl olabilirdi ki), Karl Liebknecht’in gürleyen sesi, yalanların, iftiraların ve korkunun yarattığı barikatları yıkarak, ikaz edici ve uyandırıcı oldu. Bir başına Liebknecht’in, bastırılan kitlelerin tercümanı olduğu hissedilebiliyordu.
Aslında Liebknecht, o zaman bile yalnız değildi. Cesur, şaşmaz ve kahraman Rosa Luxemburg, savaşın daha ilk gününden itibaren onunla omuz omuza öne atılmıştı. Alman parlamentarizminin kanunsuzluğu, Rosa Luxemburg’a, Liebknecht’inki gibi muhalefetini parlamento kürsüsünden başlatma olanağı tanımadığı için, onun adı daha az duyuldu. Fakat Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının uyanışındaki katkısı, kavgada ve ölümde yoldaşı olan Liebknecht’ten hiç de daha az değildi. Mizaçça çok farklı ve bir o kadar da yakın olan bu iki savaşçı, birbirlerini tamamladılar, ortak bir amaca boyun eğmez bir kararlılıkla yürüyerek ölümü birlikte karşıladılar ve isimleri tarihe birlikte yazıldı.
Karl Liebknecht, uzlaşmaz bir devrimcinin gerçek ve mükemmel bir örneğiydi. Yaşamının son günlerinde, ismi etrafında sayısız efsane yaratılmıştı: anlamsızlık ölçüsünde kötü olanları burjuva basında, kahramanca olanları işçi kitlelerinin dudaklarında.
Karl Liebknecht, özel yaşamında, iyiliğin, sadeliğin ve kardeşliğin simgesiydi! Onunla ilk kez 15 yıl önce karşılaştım. Çekici, kibar ve sempatik biriydi. Sözcüğün en olumlu anlamıyla, adeta kadınca bir duyarlılık, kişiliğinin en belirgin özelliğiydi. Liebknecht, bu kadınca duyarlılığın yanı sıra, haklı ve doğru bulduğu şeyler uğruna kanının son damlasına kadar savaşabilecek bir devrimcinin olağanüstü cesaretiyle de sivriliyordu. Bağımsız ruhu, daha, Bebel’in tartışmasız otoritesi karşısında kendi düşüncelerini savunmayı birçok kez göze aldığı gençlik yıllarında kendini göstermişti. Liebknecht, gençlik içindeki çalışmaları ve Hohenzollern’in askeri aygıtına karşı mücadelesi sırasında gösterdiği büyük cesaretle dikkat çekmişti. Son olarak o, gerçek büyüklüğünü, tüm atmosferi şovenizmin mikroplu havasıyla dolu olan Alman Parlamentosunda, burjuvazinin savaş kışkırtıcılığına ve sosyal-demokrasinin ihanetine karşı sesini yükselttiğinde; ve bir asker olarak, Berlin’in Potsdam Meydanında, burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığında gösterdi. Tutuklandı. Hücre hapsi ve çalışma kampı, cesaretini kıramadı. Hücresinde beklemiş ve isabetle öngörüde bulunmuştu. Geçen yılın Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Liebknecht, derhal Alman işçi sınıfının en iyi ve en kararlı unsurlarının başına geçti. Spartaküs, kendini Spartakistlerin saflarında buldu ve onların bayrağını taşırken öldü.
Rosa Luxemburg’un adı, diğer ülkelerde, Rusya’da olduğundan biraz daha az bilinir. Fakat onun, hiçbir bakımdan Karl Liebknecht’ten daha az önemli bir kişilik olmadığı kesindir. Kısa boylu, narin, soluk fakat soylu yüzlü, güzel gözlü, parlak zekâlı bu kadın, düşünsel cesaretiyle herkesi çarpıyordu. Marksist yönteme, bedeninin organları gibi hâkimdi. Marksizmin onun damarlarında dolaştığı söylenebilirdi.
Mizaçları birbirinden çok farklı olan bu iki liderin birbirlerini tamamladıklarını söylemiştim. Bunu vurgulamak ve açmak istiyorum. Uzlaşmaz bir devrimci olarak Liebknecht kişisel davranışlarında kadınca bir duyarlılıkla karakterize oluyorsa, bu narin kadın da, erkeksi bir düşünce gücüyle karakterize oluyordu. Lassalle bir keresinde, düşüncenin fiziksel gücünün, onun gerilimiyle oluşan hükmedici gücün, kendi yolu üzerindeki engelleri adeta yıktığından söz etmişti. Rosa Luxemburg’la konuştuğunuzda, yazılarını okuduğunuzda ya da düşmanlarına karşı kürsüden yaptığı bir konuşmayı dinlediğinizde, hissettiğiniz şey tam da budur. Nitekim pek çok düşmanı vardı! Sanırım Jena’daki bir kongrede, onun yüksek ve bir tel gibi gergin sesinin, Bavyera, Baden ve diğer yerlerden gelmiş olan oportünistlerin çılgınca protestolarını nasıl tamamen susturduğunu hatırlıyorum. Ondan nasıl da nefret ediyorlardı! Rosa da onları nasıl hor görürdü! Ufak tefek ve kırılgan görünüşlü bu kadın, kongre kürsüsüne, proleter devrimin kişileşmiş hali olarak çıkmıştı. Mantığının gücü ve alaycılığının etkisiyle, en açık muhaliflerini bile susturmuştu. Rosa işçi sınıfının düşmanlarına karşı nefretini sergilemeyi ve bu nedenle onların kendisinden nefret etmesini sağlamayı biliyordu. Onlar Rosa’yı çok önceden mimlemişlerdi.
Rosa, savaşın ilk gününden, daha doğrusu ilk saatinden itibaren, şovenizme, yurtsever arsızlığa, Kautsky ve Haase’nin yalpalamalarına ve merkezcilerin belkemiksizliğine karşı çıkmak ve proletaryanın devrimci bağımsızlığını, enternasyonalizmi ve proleter devrimi savunmak için bir seferberlik başlattı.
Evet, Karl ile Rosa birbirlerini tamamlıyorlardı!
Teorik düşünme ve genelleme yeteneğiyle Rosa, sadece karşıtlarından değil, aynı zamanda yoldaşlarından da ilerideydi. Çok zeki bir kadındı. Onun gergin, kesin, parlak ve amansız üslûbu, daima, düşüncesinin hakiki bir aynası olarak kalacak.
Liebknecht bir teorisyen değildi. O doğrudan bir eylem adamıydı. Atılgan ve ateşli bir mizaca, olağanüstü bir politik sezgiye, içinde bulunulan şartlara ve kitlelerin ruh haline dair üstün bir farkındalığa ve nihayet eşsiz bir devrimci girişkenlik cesaretine sahipti.
Almanya’nın 9 Kasım 1918’den sonra içinde bulunduğu iç ve dış koşulların bir analizi kadar devrimci bir öngörü de öncelikle Rosa Luxemburg’dan beklenebilirdi ve beklenmeliydi. Acil bir eylem ve zamanı geldiğinde silahlı bir ayaklanma çağrısı ise, çok büyük olasılıkla Liebknecht’ten gelirdi. Bu iki savaşçı, birbirlerini daha iyi tamamlayamazlardı.
