Sayfalar
Marksist Tutum’a, İşçi Sınıfının Militan Duruşuna Selam Olsun!
Marksist Tutum yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. 10 yılını geride bırakan, işçi sınıfı içinde var gücüyle çalışan ve gerçek anlamıyla ter akıtan devrimci bir perspektif. Marksist Tutum’un varlığıyla saflarımızı öğrendik, düşmanımızı tanıdık, enternasyonalist bir sınıf olduğumuzun gücünü hissettik. Marksist Tutum’un kızıl feneriyle yönümüzü belirledik. Bu çizgi Lenin’in kılavuzluğunu sürekli canlı tutuyor. İşçi sınıfı içinde sabırla çalışmanın ne demek olduğunu, Bolşeviklerin kitlelerle olan sıkı bağlarını bilincime kazıyor.
Başta Elif Çağlı ve Mehmet Sinan olmak üzere tüm Marksist Tutum yazarlarına sonsuz saygı ve selamlarımı yolluyorum. Sınıf mücadelesine omuz veren bütün dostlarıma, kardeşlerime koca bir selam olsun. Burjuvazinin zindanlarında direnen, bizlere selam gönderen devrimci tutsaklara selam olsun. Selam olsun Marksist Tutum’a!
Bu Bir Çağrıdır
kara bulutlar dağılır üstümüzden sen varsan güneş astarını aralar kara buluttan be hey güzel kardeşim umut senin olduğun her yerde gülüşlerinde özverinde alınterinde düşlediğin yarınlarınla kavgana katıl kurtuluşun için aç kalmamak üç kuruşa ölmemek için bilinçlendikçe sen ne güzel ne kadar müthiş meyveler vereceksin bak fenerine kızıl kızıl yolunu aydınlatıyor ne bekliyorsun hadi durma katıl onun ışığına

link: Ankara’dan bir işçi, Marksist Tutum’a, İşçi Sınıfının Militan Duruşuna Selam Olsun!, 20 Şubat 2013, https://marksist.net/node/3194
Cezaevinden Yeni Yıl Mesajı
Erzurum H Tipi Hapisanesindeki bir devrimci tutsaktan aldığımız yeni yıl mesajını, tüm devrimci tutsakların yeni yıllarını kutlayarak ve onlara komünist selam ve sevgilerimizi göndererek yayınlıyoruz.
Merhabalar sevgili Marksist Tutum emekçileri,
Her birinizi selamlayıp, düşdaşlığın sımsıcak duygularıyla kucaklayıp öpüyorum. Yeni mücadele yılınızı komünarca coşkumla selamlayarak kutluyorum.
Yeni yılın, 2012 ve önceki yılların hata ve eksikliklerinden öğrendiğimiz ders ve deneyimlerle, Dünya Komünü düşümüzün maddileştirilmeye bir adım daha yakınlaştığı bir yıl olmasını diliyorum. Bu ortak düşümüzü gerçekleştirme mücadelesinde yakına ama maddi şekilde ileriye adım atan, atmaya çalışan, dünyanın dört bir yanında bu amaçla mücadele eden tüm düşdaşlara komünarca duygularla sonsuz başarılar diliyorum.
Yeni mücadele yılının hepimize esenlikle, özgürlüğün ve yeni umutların büyütüldüğü günler getirmesi temennilerimle…
Sevda güzelliğinde nice yeni yıllar sizlerin olsun!
Komünarca selam ve sevgilerimle
H.S.
Not: Yeni yıl mesajımın özeti niteliğindeki akrostiş tarzda yazılan bu didaktik şiiri tüm düşdaş yüreklilere ithaf ediyorum.
Nasıl Yapmalı
Güneşi umuda doğurtan ebe düşdaşlar
Üleştirmeliyiz sorumlulukları yüksünmeden
Nasıl yapmalı demeliyiz her gün yeniden
Ezberlerle kavranamıyor yaşam ağacı
Şimdi praksis; nano, kuantum, Higgs
İşte bilimin yeni ufukları
Notaları yeniden sentezlemeliyiz
Oktav oktav yeni paradigmayı bestelemeliyiz
Ğéles, gövermeli günün içinde yarınlarımız
Laşer olup akmalı kulaklara senfonimiz
Umutlandırmalı kainattaki ezilen umutsuzları
Ğéles: Kurtuluş (Dersimce)
Laşer: Coşkun sel (Dersimce)

link: okurlarımızdan, Cezaevinden Yeni Yıl Mesajı, 23 Ocak 2013, https://marksist.net/node/3180
Kapitalizme Karşı Mücadelede Kitleleri Biz Örgütleyeceğiz!


Sınıf mücadelesinde bizlere ışık tutan marksist.com sitesinin 10. yılını en içten devrimci duygularımızla selamlıyoruz. Bizler farklı dönemlerde Marksist Tutum’un fikirleriyle tanışmış ve bu fikirleri kendine ilke edinmeye çalışan bir grup işçiyiz. Bu fikirlerin daha çok insana ulaşması ve mücadelenin daha ileriye taşınması için çaba harcıyoruz.
Avrupa’da, Afrika’da ve aslında tüm dünyada sınıf mücadelesinin yükselmeye başladığı son yıllarda kitleler kapitalizmin çürümüşlüğüne karşı ayağa kalkıyor ve “başka bir dünya mümkün” diyorlar. Bizler de o dünyanın sosyalist bir dünya olacağının bilincindeyiz ve onu mümkün kılmak için sınıf temelinde mücadeleyi büyütmeye çalışıyoruz. Bu yazıyı yazmamıza vesile olan Marksist Tutum dergisinin 88. sayısındaki bir yazıda denildiği gibi “işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde ihtiyaç duyduğu devrimci örgütlülüğü ulusal ve uluslararası ölçekte yaratacak olanlar, Bolşevik bir tarzla ve ruhla sınıf içinde sabırla çalışma yürütenler olacaktır”. Bizler de bu yolda yürüyeceğiz. Bugün kapitalizm krizde, emperyalist savaşlar yayılıyor, neo-liberal saldırılar işçilere hayatı dar ediyor. Ama işçiler buna karşı genel grevlerle, kitlesel gösterilerle, “işgal et” hareketleri ve devrimci durumlarla düzeni sarsıyor. Bütün bu hareketliliği yönlendirebilecek sınıf temelinde devrimci bir önderlik olmadığı için, söz konusu kendiliğinden hareketler ya reformizmin kıskacında kalıyor ya da sönümleniyorlar.
Amerika’yı tekrar keşfetmeye gerek yoktur. Bugüne kadarki mücadele deneyimlerinden ve yenilgilerinden yeterince ders çıkarılmıştır. Tekrar tekrar yenilmeye gerek yoktur. Tüm bunlar devrimci Marksizmin süzgecinden geçmiştir. Marksist Tutum ayakları yere sağlam basan, sabırlı ve güçlü adımlarla ilerleyerek bizlere yol göstermeye devam ediyor.

link: Tuzla’dan Marksist Tutumcu işçiler, Kapitalizme Karşı Mücadelede Kitleleri Biz Örgütleyeceğiz!, 21 Ocak 2013, https://marksist.net/node/3176
İşçilerin Şanlı Ekim Devrimi


İşçi sınıfı, bundan 95 yıl önce Rusya’da Bolşevik Partinin öncülüğünde iktidarı ele geçirdi. Tüm zamanların en etkili başkaldırısı olan Bolşevik Devrimi, dünyadaki sömürücü azınlığa müthiş bir korku salmıştı. Böylelikle egemenlerin savaşları, talanları ve yalanları yerle bir edilmiş, sosyalizmin taşları döşenmeye başlanmıştı. Özellikle de emperyalist savaşı durduran, daha fazla kardeş kanı dökmeyi reddeden işçiler, öncüleriyle birlikte dünyaya parıldayan kızıl bir fenerin ışığı oldular. Bütün ülkelerin işçilerinin sempatiyle karşıladıkları devrim, özellikle de Avrupa’yı etkisi altına almıştı. Avrupalı işçiler Rus işçi kardeşlerinin barış elini tutuyor, fabrikalardan alanlara sel olup akıyorlardı.
1917 Ekim Devrimi bugün de kriz içinde debelenen dünya egemenlerinin kâbusu olmaya devam ediyor. Marksist Tutum, Ekim Devriminin ve onu var eden bilinçli işçilerin aydınlattığı yolda ilerlemeye devam ediyor.
Burjuvazi, Ekim Devrimini yıllardır karalıyor. Öncüsü Lenin’i ve Bolşevik Partiyi kitlelere öcü gibi göstermeye çalışıyor. Oysaki bu tam bir aldatmacadır. Bolşevik Devrimi işçi sınıfının burjuvaziyle hesaplaşmasıdır. İşçileri hiçe sayan asalaklara verilmiş en büyük derstir.
Biz işçilere düşen görev de bu eşsiz tarihimize sahip çıkmak, onun ışığıyla aydınlanmak ve bir kez daha patronların karşısına dikilmek olmalıdır. Kardeşler! Ekim Devriminin öğretileriyle donanmak ve örgütlenmek; sömürüye, haksız savaşlara, ölümlere karşı durmak demektir. İşçi olmanın bilincine varmak demektir. Ekim Devriminin ışığında öğrenelim, öğretelim, örgütlenelim.
Şan Olsun Ekim Devrimini Yaratanlara!
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği!

link: Ankara’dan bir grup işçi, İşçilerin Şanlı Ekim Devrimi, 17 Kasım 2012, https://marksist.net/node/3129
Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum On Yaşında!


Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum şiarıyla yayın hayatına başlayan web sitemiz on yılını geride bıraktı. Marksist Tutum, işçi sınıfı hareketine Marksizmin sesini ve duruşunu taşıma iddiasıyla yola koyuldu ve bu hedefinden bir an olsun ayrılmadı. Milliyetçiliği değil enternasyonalizmi, ülkemizde ve dünyada son derece yaygın olan küçük-burjuva sosyalizmini değil Marksizmi, işçi sınıfının devrimci çizgisini bayrak edinen Marksist Tutum, kendini dar bir entelektüel çabayla sınırlamak yerine işçi sınıfına seslenen ve ondan beslenen bir anlayışa sahip oldu, olmaya devam edecek.
Haber portalı işlevi gören ya da teori üretmek adına eski dogmaları tekrarlayan çeşitli politik sitelerden farklı olarak çok geniş bir alandaki sorunlara teorik ve politik açılımlar getiren Marksist Tutum, bu on yıl içinde sürekli artan bir okur ilgisine mazhar oldu. Sitemizin muazzam bir Marksist kaynak olduğunu, sitemiz sayesinde felsefeden güncel politikaya pek çok konuda zihinlerinin açıldığını, sorunları gerçek Marksizm penceresinden değerlendirerek solun alışılageldik yaklaşımını ve kalıplarını yıktığımızı dile getiren okurlarımıza her gün yenileri eklenmeye devam ediyor.
Marksist Tutum, 60’ların ve 70’lerin devrimci yükselişinden aldığı ateşle 80’ler ve 90’ların karanlığı içinden geçerek gerekli dersleri süzmüş proleter devrimcilerin bir ürünüdür. Marksist Tutum’un en önemli yönü burasıdır. Marksist Tutum 12 Eylül faşizminin karanlığı içinde ve “sosyalizm çöktü” denilen yıllarda, çökenin ne olduğunu, devrimci hareketin neden gerilemeye yüz tuttuğunu analiz edebilmiştir. Türkiye sosyalist hareketinin özellikle başarısız bir sınav verdiği bu dönemde Marksist Tutum yüzakıyla bir çıkış yolu çizmiştir. Ne dünyada ve Türkiye’de esen Marksizm ve sosyalizm düşmanı liberal rüzgârlara boyun eğmiş ne de geçmişin ciddi sorunlarını devrimci bir tarzda sorgulamaktan kaçınmıştır. İşte Marksist Tutum’un açtığı yolun anlamı ve değerinin asıl olarak burada olduğunu düşünüyoruz. Bu çizgiler üzerinde ilerleyerek Marksist Tutum Stalinizmin tahrifatlarına, burjuva ideolojisinin Marksizme sızma çabalarına karşı mücadele içinde gelişip serpildi. Bugün bu proleter devrimci çizginin bayrağı işçi devrimciler tarafından grevlerde, gösterilerde, mücadele alanlarında dalgalandırılıyor.
Marksist Tutum
----------------------------------
marksist.com On Yıldır Yolumuzu Aydınlatıyor!
Öylesine çirkef, her tarafından pislikler saçan bir düzende yaşıyoruz ki, her geçen gün sanki insanlığı daha bir karanlığa çekmek istiyor. Adına kapitalizm denen bu çürümüş sistem, sınıfların, sömürünün olduğu, egemenlerin emperyalist çıkarları uğruna savaşlar başlattıkları, zerre kadar tereddüt etmeden haince gerçekleştirdikleri katliamlarda milyonlarca masum insanın kadın çocuk demeden yaşamlarına son verildiği bir düzen. Her gün iş kazası haberleriyle sarsılıyoruz bir taraftan da. Yüreklerimiz acıyla, kederle burkuluyor. Aslında etrafına pis kokular saçan bu düzenin insanlığı barbarlığa sürükleyen yanları saymakla bitmiyor.
Ama yok, artık bu böyle gidemez, gitmemeli diyoruz! Bunca acı, kahır yaşarken nasıl gözlerimizi kapatırız, nasıl duymamazlıktan geliriz ki? Peki, ama ne yapmalı diye soruyoruz kendimize. Bir yerden başlamalıyız bu bozuk düzenle savaşmaya. Şanslıyız ki, enternasyonalist komünist bir çizgiyi savunan ve insanlığın kurtuluşu yolunda enternasyonalizm bayrağını yükselten, yürekleri bu köhne düzeni değiştirme tutkusuyla çarpan bir örgütlülük var. Yayın çizgisiyle işçi sınıfına ve onun öncülerine yol gösteren marksist.com var. Bu karanlığın içerisinde bir yıldız gibi parlayan, rüzgâr ne yandan eserse essin doğru bildiği yoldan şaşmayan, savrulmayan marksist.com tam 10 yıldır ilkeli tutumuyla yol gösteriyor. Kapitalistlerin türlü oyunlarının, sermayenin çıkarları doğrultusunda izlenen politikaların teşhirini yapıyor, işçi sınıfının izlemesi gereken siyaseti, alması gereken tutumu ortaya koyuyor.
Derinleşen krizle birlikte kitleler bu düzenden rahatsızlıklarını ortaya koyuyor. Avrupa’dan Ortadoğu’ya, ABD’den Uzakdoğu’ya varana dek işçi emekçi kitleler isyan ediyor, değişim istiyorlar. Ama bir şey eksik. İşte tam da böylesine bir süreçte işçi sınıfına devrimci Marksist temelde yol gösterecek bir önderliğe ihtiyaç duyuluyor. Türkiye işçi sınıfı olarak ne şanslıyız ki, reformizme karşı mücadele bayrağını açan ve hemen her konuda işçi sınıfının devrimcilerine, işçi-emekçi kitlelere ilk günkü kararlılığı ve azmiyle yol gösteren bir örgütlülük var. Yeryüzünde insana dair tüm güzelliklerin yaşanacağı bir dünya ancak böylesine bir mücadele hattıyla mümkün olabilir. Bize bu şansı verdiği için marksist.com’a 10. yılında bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Selam olsun bu çizgiyi yaratanlara ve yaşatmakta olanlara!
Tuzla’dan bir Marksist Tutum okuru
---------------------------------
marksist.com Sitesi On Yaşında
On yıl! Dile kolay. On yılda dünyada çok şey yaşandı, çok şey değişti, ancak Marksist Tutum ilkelerinden taviz vermeden on yıl önceki gibi işçi sınıfının yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Değişen dünyayı bizlere anlatırken yaşanan olaylara nasıl bakmamız gerektiğini öğretiyor. Dünya çalkalanıyor. Bir tanıdığım “hâlâ aklım almıyor, dünya düdüklü tencere gibi patladı patlayacak, peki bu insanlar niye duruyor? Neden harekete geçmiyor” diyerek şaşkınlığını dile getirmişti.
Kapitalist kriz büyüdükçe büyüyor ve beraberinde savaşları, açlığı, yoksulluğu, işsizliği de büyütüyor. Peki, tüm bu yaşananlar karşısında işçi-emekçi kitleler hiçbir şey yapmıyor mu? Elbette yapıyor. Sokaklara dökülüyor, ayaklanıyor, hükümetleri, diktatörleri deviriyor. Ancak yerine ne getireceğini bilmediğinden kazandıklarını tekrar burjuvaziye teslim ediyor. Biz emekçiler dünyada bir avuç asalağın karşısında milyarlarız. Onları tükürüğümüzde boğarız. Ancak birlikte nereye tüküreceğimizi iyi bilmemiz gerekiyor. Bunun için işçi sınıfının örgütlülüğüne ihtiyacımız var. Marksist Tutum bizlere işçi sınıfının tarih bilincini aktarıyor. Birlik olunca neleri kazandığımızı, nasıl kazandığımızı anlatıyor. Dünyaya barışı, insanlığı işçi sınıfının getireceğini anlatıyor. Kapitalist düzen yıkılırsa her gün milyonlarca bebeğin açlıktan ölmeyeceğini anlatıyor. Anaların gözyaşlarının dineceğini anlatıyor. Temel Görüşlerimiz ve Platformumuz’da şunları söylüyor: “İnsanlığı bir yıkıma sürükleyen uluslararası kapitalizme son verebilme yeteneğine ve olanaklarına sahip gerçekten devrimci tek sınıf proletaryadır.”
İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
-------------------------------------
Marksist Tutum’la Güçleniyoruz
Marksist Tutum 10 yıldır önümüzü aydınlatıyor. Geçmiş deneyimlerin dersleriyle yaşananlara nasıl tepki vermemiz gerektiğini öğretiyor, geleceğe dair çizdiği tablo ile ileriye hazırlıklı olmamızı sağlıyor. Bir sınıfın ferdi, bir kavganın neferi olduğumuzu kavratıyor. İçinde bulunduğumuz sınıf savaşında safımızı güçlendirmek için, işçi kardeşlerimizi safımıza katmak için hangi tavır ve tutumları göstermemiz gerektiği yönünde eğitiyor. İnsanlığı günden güne yıkıma götüren bu kahrolası kapitalist sistemin yerine insanın mutlu ve huzurlu yaşayacağı bir dünya yaratmamız gerektiğini, en önemlisi böyle bir dünyayı nasıl yaratacağımızı öğretiyor.
Son 10 yıldır yaşananlar korkunç! Milyonlarca insan emperyalist savaşın ateşi içinde. Milyonlarcası da bu ateşin korkusuyla yaşıyor. En demokratik olduğu iddia edilen ülkelerde bile baskıcı uygulamalar arttırılarak işçi sınıfı baskı altına alındı. Hükümetler baskıcı uygulamaları arttırdıkça arttırıyor. Milyonlar aç, milyonlar işsiz. Kriz, açlık, savaş derken insanlar ruhsal olarak da derin çöküntülere giriyor. İntihar oranları en gelişmiş ülkelerde bile giderek artıyor.
Pandoranın kutusu açılmışçasına kapitalist sistemin tüm kötülükleri ortalığa saçılmış durumda. Ama umut var hâlâ! Kitleler artık bu şekilde yönetilmek istemiyor. Arap halkları haklı isyanlarıyla despotları devirirken bu isyan tüm dünya işçi ve emekçilerine umut oldu. Hindistan’da, Çin’de, Amerika’da, Yunanistan’da, İspanya’da ve dünyanın birçok yerinde işçi sınıfı daha fazla sömürülmemek için ayakta. Dünyada yeniden bir heyula dolaşıyor! Egemen sınıf yönetemiyor ve kapitalizmin çanları çalıyor. Ama tarih boyunca zalimler iktidarı kendiliklerinden ezilenlere vermediler. Saltanatlarının sürmesi için ölümüne direndiler.
İşçi sınıfı, tarihi boyunca çeşitli kereler kapitalist düzene karşı isyan etti. Ekim Devrimi örneğiyle bu isyanı hangi araçla yaparsa başarıya ulaşabileceğini de gösterdi. Günümüzdeki isyanlar da bunu gösteriyor: İşçi sınıfının bağımsız siyasetini kendine yol olarak çizmiş bir örgüt olmadan işçi sınıfının iktidarı alması mümkün değil.
Marksist Tutum bize, mücadele et, örgütlen, bilinçlen, bilgiyle donan, bilimsel yaklaş, disiplinli ol, sabırla öğret, kararlı ve net ol, çelik gibi güçlü ol dedi. Önümüzdeki mücadele günlerine daha güçlü katılmak, işçi sınıfına öncülük edebilmek Marksist Tutum’un ışık tuttuğu yolu daha iyi kavramaktan geçiyor. Bu yola daha bilinçli katılmak, safımızı güçlendirmek gerekiyor. Bunun için de işçi sınıfının içinde daha dinamik çalışmak gerekiyor.
İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir eğitim işçisi