Luxemburg ve Liebknecht, bu yorulmak bilmeyen devrimci adam ve ödünsüz devrimci kadın, hapisten çıkar çıkmaz omuz omuza verdiler ve proleter devrimin yeni muharebeleri ve denemelerini omuzlamak üzere, Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının başına geçtiler. Ancak bu yolun daha ilk adımlarında hain bir darbe ikisini de aldı götürdü.
Hiç kuşku yok ki, gericilik daha örnek kurbanlar seçemezdi. Nasıl da şaşmaz bir darbe! Ve ne kadar şaşırtıcılıktan uzak! Gericilik de devrim de birbirini iyi tanıyordu. Bu olayda gericilik, işçi sınıfının eski partisinin eski liderlerinin; adları, bu hain cinayetin başlıca örgütleyicileri olarak tarihin kara kaplı kitabında sonsuza kadar yer alacak olan, Scheidemann ve Ebert’in kılığına girmişti.
Elimizde, Liebknecht ve Luxemburg’un katledilmesini, kudurmuş bir kalabalık karşısında yeterince dikkatli davranma becerisi gösteremeyen bir bekçinin neden olduğu bir sokak “tartışma”sı olarak göstermeye çalışan resmi bir Alman raporu olduğu doğru. Bu amaçla hukuki bir soruşturma düzenlenmişti. Fakat siz ve ben, gericiliğin böyle kendiliğinden patlak veren saldırganlıkları devrimci liderlere karşı nasıl kullandığını gayet iyi biliriz. Burada, yani Petrograd’ın surları içinde yaşadığımız Temmuz günlerini; Kerenski ve Çeretelli tarafından Bolşeviklere karşı savaşmaya çağrılan Kara Yüz çetelerinin işçileri nasıl sistematik olarak terörize ettiğini, liderlerini katlettiğini ve sokaklarda tek tek işçilere saldırdığını çok iyi hatırlıyoruz. Bir “tartışma” sırasında öldürülen işçi Voinov’u çoğunuz hatırlayacaksınız. Biz o dönemde Lenin’i sakladıysak, bu sadece, azgın Kara Yüz çetelerinin eline düşmemesi içindi. O zaman, Menşevikler ve Sosyal Devrimciler arasında, Alman ajanı olmakla suçlanan Lenin ve Zinovyev’in bu iftiraları çürütmek üzere mahkeme önüne çıkmamalarından rahatsız olan iyi niyetli insanlar vardı. Lenin ve Zinovyev özellikle bu nedenle suçlandılar. Fakat hangi mahkemede kendilerini savunacaklardı? Bu mahkemeye gidip gelirken, Lenin, “kaçmaya” (Liebknecht’e yapıldığı gibi) zorlanacak ve vurulur ya da bıçaklanırsa, Kerenski ve Çeretelli tarafından hazırlanan resmi rapor, Bolşeviklerin liderinin kaçmaya çalışırken muhafızlar tarafından öldürüldüğünü açıklayacaktı. Berlin’deki korkunç tecrübeden sonra, Lenin’in düzmece mahkemeye çıkmamak ve dahası kendisini yargısız infaz saldırısına açık hale getirmemekle doğru yaptığına ikna olmak için on kat daha fazla nedene sahibiz.
Fakat Rosa ve Karl gizlenmediler. Düşmanın eli onları sıkıca yakaladı ve boğdu. Ne büyük bir darbe, ne büyük bir acı ve ne büyük bir ihanet! Alman Komünist Partisinin en önemli liderleri, bizim büyük yoldaşlarımız artık hayatta değiller. Onların katilleri Sosyal-Demokrat partinin bayrağı altında duruyorlar ve bu parti varlık meşruiyetini başkasından değil Karl Marx’tan aldığını iddia etme yüzsüzlüğü sergiliyor! Ne büyük bir çarpıtma! Ne büyük bir maskaralık! Bir düşünün yoldaşlar: Belçika’nın bozguna uğratıldığı ve Fransa’nın kuzeyinin ele geçirildiği savaşın ilk günlerinden beri, azgın Alman militarizmini destekleyen, Brest barışı esnasında Alman militarizminin çıkarları için Ekim Devrimine ihanet eden “Marksist” Alman Sosyal-Demokrasisi, “işçi sınıfının anası”; işte o parti, bugün liderleri Scheidemann ve Ebert’in, Enternasyonal’in kahramanlarını, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldürmek için uğursuz çeteler örgütlediği partidir!
Ne korkunç bir tarihsel yoldan çıkma! Geçmiş çağlara göz attığınızda, bu durumla Hıristiyanlığın tarihsel yazgısı arasında belirli bir paralellik bulabilirsiniz: Kölelerin, balıkçıların, emekçilerin, mazlumların ve köleci toplumun ezdiği tüm insanların İncil öğretisi, yoksul insanların tarihsel olarak ortaya çıkmış bu öğretisi; zenginler, krallar, soylular, başpiskoposlar, tefeciler, patrikler, bankerler ve Roma’daki Papa tarafından ele geçirilmiş ve bunların işlediği suçlar için bir kılıf haline getirilmişti. Yine de, hiç kuşkusuz, pleblerin bilincinden doğan ilk Hıristiyanlık ile resmi Katoliklik ve Ortodoksluk arasındaki fark, Marx’ın devrimci düşünce ve eylemin özü olan öğretisi ile bütün ülkelerin Scheidemann ve Ebert’lerinin pazarlayarak geçindiği burjuva düşüncesinin beş para etmez artıkları arasındaki uçurum kadar büyük değildir. Sosyal-demokrasinin liderleri aracılığıyla burjuvazi, proletaryanın düşünsel mirasını yağmalamaya ve haydutluğunu Marksizm bayrağıyla örtmeye kalkmıştır. Umuyoruz ki, bu ağır suç, Scheidemann’ların ve Ebert’lerin işlediği son suç olacak. Alman proletaryası, başına çöreklenenlerin elinden çok acı çekti; ama bu gerçek silinip gitmeyecek. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un kanları haykırıyor. Bu kan, Berlin’in kaldırımlarını ve tam da Liebknecht’in savaşa ve sermayeye karşı ayaklanma bayrağını açtığı Potsdam Meydanının taşlarını konuşmaya zorlayacak. Ve er ya da geç, bu taşlardan, burjuva toplumun aşağılık dalkavuklarına ve sadık köpeklerine, Scheidemann ve Ebert’lere karşı barikatlar yükselecek!
Berlin’de katiller, Spartakistlerin hareketini, yani Alman komünistlerini şu anda ezmiş durumdalar. Bu hareketin en büyük iki ilham kaynağını katlettiler ve bugün belki de zaferlerini kutluyorlar. Fakat ortada gerçek bir zafer yok; çünkü doğrudan, açık ve tam bir savaş henüz yaşanmadı; Alman proletaryası iktidarı ele geçirmek için henüz ayaklanmadı. Olan sadece zorlu bir keşif, düşman kampın planlarına yönelik bir derin istihbarat seferiydi. Keşif seferleri çatışmadan önce gelir, fakat henüz çatışmanın kendisi değildir. Bu eksiksiz keşif Alman proletaryası için gerekliydi, tıpkı Temmuz günlerinde bizim için gerekli olduğu gibi.