link: Marksist Tutum, Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum On Yaşında!, 11 Ekim 2012, https://marksist.net/node/3097
Aile ve Korku


1 Mayıs’ta İstanbul’da Taksim Meydanı alabildiğine coşkulu bir kalabalıkla, hınca hınç dolmuştu. İşçiler, emekçiler, toplumun bütün ezilen kesimleri, taleplerini haykırmak için toplanmışlar ve Taksim Meydanı’na üç koldan yürümüşlerdi.
Bu yıl, 1 Mayıs’a ilk defa katılan işçilerin sayısı da oldukça fazlaydı. Bu alana gelmeye karar verdikten sonra, o günün nasıl geçeceğini merak eden işçilerin heyecanı artıyor ve belki de içlerini hafiften de olsa bir korku sarıyordu. Belki de ilk defa haksızlıklara karşı alanda bir araya gelecek ve binlerce işçi ve emekçiyle aynı şeyleri haykıracaklardı. Günler geçtikçe, televizyonlarda şiddet görüntüleri yayınlandıkça, “acaba ne olacak?” sorusu kafaları daha fazla meşgul etmeye başlıyordu. Heyecanın yerini kararsızlık alıyordu.
Bu kararsızlığın nedeni, devletin korku yaratma politikaları ve bu politikalardan etkilenen ailelerdi. Sermaye devletinin medyası, günler öncesinden üzerine düşen görevi yapıyordu. Olaylar çıkacağı ve ortalığın karışacağı düşüncesini yayıyordu. 1 Mayıs’a “katılmayın” diyordu. Ailelerse, 1 Mayıs’a gidecek çocuklarına “başına bir iş gelir” diyerek izin vermiyordu. Korkuya kapılan aileler, çocuklarının 1 Mayıs’a ve bu tür eylemlere katılmalarını istemiyorlardı. Kimisi sütünü helâl etmiyor, kimisi çocuğunu evlâtlıktan reddediyordu.
Her şeye rağmen birçok işçi bütün bu engelleri aşıp, işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’a katıldı. Bu işçiler alanda gördükleri kalabalık ve coşkunun da etkisiyle zincirlerini kırmış olmanın haklı gururunu yaşadılar. Devletin yaydığı korkuyu yenmişlerdi. Bir günlük de olsa özgürlüğün tadına varıyorlardı.
Devlet, tüm kurumlarıyla adaletsiz bir yaşamı kabul etmemiz için bizi ikna etmeye çalışıyor. Sermaye partileri, medyası, yasaları, mahkemeleri, askeri ve polisi ile bizim üzerimizde etkili olmaya çalışarak bütün bu haksızlıklara boyun eğmemizi istiyorlar. Sermaye partileri bizi kandırıyor, medya kafamızı karıştırıyor, mahkemeler ve kolluk kuvvetleri bizi korkutuyor. Bunlarla beraber işçi aileleri de bu korkudan nasibini alıyor. Ailelerimiz, daha biz çocukken bu yasaklara alışmamızı ve “vatana-millete hayırlı” olmamızı, birer köle gibi fabrikalarda ezilmeye isyan etmememizi istiyorlar.
Devlet, toplumun bütün kesimleri üzerinde estirdiği terör yüzünden, insanların üzerinde öyle bir korku yaratmış ki, bu korku asırlardır aşılamamış durumda. Bu korkuyla yaşamaya alışan kuşaklar, kendi çocuklarına kendileri gibi yaşamalarını öğütlemişler, başka bir şeyi değil. Ondandır ki bugün hak arama mücadelelerinde yerimizi almaktan çekiniyoruz. Böyle bir mücadeleye kalkıştığımızda, ilk önce karşımıza ailemiz çıkıyor. 1 Mayıs’tan bir gün önce, hizmet sektöründe çalışan iki çocuk annesi bir işçinin yaşlı kaynanası, akşamdan evine geliyor ve diyor ki “sakın yarın bir yere gitme, gidersen bana kim bakacak, ben yalnız kalamam”. 1 Mayıs’a gideceğini söyleyen genç bir işçi de babasından şu sözleri işitiyor: “Hayır hiçbir yere gidemezsin, eğer gidersen akşam bu eve ayak basamazsın!” Bir anne ise 1 Mayıs’a gitmek isteyen kızına, “sana sütümü helal etmiyorum, istersen git” diyerek engellemeye çalışıyor. Üzerine kapı kilitlenen, dayak yiyen ve daha birçok yasaklama ve baskı ile karşılaşan gençler işçi ailelerinin çocuklarıdır.
İşçi sınıfının gençleri korku duvarlarını aşıyor ve hak arama mücadelelerinde yerini alıyor. Baskı altında tutulan gençlerin “görmeyin” denilen gerçekleri görmelerini engellemek artık mümkün değil. Bu ülkede de, dünyada da işçi ve öğrenci gençler sokaklara çıkıyorlar ve bu düzene öfkelerini haykırıyorlar. Baş kaldırıyor insanlık, içinde bulunduğu duruma. Sen köşesinde öyle sessiz kalan işçi kardeş, haydi, yasakları aşma sırası sana geldi. Bu düzeni ortadan kaldırmak için senin de öfkene ihtiyacımız var. İsyan bayrağını birlikte yükseltelim!