Keşif seferinde en iyi iki komutanın düşmesi talihsizliktir. Bu çok acı bir kayıptır, fakat bir yenilgi değildir. Asıl savaş hâlâ önümüzde duruyor.
Bugün Almanya’da yaşananların anlamı, dönüp dün bizim Rusya’da yaşadıklarımıza bakıldığında daha iyi anlaşılacaktır. Olayların akışını ve iç mantığını hatırlarsınız. 1917 Şubatının sonunda halk kitleleri Çarın saltanatını yıktılar. İlk haftalarda, sanki asıl görevin tamamlanmış olduğu duygusu hâkimdi. Muhalefet partilerinde yeni yeni öne çıkan ve daha önce iktidarda hiç bulunmamış olan kişiler, halk kitlelerinin güvenini şu ya da bu ölçüde kazanmakta başlangıçta daha avantajlı oldular. Fakat bu güven kısa sürede kırılmaya başladı. Petrograd kendini, olması gerektiği gibi, kafasındaki çözümün ikinci aşamasında buldu. Şubatta olduğu gibi Temmuzda da, devrimin cephede en uzağa giden öncüsü oydu. Ancak, halk yığınlarını burjuvaziye ve uzlaşmacılara karşı mücadeleye çağırmış olan bu öncü, gerçekleştirdiği derinlemesine keşif için ağır bir bedel ödedi.
Temmuz Günlerinde, öncü Petrograd, Kerenski hükümetinden koptu. Bu henüz, Ekimde gerçekleştirdiğimiz gibi bir ayaklanma değildi. Bu, taşradaki geniş kitlelerin, tarihsel anlamını henüz kavramamış olduğu bir keşif kolu savaşıydı. Bu çatışmayla Petrogradlı işçiler, sadece Rusya’nın değil bütün ülkelerin halk kitlelerine, Kerenski’nin arkasında bağımsız bir ordunun değil, burjuvazinin güçlerinin, beyaz muhafızların, karşı-devrimin olduğunu gösterdiler.
Temmuzda bir yenilgiye uğradık. Yoldaş Lenin gizlenmek zorunda kaldı. Bazılarımız hapse düştü. Gazetelerimiz yasaklandı. Petrograd Sovyeti baskı altına alındı. Parti ve sovyet matbaaları mahvedildi. Her yerde Kara Yüzlerin şenlikleri hüküm sürüyordu. Diğer bir deyişle, şimdi Berlin sokaklarında neler oluyorsa, Petrograd’da da aynı şeyler yaşanıyordu. Yine de, o dönemde hiçbir gerçek devrimci, Temmuz Günlerinin zafere giden yolda sadece bir başlangıç olduğundan hiç kuşkuya düşmemişti.
Benzer bir durum, son günlerde Almanya’da da gelişti. Tıpkı Petrograd gibi Berlin de kitlelerin geri kalan kesimlerinden çok öne çıktı; tıpkı bizdeki gibi, Alman proletaryasının tüm düşmanları da ulumaya başladılar: “Berlin’in diktatörlüğünü kabul edemeyiz, Spartakist Berlin tecrit olmuştur; bir kurucu meclis toplamalı ve bunu Liebknecht ile Luxemburg’un propagandalarıyla yoldan çıkıp kızıllaşan Berlin’den alıp, Almanya’nın daha sağlıklı bir taşra kentine taşımalıyız.” Düşmanlarımızın Rusya’da bize yaptığı her şey, tüm o şirret ajitasyon, o iğrenç iftiralar, Almancaya çevrilip Berlin proletaryası ve onun liderleri Liebknecht ve Luxemburg’a karşı tüm Almanya’da piyasaya sürüldü. Şurası kesin ki, Berlin proletaryasının keşif seferi, bizim Temmuzdakinden daha geniş ve daha derinlere uzanan bir biçimde gelişti; kurbanlar ve kayıplar da daha büyük oldu. Fakat bu durum, Almanların, bizim daha önce yapmış olduğumuz tarihi yapıyor olmaları gerçeğiyle açıklanabilir; Alman burjuvazisi ve askeri aygıtı, bizim Temmuz ve Ekim deneyimimizi kavramış durumdaydı. Ve en önemlisi, orada sınıf ilişkileri buradakiyle kıyaslanamayacak biçimde daha belirgindir; mülk sahibi sınıflar kıyaslanamayacak biçimde daha sağlam, daha zeki, daha etkin ve bu demektir ki daha acımasızdır.
Yoldaşlar, Rusya’da Şubat devrimi ile Temmuz günleri arasında dört ay geçmişti; yani Petrograd proletaryasının, yeniden sokağa çıkma ve Kerenski ile Çeretelli’nin devlet tapınağının üzerinde yükseldiği sütunları sarsma ihtiyacını dayanılmaz bir biçimde duyması için çeyrek yıl gerekmişti. Temmuz günleri yenilgisinden sonra, taşranın büyük yedek güçlerinin Petrograd’ın arkasında saf tutması ve Ekim 1917’de, zaferden emin olarak, özel mülkiyetin kalelerine doğrudan bir saldırı çağrısında bulunabilmemiz için de yine bir dört ay geçmişti.
Tükenmiş durumdaki monarşiyi deviren ilk devrimin henüz Kasım başında gerçekleştiği Almanya’da, bizdeki Temmuz günleri, halihazırda Ocak ayının başında yaşanmakta. Bu durum, Alman işçi sınıfının, kendi devrimini, kısaltılmış bir takvime göre yaşadığını göstermez mi? Bizim dört aya ihtiyaç duyduğumuz yerde, ona iki ay yetiyor. Bu takvimin sürdürüleceğini umalım. Belki Alman Temmuz Günlerinden Alman Ekimine kadar, bizdeki gibi dört ay geçmeyecek; bunun için belki iki ay ya da daha kısa bir süre bile yeterli olacak. Fakat olaylar nasıl gelişirse gelişsin, bir şey her türlü şüphenin üzerindedir: Karl Liebknecht’in sırtına sıkılan kurşunlar, bütün Almanya’da güçlü bir biçimde yankılanmıştır. Ve bu yankı, Almanya’nın ve tüm dünyanın Scheidemann ve Ebert’lerinin kulaklarında, bir ölüm çanı gibi çınlamıştır.
Burada, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg için, bir veda şarkısı söyledik. Liderler öldüler. Onları bir daha canlı olarak görmeyeceğiz. Fakat yoldaşlar, zaten kaçınız onları yaşarken bir kez olsun görmüştü ki? Çok küçük bir kısmınız. Buna karşın, şu son aylar ve yıllar boyunca Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg sürekli aramızdaydılar. Toplantılarda ve kongrelerde, Karl Liebknecht’i onursal başkan olarak seçtiniz. O burada hiç bulunmadı –Rusya’ya girmeyi başaramamıştı–, ama hep aranızda oldu; masanızda, onurlu bir konuk olarak, bir yakınınız olarak oturdu. Çünkü bizim için onun ismi, sadece belirli bir insanın ismi olmaktan çıkıp işçi sınıfının en iyi, en cesur ve en soylu özelliklerinin adı haline geldi. Aramızdan herhangi biri, yaşamını ezilenlere adamış, tepeden tırnağa çelikleşmiş, düşman karşısında bayrağı asla elden bırakmayan bir insan tasavvur etmeye çalıştığında, aklımıza hemen Karl Liebknecht’in adı gelir. O, halkların belleğine ve bilincine bir eylem kahramanı olarak kazındı. Hezeyan içindeki düşman kampta zafer kazanan militarizm her şeyi ezip geçtiğinde, görev karşı çıkmak iken herkes sessizliğe büründüğünde, nefes alacak hiçbir yer kalmamış gibi göründüğünde, onun, Karl Liebknecht’in militan sesi yükseldi: “Siz, zalim yöneticiler, askeri caniler, yağmacılar; siz, dalkavuk uşaklar, uzlaşmacılar; Belçika’yı ayaklar altına alıyor, Fransa’yı yıldırıyor, tüm dünyayı ezmek istiyorsunuz ve kimsenin sizden hesap soramayacağını sanıyorsunuz. Fakat açıkça söylüyorum: biz, bir avuç insan, sizden korkmuyoruz, size savaş ilan ediyoruz ve kitleleri ayaklandırarak bu savaşı sonuna kadar götüreceğiz!” Liebknecht’i dünya proletaryası için unutulmaz bir kişilik haline getiren şey, işte bu yiğitçe kararlılık ve eylemci kahramanlıktır.