link: Gazi Mahallesi’nden bir işçi, Aile ve Korku, 19 Haziran 2012, https://marksist.net/node/3035
Devrimci Tutsaklardan Marksist Tutum’a 1 Mayıs Kutlaması
Erzurum Cezaevindeki devrimci tutsakların, Marksist Tutum şahsında tüm dünya proletaryasının 1 Mayıs’ını kutlayan umut, coşku ve mücadele azmiyle dolu mektuplarını aşağıda yayınlıyoruz. Biz de onların ve onların şahsında tüm devrimci tutsakların 1 Mayıslarını kutluyor ve her birini özgür bir dünya inancıyla, devrimci coşku ve dostlukla selamlıyoruz.
1 Mayıs, Yek Gulan
Maviliğin sonsuzluğuyla Uçsuz bucaksız Yıldızlar tarlası Ve kirletilen bir yeryüzü Düzenin çürümüşlüğüyle Nükleer felaketlerle boğuşan Doğanın gazabına uğrayan İşkence tezgahlarından geçen Asılan, vurulan Sömürülen, inkar ve sürgün edilen Katliam, soykırım ve zulme uğrayan Yürekleri tutuşan Dilleri kurumuş Gözleri kan çanağına dönmüş Fabrikada, tarlada Madende, inşaatta Ölümün rengiyle karşılaşan ve tadan İşi elinden alınan Açlığa terk edilen İşçiler, emekçiler Ve ezilen halklardır Dünyanın gerçek sahipleri de Yine onlardır İnsanların insanca yaşayacakları Sınırsız, sömürüsüz, sınıfsız Ve çocukların yüreğine Kurşunların sıkılmadığı Yeni bir dünyayı da kuracak olan Onların kendileridir… Kimi dönekler boyun eğer Kimisi sendikal bürokrasiyle, Emeği asalaklara peşkeş çeker Ve çakal sofrasına Meze olur Kimisi de önlerine atılan Kemiğin yalayıcısı olup İşçileri emekçileri Sırtından hançerleyerek Sermaye çarkının Yağlayıcısı olur Asırlardır Sömürgeci düzen İnsanı öğütüp Tüketmeye devam etti Hep insan kanını emerek Çarkını döndürdü 1885’te Ezilenler Chicago’da Ezenlerle kavgaya durdu Oluk oluk kan aktı Binbir bedel ödeyerek Büyük bir mevzi kazanıldı Ezilenler toprağa düşen Tüm kızıl yüreklerin Hesabını sordu Hesabını sormaya Devam ediyorlar 1889’da Proleter yürekler birleşir Sermaye düzen bekçileri vurdukça Proleterler Safları sıklaştırdılar Her faşist saldırıda Kenetlenip çelikleştiler Ustaların ışığıyla Suyunu alarak Sertleştirdiler Düzenin zulmüne karşı Daha da büyüdüler Bilinçlenip örgütlendiler Ve sınıf kavgasını Büyütmeye ant içtiler 1 Mayıs, Yek Gulan Emeğin ve onurun sahiplendiği Sınıf mücadelesini yükseltmenin Birlik dayanışma ve kavgayı büyütmenin adıdır… 1 MAYIS Kızıl yüreklerin sel olup alanlara akarak Özgür yarınlara sıkı sıkıya Sarılmanın günüdür… Biz Devrimci Sosyalist tutsaklar Yüreğimizi size gönderiyoruz Yüreğinizle birleştirip Alanlara hep birlikte İnsan seli olup akalım Kızıl güneş avcumuzun içindedir…
Bu inançla siz dostlarımız olan Marksist Tutum'un tüm emekçilerinin şahsında tüm dünya proletaryasının 1 Mayıs direniş bayramını yürekten kutluyoruz. Cejna Yek Gulan ji boyna we u karkerân hemo cihanera piroz be.
1 Mayıs'ın tüm kızıl karanfillerinin şahsında 6 Mayısta Denizleri, 18 Mayısta komünist önder İbrahim Kaypakkaya'yı, Enternasyonal Haki Karer'i, ateşin ve güneşin çocukları olan dörtleri, devrim ve sosyalizmin tüm kızıl yüreklerini saygıyla anıyoruz, anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.
Yüreğimizin olanca sıcaklığıyla, umutla, dirençle ve sevgiyle o proleter yüreğinizi selamlıyoruz. Sevgi ile, umut ve inatla kalın. Serkeftin.
Yaşasın 1 Mayıs, Biji Yek Gulan!
Yaşasın devrimci enternasyonal dayanışma ve proletarya kardeşliği!
Yaşasın devrim ve sosyalizm!
Azad
------------------------------------
Sınıf Mücadelemizin Bayramı 1 Mayısınızı Komünarca Coşkumla Kutluyorum
Merhabalar sevgili dostlar,
Palandöken'in beyazlarından soyunup, baharın ve yeni başlangıçların yeşillerini kuşandığı eteklerinden, sizlere yazın ve umudumuzun güneşinin sarı sıcaklığını ve aydınlığını muştulayarak, sonbaharın ve sevdamızın kızıllığıyla dört mevsimden damıttığım komünarca selam ve sevgilerimi getiriyorum.
Her yeni yılla yenilenen uslanmaz yüreğimi, yeniden nakış nakış işlediğim büyük dünya komünü düşümüzün coğrafyamızda büründüğü yeşilli-sarılı-kızıllı Newroz serhildanlarının coşkusuyla sarıp sarmalayarak, 1 Mayıs alanlarındaki işçi-emekçi düşdaşların omuz omuza duracağı bayram halaylarına, tecritin beyaz esaretinden bir düşbaz sihiriyle sıyrılarak katılmanın heyecanı ve sevincini şimdiden yaşıyor ve paylaşıyorum.
Doğadaki yenilenmenin damarlarına Newroz Ateşi üfleyerek harlandırdığı sınıf mücadelemizin bayramı 1 Mayısınızı komünarca coşkumla selamlayıp kutluyorum.
Bedenim 16. 1 Mayısını esaret koşullarında karşılasa da, ruhum daima firari şekilde mücadele alanlarında düşdaşlarla el ele, omuz omuza olacak, olmaya devam edecek.
Bu duygularla, özgür yarınlarda, özgün mücadele mevzilerinde hep birlikte nice bayramlar kutlamak, nice zaferler karşılamak dileklerimle hepinize sonsuz başarılar!
Görüşünceye değin; sağlık, direnç ve umutla kalın!
Komünarca selamlar…
H.S.

link: bir grup devrimci tutsak, Devrimci Tutsaklardan Marksist Tutum’a 1 Mayıs Kutlaması, 18 Mayıs 2012, https://marksist.net/node/3011
İstanbul’da Coşkulu ve Kitlesel 1 Mayıs!


Dünyanın dört bir yanında işçi sınıfı “birlik, mücadele ve dayanışma günü” olan 1 Mayıs’ta alanlara çıktı. Ülkeleri, dilleri ve renkleri birbirlerinden farklı olsa da, işçi sınıfı omuz omuza, kol kola, coşkuyla ortak taleplerini haykırdı, sloganlarla meydanları inletti. Kadını ve erkeğiyle, genci ve yaşlısıyla sokaklara akan işçiler, kapitalist sisteme olan öfkelerini dile getirdiler. Asya’dan Afrika’ya, Amerika’dan Ortadoğu’ya her yerde, “varım, vardım, var olacağım” dediler.
İşçi sınıfı yürüdü, mücadele türküleri söyleyerek. Milyonlarca insanın ölmesine neden olan emperyalist savaşlara dur demek için yürüdü. Kapitalist krizin faturasını ödememek için yürüdü. İşten atmaların, hak gasplarının önüne geçmek için yürüdü. Düşük ücretlere, uzayan çalışma saatlerine karşı koyabilmek için yürüdü. Doğayı ve insanlığı katleden nükleer santrallerin kapatılması için yürüdü. İşsizliğe, açlığa yoksulluğa, adaletsizliğe “artık yeter” demek için yürüdü. Bütün kıtalarda işçi sınıfı, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıp, eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarını haykırarak yürüdü. Yürüdü işçi sınıfı sınıfsız, sömürüsüz, barış ve özgürlük dolu bir dünya kurmak için.
Türkiye’de düzenlenen 1 Mayıs gösterilerine damgasını basan alan ise Taksim oldu. Ülke genelinde en kitlesel 1 Mayıs kutlaması Taksim’de yapıldı. Yüz binlerce insan sabahın erken saatlerinden itibaren kortejlerini oluşturmaya ve alanda yerlerini almaya başladı. Ülkenin birçok yerinden işçiler Taksim’e akın akın geliyor ve alan işçilerin ayak sesleriyle yankılanıyordu. Böylece yıllardır üzerinde durduğumuz ve dile getirdiğimiz “birleşik ve kitlesel 1 Mayıs” çağrısının anlamı ve önemi bir kez daha görülmüş oldu.
1 Mayıs kürsüsü işçilere bırakıldı. Sendika bürokratı konuşma yapmadı. Bunun yerine hazırlanan ortak metni iki direnişçi işçi okundu. Ayrıca bu metin daha sonra Kürtçe olarak da okundu. Kürsüden şiirler ve marşlar söylenerek alan canlandı. Program, 1977’de Taksim 1 Mayıs’ında düzen güçleri tarafından katledilen 38 sınıf kardeşimiz için saygı duruşuyla açıldı. Burada katledilenlerin adları tek tek okundu, alanı hınca hınç dolduran kitleler “aramızda” diyerek karşılık verdiler.
Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm!
Kapitalist Sömürüye ve Emperyalist Savaşlara Karşı Mücadele Bayrağını Yükselt!
İstanbul’dan bir grup Marksist Tutum okuru işçi

link: İstanbul’dan bir grup MT okuru işçi , İstanbul’da Coşkulu ve Kitlesel 1 Mayıs!, 2 Mayıs 2011, https://marksist.net/node/2639
Kötümserliği, Karamsarlığı Aşmanın Tek Yolu: Örgütlü Hareket Etmek!


Merhaba Marksist Tutum. Ben 4 yıldır sizi takip etmeye çalışan bir okurunuzum. Zaman içinde mücadeleci işçilerin örgütü olan Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği (UİD-DER) ile tanıştım ve onlarla dayanışma içindeyim. UİD-DER’le tanışıp onlarla beraber hareket edince ve Marksist Tutum’daki yazıları okuyunca şunu anladım ki, daha önce kafamın içi yapılmamış bir pazılmış. Her şey o kadar dağınık ve karmaşık ki, bazen parçaları yerlerine koyduğumu sansam da sonradan anlıyorum ki aslında yanlış parçayı yanlış yuvaya koyuyormuşum. Daha önceleri tek başıma 1 Mayıslara, çeşitli mitinglere, yürüyüşlere katılırdım. Ama örgütlü bir katılım değildi. Bir şeyler arıyordum, bu iğrenç sistemin değişmesi, yıkılması gerektiğini biliyordum. Ama bunu tek başıma tabii ki yapamazdım. Ayrıca izlenecek yolu da tam olarak bilemiyordum. Marksizmi kabaca okudum ama hayata nasıl geçirebileceğimi bilmiyordum. Bir yerde maaşla çalışan bir işçi değilim, kendi işimi yapıyorum. Kimle, nasıl örgütleneceğimi çözemiyordum. O nedenle işçi sınıfı ile izlenilen yol olarak pek de alâkası olmayan yerleri bile ziyaret ediyordum. Bir yolu olmalıydı, Marksist Tutum’u okuduğumda pazılın parçaları yerlerine oturuyordu, ama aslolan dünyayı değiştirmek değil miydi?
Neyse, zamanla UİD-DER’le tanıştım, kısa bir zaman oldu ama pazılın parçaları yerlerine oturmaya başladı. Üstelik sağlam bir şekilde. Bu bozuk yozlaşmış düzenin işçi sınıfı sayesinde değişeceğini, örgütlü işçi sınıfı sayesinde yıkılacağını teorik olarak biliyordum ama şimdi bu sürece az çok elimden gelen katkıyı yapmaktan dolayı çok mutluyum. Bildiklerimi eyleme geçirdikçe yaşamaktan daha fazla zevk alıyorum. Bunalımlarım azalıyor. Hayata bakışım değişiyor. Ama şunu söyleyeyim, belki benim gibi düşünüp de pratiğe dökemeyen arkadaşlara ulaşırım. İnanın teorik bilgilerinizin küçücük bir bölümünü bile pratiğe dönüştürdüğünüz anda, paylaşmanın, beraber hareket etmenin, yardımlaşmanın değerini anlıyorsunuz. Kapitalizmin içimize ektiği küçük-burjuva zihniyetten kurtulmanı, kötümserliği, karamsarlığı aşmanın en iyi ve tek yolu bu: Örgütlü hareket etmek.
Küçük-burjuva zihniyetin işçi arkadaşlarımızı ve geniş bir emekçi kitleyi pençesine aldığını biliyoruz. Kapitalizm insanı maddi açıdan hırslı, kıskanç, sadece kendini düşünen, gerekirse başkasının kuyusunu kazacak biri yapıyor. İnsani duyguları, güzel olan ne varsa her şeyi öldürüyor. Çocuklarımıza böyle yozlaşmış bir sistemi mi layık görüyoruz ya da onların çocuklarına? Eğer bu sistemin değişmesinin tek yolu varsa, ki bu da işçi sınıfı iktidarıdır, bunun için elimizden geleni yapmalıyız, hatta torunlarımız ya da onların çocukları görecek olsa dahi bu sürece katılmalıyız. Yazıma çok sevdiğim bir sloganla son veriyorum: KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ!

link: Maltepe’den bir MT okuru, Kötümserliği, Karamsarlığı Aşmanın Tek Yolu: Örgütlü Hareket Etmek!, 5 Kasım 2010, https://marksist.net/node/2517
Avusturya’dan Merhaba


Değerli devrimci dostlar,
Sitedeki yazıları okumaya devam ettikçe tüylerim coşkuyla ürperiyor. Herhalde hayatımda hiç bu kadar devrimci ruhlu olmamış, kapitalizmden ve bu lanet düzenin sahibi burjuvaziden bu kadar nefret etmemiş, etrafımda olup bitenleri ve kapitalizmin bize empoze ettiği mekanikleşmiş ve metaya endekslenmiş yaşam tarzını bu denli bilinçli bir şekilde kavrayamamıştım. Demek ki daha 27 sene öncesinde sakalı çıkmamış bir delikanlıyken sempati duyduğum devrimci fikirleri, hayatımın en verimli ve enerjik yıllarında derin bir uykuya göndermiş, onları adeta bilinçaltımın zindanlarına tıkmışım. Geleceğimi kurma ve “paçayı kurtarma” kaygılarıyla giriştiğim hayat mücadelesi ve 20 yıldır süren yurtdışı yaşamım, beni sadece pratik anlamda pasifize etmekle kalmamış, teorik olarak da neredeyse taş devrine fırlatmış.
Fakat bu konuda kendimi tek başına günah keçisi de yapmak istemiyorum. Önce 1978-80 yılları arasında içinde sempatizan olarak bulunduğum İGD hareketinde sorumluluk almış militan pozisyonundaki bazı “ağabeylerimizin” küçük-burjuva kariyerist ve burnu yukarda tutumları, sonra bir gece ansızın çıkagelen 12 Eylül faşizmi, ve nihayet TKP-İGD hareketinin gözümüzde adeta putlaştırdığı SSCB ve “Doğu Bloku”nun parçalanıp tarihe karışması, beni devrimci fikir ve hareketten soğuttu. Marksist öğretiye ve diyalektik materyalizme yürekten inanmama rağmen, kapitalizmin yıkılmasının, çok uzak bir gelecekte gerçekleşmesi mümkün olabilecek bir “bilim-kurgu” senaryosu olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu yanılsamalarda tabii ki kapitalist düzenin medya ve iletişim vasıtalarıyla giriştiği demagoji ve yalana dayalı propaganda bombardımanının büyük payı var. Ayrıca, kapitalizmin bir gün zaten kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak kendi iç çelişkileri sonucu ister istemez yıkılacağı düşüncesi temelinde pasifist ve kolaycı bir felsefeyi de bayıla bayıla benimseyip, küçük-burjuva konumumun da hakkını fazlasıyla verdiğimi görüyorum. Helal olsun bana! Burada özeleştiride bulunup günah çıkararak baş ağrıtma ve zaten yeterince meşgul olan insanların boş yere zaman ve enerjisini sömürme niyeti içinde olmadığımın bilinmesini isterim. Devrimci mücadelenin ne kadar büyük özveri ve risk almayı gerektiren bir faaliyet olduğunun bilincindeyim. Hele Türkiye gibi faşizmin ayak seslerinin her an duyulduğu, faşist baskı ve saldırıların günlük hayatın parçası haline geldiği bir ülkede böyle bir mücadeleyi yürekli ve kararlı bir biçimde götürmek, canı tatlı hanım evlatlarının işi değil. Ama elbet benim de yapabileceğim bir şeyler olacak diye düşünüyorum. Devrimci virüs karışmışsa kana bir kez, bundan kurtuluş yoktur. Çünkü bu virüsün aşısını burjuvazi henüz icat edemedi.

link: Avusturya’dan bir MT okuru, Avusturya’dan Merhaba, 17 Mart 2009, https://marksist.net/node/2061
Kızıl Kanatlı Rosa


Ek | Boyut |
---|---|
![]() | 702.44 KB |
Ocak ayı, adları mücadeleleriyle ölümsüzleşen pek çok devrimci önderin ölüm tarihlerini içeren bir ay olarak hafızalarımıza kazınmıştır. Alman devriminin yiğit önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht 15 Ocak 1919’da karşı-devrimin kanlı saldırısıyla katledildiler. Ekim Devriminin önderi Lenin’i 21 Ocak 1924’te yitirdik. Türkiye komünist hareketinin Onbeşleri Mustafa Suphi ve yoldaşları ise, 28 Ocak 1921’de burjuvazinin kalleşçe planlarıyla Karadeniz’in sularında öldürüldüler.
Onlar ve benzeri devrimci önderler enternasyonalist komünist geleneğimizin temel taşlarını oluşturuyorlar. Onları ölümsüz kılmak her devrimci kuşağın görevidir. Bu da ancak, miras bıraktıkları devrimci fikir ve eylemlere fiili mücadele süreçleri içinde sahip çıkmakla; yaşam ve mücadele çizgilerinden feyiz almaya, eserlerinden öğrenmeye ve eleştiri silahını elden bırakmaksızın devrimci miraslarını sahiplenip geliştirmeye çalışmakla mümkün olacaktır.
Alman devrimi ve onun başta gelen iki yiğit önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 2009 yılı Ocak ayında ölümlerinin 90. yılında tüm dünyada devrimci mücadele zeminlerinde hatırlanacaklar. Biz de bu yıl Ocak ayındaki devrimci kayıplarımızı, Alman devrimiyle özdeşleşmiş bu iki devrimci önderin hatırasını tazeleyerek analım. Ayrıca Rosa’nın devrimci mücadelesini yansıtan fikirleri üzerinde durarak, vaktiyle Lenin’in de hatırlattığı önemli bir enternasyonalist devrimci görevi yerine getirmeye çalışalım. Türkiye’de sol harekette Stalinizmin güçlü etkisi nedeniyle bu görev uzun yıllar boyunca hasıraltı edilmiştir ve Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist komünist bir önder, devrimci fikirleri itibarıyla hiç de lâyıkıyla tanınmamaktadır. Bu durum, daha önce de çeşitli vesilelerle bir ölçüde yerine getirmeye çalıştığımız söz konusu görevi bizler için daha da önemli kılıyor. Rosa’nın devrimci mirasını bir kez daha hatırlamakla, devrimin ateşleri içinde bizlere veda eden tüm Spartakistlerin ve diğer tüm devrimci önderlerin anısını da tazelemiş olalım!