Ve Liebknecht’in yanında, dünya proletaryasının, cesarette ondan aşağı kalmayan bir savaşçısı, Rosa Luxemburg vardı. Savaş mevzilerindeki trajik ölümleri, onların adlarını, özel ve kopmaz bir bağla birbirine bağlamıştır. Bundan böyle, adları daima birlikte anılacaktır: Karl ve Rosa, Liebknecht ve Luxemburg!
Azizlere ve onların ölümsüzlüğüne dair efsanelerin temelinin nereye dayandığını biliyor musunuz? İnsanların, başlarında bulunan ve kendilerine şu ya da bu şekilde yol göstermiş olan kişilerin anısını yaşatma isteğine ve liderlerin kişiliklerini azizlik halesiyle ölümsüzleştirme çabasına. Yoldaşlar, biz, efsanelere ve kahramanlarımızı azizlere dönüştürmeye gerek duymayız. İçinde yaşadığımız gerçeklik bize yeter; çünkü bu gerçekliğin kendisi destansıdır. Bu gerçeklik kitlelerin ve liderlerinin ruhunda mucizevi güçler uyandırmakta, tüm insanlığın üzerinde anıt gibi yükselen olağanüstü kişilikleri yaratmaktadır.
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, bu ölümsüz kişiliklerdendir. Onların şu anda bizimle olduğunu, şaşırtıcı, adeta fiziksel bir yakınlıkla hissediyoruz. Bu trajik anda, onların ölüm haberini acıyla ve yasla karşılayan, Almanya’nın ve tüm dünyanın en iyi işçileriyle aynı ruh halini paylaşıyoruz. Bu darbenin şiddetini ve keskinliğini, Alman kardeşlerimizle aynı ölçüde hissediyoruz. Biz, tüm mücadelelerimizde olduğu kadar, acılarımızda ve üzüntülerimizde de enternasyonalistiz.
Bizim için Liebknecht, sadece bir Alman lider; Rosa Luxemburg da sadece Alman işçilerine önderlik eden bir Polonyalı sosyalist değildir. Hayır, onlar tüm dünya proletaryasının yakınlarıdır ve hepimiz, onlara kopmaz manevi bağlarla bağlıyız. Onlar son nefeslerine kadar, herhangi bir ulusa değil, Enternasyonal’e ait oldular.
Emekçi Rus kadın ve erkeklerine, Liebknecht ve Luxemburg’un, devrimci Rus proletaryasına, hem de onların en zor zamanlarında, çok yakın davrandıklarını söylemek gerekir. Liebknecht’in evi, Rus sürgünlerin Berlin’deki karargâhıydı. Alman egemenlerin Rus gericiliğine verdiği desteği protesto etmek için Alman parlamentosunda ve basınında sesimizi duyurmamız gerektiğinde, herkesten önce Karl Liebknecht’e başvururduk ve o da tüm kapılara ve aralarında Scheidemann ve Ebert’inki de olmak üzere tüm kafalara vurarak, onları Alman hükümetinin suçlarına karşı çıkmaya zorlardı. Herhangi bir yoldaşımız maddi desteğe ihtiyaç duyduğunda da daima Liebknecht’e başvururduk. Liebknecht Rus devriminin Kızıl Haçı gibiydi.
Alman Sosyal-Demokratlarının Jena’da yaptıkları, az önce sözünü ettiğim ve konuk olarak katıldığım kongrede, Liebknecht’in girişimiyle, kongre başkanlık kurulu bir konuşma yapmamı istedi. Çarlık hükümetinin Finlandiya’da uyguladığı şiddeti ve gaddarlığı suçlayan ve yine Liebknecht tarafından sunulmuş olan bir karar tasarısı hakkında konuşacaktım. Liebknecht kendi konuşmasını, olguları ve istatistikleri bir araya getirerek ve Çarlık Rusya’sı ile Finlandiya arasındaki geleneksel ilişkilerin ayrıntıları hakkında bana sorular sorarak, büyük bir özenle hazırlamıştı. Fakat sorun kürsüye taşınamadan (ben Liebknecht’ten sonra konuşacaktım), Stolypin’in Kiev’de öldürüldüğünü bildiren bir telgraf geldi. Bu telgraf, kongrede büyük bir etki yarattı. Partinin liderleri arasında ortaya çıkan ilk sorun şuydu: Rusya başbakanı, bir Rus devrimci tarafından öldürülmüşken, başka bir Rus devrimcisinin bir Alman kongresinde konuşması uygun olur muydu? Bu düşünce Bebel’i bile ele geçirmişti: diğer Merkez Komitesi üyelerinden üç baş yukarda duran bu yaşlı adam, “gereksiz” bir karışıklığın çıkmasını istemiyordu. Beni bir kenara çekti ve bir dizi soru yöneltti: “Bu cinayet ne anlama geliyor? Sorumlusu hangi partidir? Bu koşullarda konuşma yapmamın Alman polisinin dikkatini çekeceğini düşünmüyor muydum?” Bu yaşlı adama, onu kırmamak için özen göstererek, “Benim konuşmamın bazı sorunlar doğurabileceğinden mi çekiniyorsunuz?” diye sordum. “Evet” dedi Bebel “itiraf edeyim ki, konuşmamanızı tercih ederim.” “Elbette” diye yanıt verdim, “bu durumda, konuşmam söz konusu olamaz.” Bu şekilde ayrıldık.
Bir dakika sonra, Liebknecht, sözcüğün tam anlamıyla koşarak yanıma geldi. Tarifsiz ölçüde heyecanlıydı. “Konuşmamanızı istedikleri doğru mu?” diye sordu. “Evet” dedim, “bu konuyu Bebel’le az önce hallettik.” “Yani kabul ettiniz.” “Nasıl reddedebilirdim,” diye yanıt verdim gerekçemi ortaya koyarak, “biliyorsunuz ki, ben burada ev sahibi değil konuğum.” “Başkanlık kurulumuzun bu davranışı tam bir rezalet, iğrenç, eşi görülmemiş bir skandal, sefil bir korkaklık!” vb., vb. Liebknecht öfkesini, Çar hazretlerini incitecek türden “gereksiz” sorunlar yaratmamasını ısrarla isteyen başkanlık kurulunun kuliste yaptığı uyarıları hiçe sayarak, Çarlık hükümetine acımasızca saldırdığı konuşmasında dışa vurdu.
Rosa Luxemburg, gençlik yıllarından beri, Polonya Sosyalist Partisinin “Lewica” (sol-kanat -çn.) olarak anılan devrimci kesimi ile birleşerek şimdilerde Komünist Partiyi kurmuş olan Polonyalı Sosyal-Demokratların lideriydi. Rusçayı güzel konuşabiliyor, Rus edebiyatını derinlemesine biliyor, Rus politik yaşamını günü gününe izliyor, Rus devrimcileriyle yakın bir ilişki içinde bulunuyor ve Rus proletaryasının devrimci adımlarını Alman basınında özenli bir biçimde açıklıyordu. Rosa Luxemburg kendine has yeteneğiyle, ikinci vatanı olan Almanya’da, sadece Alman dilinde değil, Alman politik yaşamının tam bir kavranışında da mükemmel bir ustalığa ulaşmıştı ve eski Bebelci Sosyal-Demokrat partide önemli bir konumdaydı. Orada daima aşırı sol kanatta yer almıştı.
1905’te, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sözcüğün gerçek anlamıyla Rus devriminin içinde yaşamışlardı. 1905’te Rosa Luxemburg, bir Polonyalı olarak değil, bir devrimci olarak, Varşova’ya gitmek üzere Berlin’den ayrıldı. Varşova kalesinden kefaletle salıverildiği 1906 yılında illegal olarak Petrograd’a geldi ve takma bir isimle hapisteki arkadaşlarını ziyaret etti. Berlin’e döndüğünde oportünizme karşı mücadelesini Rus devriminin yol ve yöntemlerini kullanarak iki katına çıkardı.
İşçi sınıfının üzerine çöken felâketlerin en büyüğünü, Rosa’yla birlikte yaşadık. İkinci Enternasyonal’in Ağustos 1914’teki utanç verici iflasından söz ediyorum. Üçüncü Enternasyonal’in bayrağını yine Rosa’yla birlikte açtık. Ve şimdi yoldaşlar, gün be gün yürüttüğümüz çalışmayla, her an Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un emirlerini izliyoruz. Eğer burada, hâlâ aç ve donmuş durumdaki Petrograd’da, sosyalist devletin büyük binasını inşa ediyorsak, Liebknecht ve Luxemburg’un ruhuyla davrandığımız içindir. Kızıl Ordumuz cephede ilerliyorsa, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un emirlerini kanla savunduğu içindir. Ordumuzun onları da savunamamış olması ne kadar acı!
İktidar orada hâlâ düşmanlarımızın elinde olduğundan, Almanya’da Kızıl Ordu yok. Bizse, büyüyen ve giderek güçlenen bir orduya sahibiz. Alman proletaryasının ordusunun saflarını Karl ve Rosa’nın kızıl bayrağı altında toplayacağı günlerin öngörüsüyle; Kızıl Ordumuzun dikkatini, Liebknecht ve Luxemburg’un kim olduklarına, ne uğruna öldüklerine ve onların anılarının her Kızıl asker için, her işçi ve köylü için niçin kutsal olarak kalması gerektiğine çekmeyi görevimiz addedeceğiz.
Çok ağır bir darbe yedik. Fakat yine de, gelecekten sadece umutlu değil eminiz. Bugün Almanya’da gerici bir dalga yükseliyor olmasına rağmen, kızıl Ekimin orada da yakın olduğuna inancımızı bir an bile kaybetmiyoruz. Bu büyük savaşçılar boşuna ölmediler. Ölümlerinin intikamı alınacak. Onların ruhları, haklarını alacak. Aziz ruhlarına seslenerek diyebiliriz ki: “Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sizler artık yaşamıyorsunuz, fakat aramızdasınız; güçlü varlığınızı hissediyoruz; sizin açtığınız bayrağın altında savaşmaya devam edeceğiz; mücadele saflarımızı sizin manevi heybetiniz kaplayacak! Dostumuz ve silah arkadaşımız Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht! Gün gelir ve devrim bunu gerektirirse, sizin canınızı verdiğiniz aynı bayrak altında, gözümüzü kırpmadan öleceğimize her birimiz söz veriyoruz!”
Ocak 1919
[Kaynak: Leon Trotsky, Political Profiles, New Park Publications, s.129-142]
link: Lev Troçki, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, Ocak 1919, https://marksist.net/node/1693
Marksist Tutum’a teşekkürler
Gündelik yaşamımızda birçok olay yaşarız ve bunlara bir yorum getiririz. Hem olayların değerlendirilmesinde, hem de yaptığımız yorumlarda, savunduğumuz fikirlerin tümüyle bize ait olduğunu düşünürüz. Oysa sınıf bilincinden yoksun olanların savundukları fikirler çoğunlukla kendi fikirleri değil, burjuvazinin fikirleridir. Biz işçiler bilinçsiz olduğumuz sürece, burjuva fikirleri kendi fikrimizmiş gibi savunup, sömürülmeye devam edeceğiz. Marksist Tutum tam 5 yıldır işçi sınıfına bilinç taşıyor. Sitedeki yazılar çok zengin bir içeriğe sahip. Siteye ilk girdiğimde, “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” şiarı çok dikkatimi çekmişti. Bizler yıllarca vatan millet edebiyatı ile büyütülmüştük. Şimdi nasıl olacak da, bütün ülkelerin işçileri birleşecekti? Vatanımızı bırakıp nerelerle gidecektik? Okuduğum yazılardan şunları öğrendim: Kapitalist sistem kâr üzerine kurulu bir sistemdir. Yaşaması işçi sınıfının artı-değerinin sömürülmesine bağlıdır. Kapitalist sitem bir dünya sistemidir ve yıkılması da ancak dünya çapında olacak bir şeydir.
Yine bu site sayesinde öğrendim ki, yıllarca bizlere vatanımız dedirttikleri yerler, aslında patronların pazar alanlarından başka bir şey değilmiş. Demek ki sermayenin dini, imanı, vatanı yokmuş. O zaman işçi sınıfının vatanı niye olsun ki! Patronların işçileri bölüp parçalamakta kullandıkları en etkin aracın milliyetçilik olduğunu, milliyetçiliğin negatifinin pozitifinin olmadığını öğrendim. İyi ki öğrenmişim. Milliyetçiliğin yükseltildiği bu dönemde bunları öğrenmiş olduğum için çok şanslıyım.
Sonra şunu öğrendim: emperyalizme gerçekten karşı olmak için aslında kapitalizme karşı olmak gerekiyormuş. Ben sadece ABD’ye karşı olmanın, emperyalizme karşı olmak için yeterli olduğunu düşünüyordum. Marksist Tutum’daki yazıları okuduktan sonra şöyle düşündüm: Ya Alman emperyalizmi, İngiliz emperyalizmi ve aslında tüm dünyayı kuşatan emperyalist sistem ne olacak? Demek ki emperyalizm kapitalist sistemin en son aşamasıymış!