link: Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, 28 Aralık 2008, https://marksist.net/node/8076
1 Mayıs ve Burjuva Demokrasisinin Sahtekârlığı


Bence sıradan gerçeklerin ötesinde bir dönemi yaşıyoruz. Saflar daha da belirginleşiyor, netleşiyor. Ayak oyunları ve sahtekârlık daha da göz önüne çıkıyor. Patronlar sınıfı tüm insanlığı bir karanlığa doğru götürüyor. Bölgesel çatışmalar, açlık, sosyal hak gaspları ve işsizlik gelecekte nelerin yaşanabileceğine kanıttır. Patronlar neden korkuyorlar 1 Mayıs’tan? Çünkü onlar, işçi sınıfının nasıl bir dünyada yaşadığını anlayıp kendilerine karşı daha bilinçli ve örgütlü mücadele etmeye başlamasından korkuyor. Çünkü birleşen işçiler tüm hayatın akışını etkileyecek gücü kontrol etmeye başlarsa burjuvazinin köhnemiş düzeninin sonu da görünmüş olur. Onun için ölümüne korkuyor ve daha da saldırganlaşıyorlar. Korkmakta haklılar.
1 Mayıs öncesinde televizyonlarda biz işçileri korkutmak ve evlerimize hapsetmek için gösterilenlerin fazlasını o gün alanlara çıkan bizlere yaşattılar. Ne oldu yani, şimdi biz yaptıklarımızdan ve gelecekte de yapacaklarımızdan vaz mı geçmiş olduk? Öyle mi olacağını zannediyor bu ödlek burjuvalar? Bu şirazesi bozuk burjuva zalimliği herkese tekrar ders olsun. Bunlardan asla bir şey beklenemeyeceğinin ispatıdır yaşananlar. Bu şiddeti işçi sınıfına uygulayanlar sadece cop sallayan polisler değildir elbet. O gözü dönmüş polislere bunu emreden burjuva uşakları ve burjuvalar da bu zalimliğin esas sorumlusudur. Bu yazıya denk gelip okuyan bazıları, “ben bu tür işlere nasıl olsa hiç bulaşmayacağım” diyorlarsa, hiç merak etmesinler, “orantılı polis gücü” elbet seni bir gün bulacak ve senin orantısız hayalperestliğini bir güzel alaşağı edecektir.
Yürüyüşler, sloganlar, marşlar ve en önemlisi her şeye rağmen alanlara çıkan emekçiler bir şeyin ispatıdır. O da bütün baskılara ve yok etme girişimlerine karşı 1 Mayıs’ta somutlanan eşitlik ve özgürlük fikrinin, işçi sınıfından asla ve asla sökülüp alınamayacağı gerçeğidir. Özgürlük ve eşitlik talebimizi ne coplar ne savaşlar ne de yalanlar unutturabilmiştir. 1 Mayıs ayrı dillere, ayrı dinlere, ayrı ırklara ve ayrı kültürlere sahip işçi sınıfının aynı talepler etrafında mücadele etme ve birleşme günüdür. Bu köklü dava tüm dünya işçilerini ileriki yıllarda daha da derinlerinden kavrayacaktır.
Bazen arka arkaya, seri halde söylenmiş sloganlar, anlamından uzaklaşıp basit bir sözcük tekrarına dönüşüyor. Bizce işçi sınıfının bir parçası olan herkes, 1 Mayıs’ın ne demek olduğunu eninde sonunda kavrayacaktır. Emekçi sınıflar burjuva yalan dolanlardan uzaklaşıp, bilinçlenmeye ve birbirine güvenmeye başladığında geçmişimizden devraldığımız ve bugün bizim de söylediğimiz birçok şeyi çok daha iyi anlayacaklar. 1 Mayıs işçilerin uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. Hem uluslararasıdır, tüm dünya işçilerini bütün farklılıklarıyla kapsar, hem dünyadaki tüm işçilerin birliğini ve çıkarını patronlara karşı savunur, ayrıca bu işçilerin ve emekçilerin dayanışmasını ifade eder.
Sınıf düşmanlarımız olan burjuvalar kendi işlerini yapıyorlar, saldırıyorlar. Biz işçi sınıfı da kendi işimizi yapalım, örgütlenelim. Kimsenin saflığa düşüp sınıf düşmanlarımızdan beklentisi olmasın. Onların attığı bombalar, salladığı coplar bizim bilincimizi ve sınıf kinimizi biliyor. Onlar bitecek biz büyüyeceğiz, gelişeceğiz. Bu tarihin gösterdiği yoldur. Burjuvaziyi ve onun köhnemiş sömürü düzenini, biz örgütlü işçi sınıfı, bir daha geri dönmemek üzere sadece Taksim’den değil bu dünyadan sileceğiz. Onların geçek korkuları budur ve korkmakta haklılar.
Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği!
Yaşasın 1 Mayıs!

link: Gebze'den bir işçi, 1 Mayıs ve Burjuva Demokrasisinin Sahtekârlığı, 3 Mayıs 2008, https://marksist.net/node/1784
Sosyalist Bir Dünyayı Hep Birlikte İnşa Edelim


Merhaba arkadaşlar,
Pek çoğumuz çalışmaktan fırsat bulamadığımız için ya da fırsat bulsak da paramız yetmediği için bu güzel şehirde yaşayıp da tadını çıkaramıyoruz. Fakat patronlar bizim suyumuzu sıkarak hayatlarını zevk ve sefa içerisinde yaşıyorlar. Boğaz kenarındaki villalarında manzaranın tadını çıkarıyorlar. Boğaz’ın karşısında kahvelerini denize karşı yudumlayıp, eğlencelerini yapıyorlar.
Onların her gün gördükleri bu manzarayı doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen ancak uzun bir aradan sonra görme şansı elde ettim. Ama böyle sevindiğime bakmayın, aslında sadece vapur ile Kadıköy’den Eminönü’ne geçme fırsatını buldum. İstanbul’un ne kadar güzel bir şehir olduğunu bu kısacık seyahat bana bir kez daha hatırlattı. Boğazını, denizini, manzarasını ne kadar da özlemişim! Hani bu güzelliklerin kıyısında yaşayıp da bu güzelliklerden mahrum bırakılmak da cabası diye düşündüm. Bizi bu güzelliklerden mahrum edenlere hıncım bir tarafa, yaklaşık 20 dakikalık vapur seyahati keyfine dalmışım. Haydarpaşa, Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü, martılar, deniz, mavi sular hepsi birbirinden güzel, gözlerimi kocaman açmış izlerken bir ses tüm dalgınlığımı aldı. “Efenim merhaba” diyen adam başladı elindeki limon sıkma makinesinin marifetlerini anlatmaya. Keyfime de limon sıkmıştı yani. Şimdi nereden çıkmıştı bu adam ne güzel manzarayı izliyordum, mahvetti üç kuruşluk keyfimi diye düşünürken dikkatimi çekmişti bir kere, dinlemeye başladım. Canla başla elindeki makinenin marifetlerini anlatıyordu. Bu arada makine dediğime de bakmayın. Öyle güzel anlattı, öyle güzel örnekledi ki, etkisinde kalmışım. Basit bir aletti işte. Böyle bir alete ihtiyacım olmadığı halde, bana bile “benim bu alte ihtiyacım var” diye düşündürttü. Sonuçta almadım, ama alan birçok kişi oldu. Benim gibi, “alsam mı” diye düşünen birçok kişi de olmuştur.
Adamın tek bir derdi vardı sonuçta; herkes gibi evinin geçimini sağlayabilmek. Belki de bunu günde onlarca defa anlatmak zorunda. Tıpkı bizim, fabrikalarda makinelerin başında her gün aynı işi defalarca yapmak zorunda olduğumuz gibi. İhtiyacımız olmayan bu aleti alma isteği yaratan bu adam aslında biraz düşününce çok şey anlatıyordu bize. Eminim ki o da bizler gibi çalışma koşullarından memnun değildir. Bizim hayretle baktığımız manzaranın farkında bile değildir. Zaten bu dünyada burjuvalar haricindeki hiç kimse hayatından memnun değil. Şu kısacık ömrümüzde daha güzel yaşamayı hangimiz istemeyiz ki?
Bizler fabrikalarımızda, mahallelerimizde, evlerimizde yani hayatımızın her yerinde başka bir dünyanın mümkün olduğunu bıkmadan, tekrar tekrar anlatmalıyız işçi kardeşlerimize. Herkese anlatmamız gereken, açlığın, işsizliğin, savaşların ve dünyadaki tüm kötülüklerin sorumlusunun patronlar sınıfı olduğudur. Burjuvaların defterinin dürülmesinin tek yolu ise bu uğurda tüm işçi kardeşlerimizin örgütlü mücadeleye katılmasıdır. Çünkü bizi kurtaracak tek şey, birlikte mücadele ederek kapitalist sistemi ortadan kaldırmak ve onun yerine denize, ekmeğe, sevgiye ve insanın ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olduğu sosyalist bir dünyayı inşa etmektir. Bence bugün için insan olmanın temel kuralı bu sosyalist dünyanın inşasında yer almaktır. Aksi takdirde biz de bu çürümüş kapitalist sistemle birlikte insanlıktan çıkıp barbarlaşırız.

link: Kartal’dan MT okuru bir işçi, Sosyalist Bir Dünyayı Hep Birlikte İnşa Edelim, 26 Nisan 2008, https://marksist.net/node/1781
Haklar Mücadele Ederek Alınır!