Siteyi okumadan önce artık işçi sınıfı öldü, kapitalizm değişti diyorlardı. Bu konulardaki yazıları okuduktan sonra işçi sınıfın gittikçe büyüdüğünü, kapitalizmin bir sömürü sistemi olarak yerli yerinde durduğunu ve işçiler olmadan kapitalizmin asla yaşayamayacağını öğrendim. Marksist Tutum’dan daha birçok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum. Öğrendiğim önemli şeylerden biri de şuydu: İki sınıf, iki fikir var; ya işçi sınıfındansınızdır ya da burjuvaziden, bunun ortası yok. Bir diğeri ve en önemlisi ise, işçi sınıfını kurtuluşa götürecek devrimci Bolşevik bir önderliğin gerekliliği fikriydi. Bütün bunları bizlere öğreten Marksist Tutum’a teşekkürler.
Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık!
Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!
link: Gazi Mahallesinden bir MT okuru, Marksist Tutum’a teşekkürler, 28 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1524
Selam olsun inatçı devrimcilere
Politikadan böylesine uzaklaştırılmış genç nesillere sınıfımızın deneyimlerini ulaştırmaya çalışanlar kolay başarı beklemiyorlar. Ama işçi sınıfının bilimi olan Marksizmi ulaşabileceği en ücra köşeye ulaştırmak için her türlü çabayı ve emeği harcamaktan da asla geri durmuyorlar. Marksist Tutum sitesi burjuvazinin karanlık yüzüne rağmen insanlığın kurtuluşu mücadelesinde açılan aydınlık bir penceredir. Ben bu sitenin bana açılan penceresinde her geçen gün daha kararlı ve inatçı yüzler görüyorum. İşçi sınıfının insanlığın kurtuluşu uğrunda yürüttüğü mücadelesinde olumlu olumsuz pek çok deneyimi var kuşkusuz.
Burjuvazi kendi sınıf deneyimlerini biriktirmek ve aktarmak için olanak ve araçlarını gittikçe güçlendiriyor. Egemen sınıf, insanlığa düşman olan ideolojisini gencecik beyinlere kazıyacak mekanizmalarını geliştirirken biz de boş duramayız elbette. Tam da bu noktada, sarf edilen çabaların işçi sınıfının mücadelesinde nasıl önemli ve vazgeçilmez değerde olduğunu anlamak ve hakkını vermek zorundayız. Mücadelenin tarihsel deneyimi, Marksizmin vazgeçilmez temel ilkeleri, koca bir külliyat ve inanılmaz bir birikim oluşturuyor. Ama ne yazık ki doğru eller, devrim hedefiyle yoğrulan yürekler, bilimsel temellerde dersler çıkarmaya çalışan beyinler olmaksızın işçi sınıfına ve devrimcilere taşınamıyor.
Bunca tahrifata ve yok etme çabalarına rağmen, bir arkeologun tarihi bir eseri topraktan çıkarırken gösterdiği özenden çok daha fazlasını göstererek Marksizmi gün ışığına çıkaranlar, saygıyı ve sahiplenmeyi fazlasıyla hak ediyorlar. Marksist Tutum sitesinin emekçileri, ciddi bir politik birikimin somut ifadesi olan yazılarında ortaya koydukları doğru perspektiflerle bütün bu tarihsel deneyimden sınıfın ihtiyacı olan dersleri çıkarmayı beceriyorlar. Kuşkusuz en başta devrimcilerin, öncülerin ihtiyaç duyduğu derslerdir bunlar.
Bugün dünyada yükselen bir sınıf hareketinden söz edemeyeceğimiz bir gerçek. Ama diğer bir gerçek de kapitalizmin bu hareketten sonsuza kadar kaçamayacağıdır. Kapitalizmin mezar kazıcıları harekete geçtiğinde, hareketin öncülerinin doğru örgütlenme tarzı, doğru mücadele yöntemi ve bunların sınıf içinde kök salıp salmadığı da kapitalist sistemin mezara gömülüp gömülemeyeceğinin şaşmaz kıstası olacaktır. Emperyalist savaşların, Latin Amerika’daki gibi hareketlenmelerin doğru temelde değerlendirilmesi, doğru örgütlenme ve mücadelede ilkeli tutum, bugün işçi sınıfı devrimcilerinin edinmesi gereken en temel reflekslerdir. Çünkü bir kıvılcımla gözlerini kör edip, işçi sınıfını yine ağır bedeller ödeyeceği karanlık dehlizlere sürükleme lüksünü tarih kendine devrimci Marksist diyen hiç kimseye vermez.
Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum, adını Marksizme yaraşır bir biçimde, yorulmadan 5 yıldır taşıyor. Bu kararlılığın her daim korunabilmesini dileyerek, bu zorlu yolda devrimci bir inat, sebat ve birikimle çalışan Marksist Tutum emekçilerini bir kez daha coşkuyla selamlıyorum.
link: Kadıköy’den MT okuru bir sağlık işçisi, Selam olsun inatçı devrimcilere, 29 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1520
Almanya'dan selamlar
Ben üç kuruş maaş için gece gündüz demeden çalışan bir havaalanı işçisiyim. Dünyanın her yerinde olduğu gibi kendi sınıfımın yaşadığı sorunları ve dayatmaları Hanslarla, Joseflerle, Kemallerle birlikte yaşıyorum. Almanya’da her geçen gün artan milliyetçilik, işsizlik, artan hayat pahalılığı milyonlarca Alman işçisinin her geçen gün sabrını zorlamaya başlıyor. Geçen günlerde metal sektöründe başlayan grev uyarıları, otomotiv sektöründeki derin buhran, sağlık emekçilerinin eylemleri, Bonn Üniversitesindeki öğrenci eylemleri, yakın geleceğimizin dünyanın gerçek sahiplerine kollarını açacağını gösteriyor. Dünyanın bütün işçileriyle birlikte güneşi yakalayacağımız günlere biraz daha yaklaşıyoruz. Bütün yoldaşlara selamlar.
link: Almanya’dan bir işçi, Almanya'dan selamlar, 13 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1519
Hep beraber mücadeleye!
Çoğunuzun bildiği gibi 1 Mayıs, işçi ve emekçilerin burjuvaziye ve kapitalist sisteme karşı mücadeleyi yükselttiği günlerden biridir. Burjuvaziye karşı alanlara çıkıp ona gücümüzü gösterdiğimiz bir gün. Ama ne yazık ki, 2007 1 Mayıs’ında (özellikle 1977 1 Mayısının otuzuncu yıldönümünde) Türkiye işçi sınıfı bu gücünü kendi burjuvazisine gösterememiştir. Açlığın, yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin ve sömürünün iyice arttığı ve bir üçüncü dünya savaşının kapıda beklediği şu günlerde 1 Mayıs’ta alanların dolması daha da anlam kazanmışken, işçi sınıfı bunu gerçekleştirememiştir.
1980 öncesinde yükselen işçi hareketi ile kazanılan haklarımız elimizden teker teker alınıyor. İşçilerin mücadele ile kazandıkları, gerektiğinde canlarını feda ederek elde ettikleri haklarının çoğu artık yok! 1977 1 Mayısında İstanbul’un nüfusu dört milyondu ve alanda beş yüz bin kişi vardı. 2007 1 Mayısında nüfusu on beş milyon civarında olan İstanbul’da meydanlarda otuz bin kişi dahi yoktu! Bu bile sınıf hareketinin ne kadar geride olduğunu ve kazanımların neden kaybedildiğini gösteriyor.
1800’lü yılların sonlarında Amerikan işçi sınıfının sekiz saatlik işgünü talebiyle yükselttiği ve canlarını vererek kazandıkları bu anlamlı günün değeri çok büyüktür. İşçi sınıfı her 1 Mayıs’ta bütün dünyada alanları doldurarak taleplerini haykırmakta ve burjuvaziye karşı gücünü göstermektedir. Ama çoğumuz 365 günün bir gününde bile kendi taleplerimizi haykırmak için meydanlara çıkmaktan kaçınıyoruz.
Fakat burjuvazi bir sınıf olduğunu ve karşısındakinin onun sonunu hazırlayacak işçi sınıfı olduğunu hiç unutmuyor. Her sene olduğu gibi bu sene de 1 Mayıs için olağanüstü önlemler aldı ve uyguladı. Kolluk güçlerini yine alanlara çıkılmasını önlemek için ve alanlara çıkanları korkutmak için kullandı. Medyanın günler öncesinden yayınlamaya başladığı çatışma görüntüleri aracılığıyla insanlar korkutulmaya çalışıldı. Ve bunda da başarılı olundu. Ama korkunun ecele faydası yok. İşsizlik bize, açlık bize, sefalet bize, sömürü bize, 403 liralık asgari ücret bize, savaşta cephede ölmek bize, para için bedenimizi satmak bize, organ mafyası bize ve daha yazamadığım nice pisliğiyle bu aşağılık ve çirkef düzende yaşamak ve inleye inleye ölmek bize. Evet, işçi ve emekçi kardeşlerim, bunlar kaderimiz değil! Bütün bunlar yaşadığımız kapitalist sistemdir! Dünyanın büyük bir kısmı bu sefaleti yaşarken, küçük bir asalak gurubu bütün zenginliği paylaşıyor. Kaderimiz kendi ellerimizdedir. Önümüzde iki seçenekten başka bir yolumuz yoktur. Ya bu aşağılık sistemi ortadan kaldırmak için birleşip örgütlü mücadeleye girip, onurlu bir yaşam süreceğiz ya da önümüze ne konursa onunla yetinip onursuz bir yaşam süreceğiz. Seçimini birincisinden yana yapan biri olarak, gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakmak için hep beraber mücadeleye diyorum.
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
Yaşasın İşçilerin Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü 1 Mayıs!
link: MT okuru işsiz bir işçi, Hep beraber mücadeleye!, 10 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1518
Marksist Tutum 5 yaşında
Ben, bilinçsiz, örgütsüz, duyduğu her şeye inanan, kendi gücünü bilmeyen, işten eve, evden işe gidip, mücadeleden bihaber milyonları, yeraltında yaşayan, güneşin tadını, sıcaklığını bilmeyen, gözleri toprağın altında kalmaktan körleşmiş canlılara benzetiyorum. Bu körlükten kurtulup, olup bitenleri anlamaya çalışan işçilerin sınıf mücadelesine dair doğru kaynakları okuması gerekiyor. Kapitalist sistemin nasıl bir sistem olduğunu ve burjuva düzenin nasıl yıkılacağına ilişkin Marksist fikirleri özümsemesi gerekiyor.
Gerçek devrimci mücadelenin ve devrimci yayınların sayesinde işçiler bir sınıf olduklarını anlayabiliyor ve burjuvaziye karşı mücadele etmek için yüreklerini, emeklerini ortaya koyuyorlar. Kapitalist sistemi yıkmak için bilinçlenip örgütlendikçe nasıl kolektif davranıldığını, bireysellikten uzaklaşıldığını ve sabırlı bir mücadeleye katılındığını hep birlikte görüyoruz. Bunu sağlayan araçlardan biri de 5. yılını ve aslında bilincimizi dolduran, gözlerimizi açan MARKSİST TUTUM’dur.
Bugün milliyetçiliğin bu kadar pompalandığı bir ortamda işçilerin vatanının bütün dünya olduğundan, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerinden, grevlerden, direnişlerden, ezilen halkların mücadelesinden Marksist Tutum’u okuyarak haberdar olup bilinçlendik. ‘80 darbesi sonrası ve Sovyetler yıkıldıktan sonra yaşanan gericilik dönemi ve emperyalist savaşlar çağında, sınıfımızın deneyimlerini Marksist bir yöntemle analiz eden yazılara ekmek-su gibi ihtiyaç duyuyoruz. Burjuva siyasetin ve kapitalist sistemin gerçek yüzünün görülebilmesi için de Marksist Tutum her yazısıyla belleğimizi açmaya devam ediyor. Parçaları birleştirip, yaşananları bütünlük içinde analiz edip, işçi sınıfına yol gösteriyor. İşçi sınıfına her yerde yalan söyleyen burjuva medyaya rağmen gerçekleri ve sınıfımız için ne anlama geldiğini bizlere kavratan Marksist Tutum’a teşekkür ediyoruz. Gerçekleri öğrenmeye ve öğretmeye, Marksist Tutum okumaya ve okutmaya devam edeceğim.
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık!
link: Bostancı’dan MT okuru bir işçi, Marksist Tutum 5 yaşında, 12 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1509
Marksist Tutum’la beş yıl
Marksist Tutum sitesi tam beş yılı geride bıraktı. Bir bahar günü, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta yayın hayatına başladı marksist.com. Sınıfımızın o şanlı kavga gününde böyle bir sitenin açılması çok anlamlıydı. İlk kez marksist.com’a girdiğimde zengin içeriğini ve net sınıf duruşunu gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Marksist Tutum bu duruşunu ilerleyen yıllar içinde, içeriğini daha da zenginleştirerek hep korudu. Site, teorik, politik ve güncel gelişmeleri yorumlayan yazılarla dolup taştı. Güncel gelişmeleri Marksist bir bakış açısıyla değerlendirmek, günceli, geçmişe ve teorik olana bağlamak, Marksizmin bir kuram olarak daha kolay anlaşılmasını sağlıyor.
Marksist Tutum’un en temel özelliği, “Marksizm öldü” denilen bir süreçte ideolojik mücadeleyi yükseltmesi, Marksizm içinde biten ayrık otlarını temizlemesi ve işçi sınıfına Marksizmin berraklığını götürmesiydi. Devam eden aylar ve senelerde Marksist Tutum sitesi gerçekten de Marksizmin başvuru kaynağına dönüştü. Ortaya muazzam bir külliyat çıktı. Her geçen gün Marksist Tutum daha da zenginleşiyor. Üzerinde yaşadığımız topraklarda böylesi bir birikimin ortaya çıkması dikkat çekici bir gelişmedir ve eminim ki tarih bunu ileride yazacaktır.
Marksist Tutum gibi bir yayının varlığı biz işçiler için çok büyük önem taşıyor. İçinden geçtiğimiz ve solun ideolojik bilinç bulanıklığından kurtulamadığı bu karmaşık dönemde Marksist Tutum bizlere her açıdan rehberlik ediyor. Emperyalist savaş karşısında işçi sınıfının bağımsız sınıf siyasetini ortaya koyuyor ve Bolşevik geleneği sürdürüyor. Türkiye burjuvazinin iç kapışmaları karşısında işçi sınıfının nasıl bir tutum alması gerektiğini ortaya koyan Marksist Tutum, milliyetçiliğin yükseltildiği, solun da milliyetçilikten medet umduğu bir süreçte, katıksız enternasyonalist çizgisiyle işçi sınıfına yol gösteriyor. Beşinci yılını dolduran Marksist Tutum, sen çok yaşa ve biz işçilere devrimde yol göster!
link: Tuzla’dan MT okuru bir işçi, Marksist Tutum’la beş yıl, 5 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1507
Tüm Baskılara ve Polis Terörüne Rağmen 1 Mayıs
1977’den 2007’ye kadar geçen 30 yıl, bu topraklarda işçi sınıfının ne durumda olduğunu gözler önüne seriyor. Hepimiz biliriz 1 Mayıs’ın işçi sınıfının düzene karşı gücünü, örgütlülüğünü, birliğini sınama günü olduğunu. 1977 yılının 1 Mayısında Türkiye işçi sınıfı birlik olduğunda meydanları zaptedebileceğini görmüştü. Ama sorun sadece meydanları zaptetmekten ibaret değildi. Patronların tekelinde olan iktidarı zaptetmekti. Bu gerçeği ve bu gerçek karşısında nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini gösterebilecek bir önderlik yoktu o zaman. Ve bu, serpilip gelişen Türkiye işçi sınıfı için çok ağır sonuçlara yol açtı. Üzerinde gidilmesi gereken raya bir türlü oturamayan işçi sınıfı hareketi, bu durumdan yararlanan burjuvaziye büyük bir fırsat verdi. Hemen kolunu sıvayan burjuvazi, askeri gücünü yardıma çağırarak, 1980’in 12 Eylülünde bir karşı-devrimle işçi sınıfını ezmiş ve uzun yıllar sürecek bir karanlığın içine hapsetmeyi başarmıştı.
30 yıl! İşçi hareketinin güçlendiği o yıllarda gerçek bir Bolşevik önderlikten yoksun olan işçi sınıfının 30 yıldır başı eğik. Bu kadar yıl içinde elbette başını doğrultma denemelerinde bulunmayı ihmal etmedi. Ama bu denemelerden gerekli sonuçlar çıkararak bunları kendi kazanım hanesine yazmayı da başaramadı. Her geçen yıl örgütlülüğü eridi, küçüldü ve bugüne geldi. Sınıfın hafızası burjuva devletin ideolojik baskı araçlarının da katkısıyla büyük ölçüde silinmiş durumda.
Bu yılın 1 Mayısının daha iki gün öncesinde, Çağlayan meydanına bu kesimlerden birinin, üstelik darbeyi yapan tarafın çağrısı üzerine yüz binlerin doldurulması ve bunlar arasında işçi sınıfının unsurlarının da bulunması bu gerçeği gözler önüne serdi. Burjuvazi aynı mizanseni daha önce de 14 Nisanda Ankara’da sergilemişti. Alanda haykırılan ve bu kesimlerden en gerici olanının çıkarlarını yansıtan sloganlar, bilinçleri milliyetçilik zehrine bulanmış işçilerin ağzından da dökülüyordu. İşçiler düzen tarafından örgütlenerek alanlara doldurulmuştu. Alana ulaşmaları için her türlü kolaylık da sağlanmıştı.
Ama sıra işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda sloganlarını haykıracağı, darbecilerin cezalandırılmasını talep edeceği 1 Mayıs’a gelince, bu kez şehrin bütün yolları kesildi ve işçilerin eylem alanına ulaşmaları onlarca kilometre uzaktan başlanarak engellendi. Milliyetçilik zehrini yeterince bulaştıramadığı işçileri biber gazıyla zehirleyerek dağıtmaya çalıştı egemen sınıfın polisi.
Taksim meydanında 30 yıl önce dökülen kanın hesabını sormak isteyen on binlerce kişi 1 Mayıs sabahının erken saatlerinden itibaren şehrin giriş çıkışlarının ve ana caddelerinin kontrol altına alınması nedeniyle alana ulaşamadı. Polisin tüm vahşetine rağmen işçilerin ve devrimcilerin alana girme ısrarı karşısında, valilik ilerleyen saatlerde temsilcilerden oluşan bir grubun kısa bir anmayla sınırlı olmak üzere alana girmesine izin vermek zorunda kaldı.
29 Nisandaki “Cumhuriyet mitinginde” kitlenin “güvenliğini” sağlayan polis, bu defa 1 Mayıs için alana girmek isteyen işçileri vahşi bir biçimde dağıttı. Önüne kim geldiyse, çocuk, yaşlı veya kadın olduğuna bakmadan copladı ve gaza boğdu. Düzenin koruyucusu olan polis, pek “demokrat” hükümetin emriyle, görevini layıkıyla icra etti. “Bugün 1 Mayıs’tı ve tehlikeli bir gündü. İşçiler savaşların, yoksulluğun ve açlığın gerçek nedenini kavrayabilir ve öfkesini maazallah kapitalizme kusabilirdi. Buna engel olunmalıydı. İşçilere bir kez izin verdin mi bir daha önü alınamayabilir ve tehlike büyüyebilirdi. 30 yıl öncesinin hesabını soracak kadar densiz olan işçilerin kafasına copu indirdin mi bak bakalım bir daha geçmişi hatırlayabilirler miydi?” İşte burjuva devlet böyle düşünerek tüm öfkesiyle saldırdı işçilerin ve devrimcilerin üzerine.
Çünkü burjuvazi ve onun devleti, bir gün işçi sınıfının öfkesinin önünü alamayacağından korkuyor. Yaptıkları katliamların hesabının sorulmasından korkuyorlar. Düzenlerinin tehlikeye girmesinden korkuyorlar. Burjuvazinin sahip olduğu zenginlikleri üreten işçi sınıfının, bu zenginliği gerçek sahiplerinin kullanımına sunmasından korkuyorlar. Hor gördükleri işçilerin yeter deyip dümeni ele almasından korkuyorlar. Onlarınki mülkiyetlerini koruma sevdası. Bizimkiyse sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya yaratma sevdası. Onlar böyle gelmiş böyle gider diyorlar, biz böyle gitmesine izin vermeyeceğiz diyoruz. İşte büyük çatışma da buradan kaynaklanıyor.
1 Mayıs’ta İstanbul’da yapılan diğer bir miting ise Kadıköy’deydi. Düzen savunuculuğunu kendine iş edinmiş sendika bürokratları, burada da görevlerini yerine getirmeye çalıştılar. “Suskun Tük-İş istemiyoruz” diyerek bürokratları protesto eden Tuzla Deri-İş üyesi işçiler, yine sendika bürokratları aracılığıyla susturulmaya çalışıldılar.
Biz Marksist, enternasyonalist işçiler biliyoruz ki, işçi sınıfı asıl hedefine kilitlenip bu hedef doğrultusunda örgütlü gücünü yükselttikçe değil Taksim’i, tüm dünyayı kazanacaktır. Bunun içinse öncelikle dünyayı kazanmanın aracını yaratmak gerekiyor. Yaşasın bu aracı yaratma yolunda biz işçileri aydınlatan Marksizmin, Bolşevizmin ışığı!
link: İstanbul’dan bir MT okuru, Tüm Baskılara ve Polis Terörüne Rağmen 1 Mayıs, 2 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1499