Geçtiğimiz günlerde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in, 1 Mayıs’ın tam veya yarım gün tatil olması için çalışma yaptıkları yönünde bir açıklaması yer almıştı gazetelerde. Çalışma Bakanının açıklamasının SSGSS yasasının yasallaşma sürecinde ve 1 Mayıs’ın Taksim’de yapılması tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde, işçi ve emekçilerden gelecek tepkileri yumuşatmak için yapılmış bir girişim olduğu çok açıktı. Ardından AKP de dahil meclisteki partilerin neredeyse tamamı, 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi yönünde kanun teklifleri verdiler. Sonunda Bakanlar Kurulu bu teklifleri “değerlendirdi” ve 1 Mayıs’ın tatilsiz bir “Emek ve Dayanışma Günü” olmasına karar verdi. Taksim’i ise “unutun” dedi. “Birlik”, “mücadele”, “işçi” gibi sözler AKP’de alerji yarattığından, 1 Mayıs sadece emek ve dayanışma günü oluverdi. Sanki AKP lütfetmeseydi öyle bir gün olmayacaktı ve işçiler tarafından kutlanmayacaktı! Ama olsun, böylece AKP, işçi düşmanlığında sınır tanımadığını bir kez daha göstermiş oldu.
İşçi sınıfı tarih sahnesinde yer aldığı günden beri, elde ettiği tüm kazanımlar için mücadele etti, bedel ödedi. Ve elbette elde ettiği kazanımları da ancak mücadele ettiği sürece koruyabildi. 1 Mayıs’ın doğuş tarihi olan 1886 yılına kadar, kapitalizmin en gelişmiş ülkesi olan İngiltere’de bile işçiler günde 16 saat çalıştırılıyordu. 1886 yılında Amerikan işçi sınıfı 8 saatlik iş günü mücadelesinin fitilini ateşledi. İşçiler, “8 saat çalışma, 8 saat uyku ve 8 saat canın ne isterse” diye mücadeleye atılmışlardı. Amerikan işçi sınıfı 8 saatlik iş günü uğruna çok ağır bedeller ödedi. Yüzlercesi hapislere atıldı. Düzmece iddialarla mahkemeler kuruldu ve Albert Parsons ile Agustus Spies’ın da aralarında bulunduğu 5 sosyalist işçi önderi asıldı.
O dönemde işçi sınıfının uluslararası örgütü olan II. Enternasyonal 1890 yılında 1 Mayıs’ın tüm dünyada kutlanması için karar almıştı. O tarihten beridir her 1 Mayıs günü işçi sınıfı dünyanın dört bir yanında alanlara çıkıp 1 Mayıs’ı kutluyor. 1 Mayıs dünyanın birçok ülkesinde işçiler için resmi tatil aynı zamanda.
Türkiye’de ise, işçi sınıfı 1 Mayıs’ı sokakta ve alanlarda kutlamak için uzun yıllar beklemek zorunda kalmıştır. Kemalist bürokrasinin tek parti diktatörlüğü döneminde, 1935 yılında çıkartılan bir kanunla 1 Mayıs “Bahar Bayramı” olarak ilan edilmiştir. Ama 1 Mayıs resmi tatil olmasına rağmen işçilere ücret ödenmemiştir. Ayrıca 1 Mayıs tatil olmasına karşın kutlamalar çok dar işçi gruplarıyla yapılmak zorunda kalınmıştır. İzleyen yıllarda baskılar iyice arttırılmıştır. İkinci Dünya Savaşı süresince ve 1950 yılına kadar 1 Mayıs’ın kutlanması yasaklanmıştır. 1951 yılında ise, işçilere yarım günlük ücret ödemesi yapılmaya başlanmıştır. 1956 yılına gelindiğinde ise 1 Mayıs’ta işçiler tam gün ücretli izinli sayılmıştır. Ancak ne 1951’de ne de 1956’da, 1 Mayıs kutlamaları kitlesel ölçekte yapılamamıştır.
Ama bu olumsuz tablo 1970’lerde değişecekti. 1 Mayıs, 1976 yılından itibaren kitlesel bir şekilde kutlanmaya başlayacak ve işçi sınıfı 1977 1 Mayıs’ında 500 bin kişiyle Taksim’e yürüyecekti. Hem de o gün tatil olduğu için değil, işçi sınıfı örgütlü bir biçimde birlik, mücadele ve dayanışma gününe sahip çıktığı için! 1 Mayıs 1977, 500 bin işçi ve emekçinin katılımıyla kutlandı. 1980 askeri faşist darbesinden sonra ise 1 Mayıs kutlamaları yıllarca yasaklandı.
Aradan onca zaman geçmesine rağmen, 2008 Türkiye’sinde değişen pek bir şey yok. 1 Mayıs’ta işçi ve emekçilerin ezici bir çoğunluğu alanlara çıkamıyor. Çünkü işçi sınıfı alabildiğine örgütsüz ve bilinçsiz durumda. İşçi sınıfı geçmişte verdiği örgütlü mücadeleler sonucunda birçok mevzi kazanmıştı. Ancak mücadele dalgasının geri çekildiği yıllardan başlayarak kazanımlarını birer birer kaybetti. Çalışma koşulları 1800’lü yılların koşullarına geri döndü adeta, iş saatleri alabildiğine uzatıldı ve çalışma koşulları ağırlaştırıldı. Sendikalı işyerlerinde bile çalışma saatleri 12 saatin üzerinde. İşçi sınıfı geçmiş mücadele deneyimlerini örgütlü güce dönüştürmeden bu koşulları değiştiremez. 1 Mayıs’ı biz işçilere burjuvazinin kendisi veya bir bakanı hediye etmedi. 8 saatlik iş gününe sahip çıkmak için, işgününü daha da kısaltmak için, 1 Mayıs’ın yeniden tatil olması için, birlik için, dayanışma için haydi 1 Mayıs’a, örgütlü mücadeleye!

link: MT okuru bir işçi, Haklar Mücadele Ederek Alınır!, 22 Nisan 2008, https://marksist.net/node/1772
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg


Bizi çok büyük bir acı içinde bırakan iki ağır kaybı aynı anda yaşadık. Adları proleter devrimin büyük kitabında sonsuza kadar yer alacak olan iki lider aramızdan ayrıldı: Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg. Korkunç bir biçimde can verdiler. Katledildiler. Artık aramızda değiller!
Zaten tanınıyorduysa da, Karl Liebknecht’in adı, Avrupa’daki korkunç boğazlaşmanın ilk aylarından itibaren dünya çapında bir önem kazandı. Onun ismi, devrimci onurun adı ve gelecekteki zaferin andı olarak yankılandı. Alman militarizminin ilk cümbüşlerini yapıp, ilk şeytani zaferlerini kutladığı; Alman güçlerinin Belçika kalelerini karton evler gibi silip süpürerek Belçika içinde fırtına gibi estiği; 420 milimetrelik Alman toplarının tüm Avrupa’yı Wilhelm’in önünde diz çöktürüp köleleştirmiş göründüğü; hem yurt dışında (ezilmiş bir Belçika ve kuzeyi Almanya tarafından işgal edilmiş bir Fransa) hem de yurt içinde (sadece Alman büyük toprak sahipleri sınıfının, Alman burjuvazisinin ve şovenist orta sınıfın değil, son olarak ve en az bunlar kadar, Alman işçi sınıfının resmi partisinin de) her şeyin –en azından görünüşte– boyun eğdiği Alman militarizmi önünde, liderliğini Scheidemann ve Ebert’in yaptığı Alman resmi sosyal-demokrasisinin bile yurtsever dizleri üzerine çöktüğü o ilk günlerde ve haftalarda; o kara, korkunç ve kötü günlerde, Almanya’da isyankâr bir karşı çıkış, öfke ve lanetleme sesi yükseldi; bu Karl Liebknecht’in sesiydi. Ve bu ses bütün dünyada yankılandı.
Geniş kitlelerin ruh halini Alman saldırısı altında olmanın biçimlendirdiği, iktidardaki sosyal-yurtsever partinin, işçi sınıfına gerekli olanın yaşamak için savaşmak değil ölünceye kadar savaşmak olduğunu ilan ettiği Fransa’da bile (Almanya’da “bütün halkın” Paris’i ele geçirmek için can attığı bir zamanda, başka nasıl olabilirdi ki), Karl Liebknecht’in gürleyen sesi, yalanların, iftiraların ve korkunun yarattığı barikatları yıkarak, ikaz edici ve uyandırıcı oldu. Bir başına Liebknecht’in, bastırılan kitlelerin tercümanı olduğu hissedilebiliyordu.
Aslında Liebknecht, o zaman bile yalnız değildi. Cesur, şaşmaz ve kahraman Rosa Luxemburg, savaşın daha ilk gününden itibaren onunla omuz omuza öne atılmıştı. Alman parlamentarizminin kanunsuzluğu, Rosa Luxemburg’a, Liebknecht’inki gibi muhalefetini parlamento kürsüsünden başlatma olanağı tanımadığı için, onun adı daha az duyuldu. Fakat Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının uyanışındaki katkısı, kavgada ve ölümde yoldaşı olan Liebknecht’ten hiç de daha az değildi. Mizaçça çok farklı ve bir o kadar da yakın olan bu iki savaşçı, birbirlerini tamamladılar, ortak bir amaca boyun eğmez bir kararlılıkla yürüyerek ölümü birlikte karşıladılar ve isimleri tarihe birlikte yazıldı.
Karl Liebknecht, uzlaşmaz bir devrimcinin gerçek ve mükemmel bir örneğiydi. Yaşamının son günlerinde, ismi etrafında sayısız efsane yaratılmıştı: anlamsızlık ölçüsünde kötü olanları burjuva basında, kahramanca olanları işçi kitlelerinin dudaklarında.
Karl Liebknecht, özel yaşamında, iyiliğin, sadeliğin ve kardeşliğin simgesiydi! Onunla ilk kez 15 yıl önce karşılaştım. Çekici, kibar ve sempatik biriydi. Sözcüğün en olumlu anlamıyla, adeta kadınca bir duyarlılık, kişiliğinin en belirgin özelliğiydi. Liebknecht, bu kadınca duyarlılığın yanı sıra, haklı ve doğru bulduğu şeyler uğruna kanının son damlasına kadar savaşabilecek bir devrimcinin olağanüstü cesaretiyle de sivriliyordu. Bağımsız ruhu, daha, Bebel’in tartışmasız otoritesi karşısında kendi düşüncelerini savunmayı birçok kez göze aldığı gençlik yıllarında kendini göstermişti. Liebknecht, gençlik içindeki çalışmaları ve Hohenzollern’in askeri aygıtına karşı mücadelesi sırasında gösterdiği büyük cesaretle dikkat çekmişti. Son olarak o, gerçek büyüklüğünü, tüm atmosferi şovenizmin mikroplu havasıyla dolu olan Alman Parlamentosunda, burjuvazinin savaş kışkırtıcılığına ve sosyal-demokrasinin ihanetine karşı sesini yükselttiğinde; ve bir asker olarak, Berlin’in Potsdam Meydanında, burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığında gösterdi. Tutuklandı. Hücre hapsi ve çalışma kampı, cesaretini kıramadı. Hücresinde beklemiş ve isabetle öngörüde bulunmuştu. Geçen yılın Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Liebknecht, derhal Alman işçi sınıfının en iyi ve en kararlı unsurlarının başına geçti. Spartaküs, kendini Spartakistlerin saflarında buldu ve onların bayrağını taşırken öldü.
Rosa Luxemburg’un adı, diğer ülkelerde, Rusya’da olduğundan biraz daha az bilinir. Fakat onun, hiçbir bakımdan Karl Liebknecht’ten daha az önemli bir kişilik olmadığı kesindir. Kısa boylu, narin, soluk fakat soylu yüzlü, güzel gözlü, parlak zekâlı bu kadın, düşünsel cesaretiyle herkesi çarpıyordu. Marksist yönteme, bedeninin organları gibi hâkimdi. Marksizmin onun damarlarında dolaştığı söylenebilirdi.
Mizaçları birbirinden çok farklı olan bu iki liderin birbirlerini tamamladıklarını söylemiştim. Bunu vurgulamak ve açmak istiyorum. Uzlaşmaz bir devrimci olarak Liebknecht kişisel davranışlarında kadınca bir duyarlılıkla karakterize oluyorsa, bu narin kadın da, erkeksi bir düşünce gücüyle karakterize oluyordu. Lassalle bir keresinde, düşüncenin fiziksel gücünün, onun gerilimiyle oluşan hükmedici gücün, kendi yolu üzerindeki engelleri adeta yıktığından söz etmişti. Rosa Luxemburg’la konuştuğunuzda, yazılarını okuduğunuzda ya da düşmanlarına karşı kürsüden yaptığı bir konuşmayı dinlediğinizde, hissettiğiniz şey tam da budur. Nitekim pek çok düşmanı vardı! Sanırım Jena’daki bir kongrede, onun yüksek ve bir tel gibi gergin sesinin, Bavyera, Baden ve diğer yerlerden gelmiş olan oportünistlerin çılgınca protestolarını nasıl tamamen susturduğunu hatırlıyorum. Ondan nasıl da nefret ediyorlardı! Rosa da onları nasıl hor görürdü! Ufak tefek ve kırılgan görünüşlü bu kadın, kongre kürsüsüne, proleter devrimin kişileşmiş hali olarak çıkmıştı. Mantığının gücü ve alaycılığının etkisiyle, en açık muhaliflerini bile susturmuştu. Rosa işçi sınıfının düşmanlarına karşı nefretini sergilemeyi ve bu nedenle onların kendisinden nefret etmesini sağlamayı biliyordu. Onlar Rosa’yı çok önceden mimlemişlerdi.
Rosa, savaşın ilk gününden, daha doğrusu ilk saatinden itibaren, şovenizme, yurtsever arsızlığa, Kautsky ve Haase’nin yalpalamalarına ve merkezcilerin belkemiksizliğine karşı çıkmak ve proletaryanın devrimci bağımsızlığını, enternasyonalizmi ve proleter devrimi savunmak için bir seferberlik başlattı.
Evet, Karl ile Rosa birbirlerini tamamlıyorlardı!
Teorik düşünme ve genelleme yeteneğiyle Rosa, sadece karşıtlarından değil, aynı zamanda yoldaşlarından da ilerideydi. Çok zeki bir kadındı. Onun gergin, kesin, parlak ve amansız üslûbu, daima, düşüncesinin hakiki bir aynası olarak kalacak.
Liebknecht bir teorisyen değildi. O doğrudan bir eylem adamıydı. Atılgan ve ateşli bir mizaca, olağanüstü bir politik sezgiye, içinde bulunulan şartlara ve kitlelerin ruh haline dair üstün bir farkındalığa ve nihayet eşsiz bir devrimci girişkenlik cesaretine sahipti.
Almanya’nın 9 Kasım 1918’den sonra içinde bulunduğu iç ve dış koşulların bir analizi kadar devrimci bir öngörü de öncelikle Rosa Luxemburg’dan beklenebilirdi ve beklenmeliydi. Acil bir eylem ve zamanı geldiğinde silahlı bir ayaklanma çağrısı ise, çok büyük olasılıkla Liebknecht’ten gelirdi. Bu iki savaşçı, birbirlerini daha iyi tamamlayamazlardı.
Luxemburg ve Liebknecht, bu yorulmak bilmeyen devrimci adam ve ödünsüz devrimci kadın, hapisten çıkar çıkmaz omuz omuza verdiler ve proleter devrimin yeni muharebeleri ve denemelerini omuzlamak üzere, Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının başına geçtiler. Ancak bu yolun daha ilk adımlarında hain bir darbe ikisini de aldı götürdü.
Hiç kuşku yok ki, gericilik daha örnek kurbanlar seçemezdi. Nasıl da şaşmaz bir darbe! Ve ne kadar şaşırtıcılıktan uzak! Gericilik de devrim de birbirini iyi tanıyordu. Bu olayda gericilik, işçi sınıfının eski partisinin eski liderlerinin; adları, bu hain cinayetin başlıca örgütleyicileri olarak tarihin kara kaplı kitabında sonsuza kadar yer alacak olan, Scheidemann ve Ebert’in kılığına girmişti.
Elimizde, Liebknecht ve Luxemburg’un katledilmesini, kudurmuş bir kalabalık karşısında yeterince dikkatli davranma becerisi gösteremeyen bir bekçinin neden olduğu bir sokak “tartışma”sı olarak göstermeye çalışan resmi bir Alman raporu olduğu doğru. Bu amaçla hukuki bir soruşturma düzenlenmişti. Fakat siz ve ben, gericiliğin böyle kendiliğinden patlak veren saldırganlıkları devrimci liderlere karşı nasıl kullandığını gayet iyi biliriz. Burada, yani Petrograd’ın surları içinde yaşadığımız Temmuz günlerini; Kerenski ve Çeretelli tarafından Bolşeviklere karşı savaşmaya çağrılan Kara Yüz çetelerinin işçileri nasıl sistematik olarak terörize ettiğini, liderlerini katlettiğini ve sokaklarda tek tek işçilere saldırdığını çok iyi hatırlıyoruz. Bir “tartışma” sırasında öldürülen işçi Voinov’u çoğunuz hatırlayacaksınız. Biz o dönemde Lenin’i sakladıysak, bu sadece, azgın Kara Yüz çetelerinin eline düşmemesi içindi. O zaman, Menşevikler ve Sosyal Devrimciler arasında, Alman ajanı olmakla suçlanan Lenin ve Zinovyev’in bu iftiraları çürütmek üzere mahkeme önüne çıkmamalarından rahatsız olan iyi niyetli insanlar vardı. Lenin ve Zinovyev özellikle bu nedenle suçlandılar. Fakat hangi mahkemede kendilerini savunacaklardı? Bu mahkemeye gidip gelirken, Lenin, “kaçmaya” (Liebknecht’e yapıldığı gibi) zorlanacak ve vurulur ya da bıçaklanırsa, Kerenski ve Çeretelli tarafından hazırlanan resmi rapor, Bolşeviklerin liderinin kaçmaya çalışırken muhafızlar tarafından öldürüldüğünü açıklayacaktı. Berlin’deki korkunç tecrübeden sonra, Lenin’in düzmece mahkemeye çıkmamak ve dahası kendisini yargısız infaz saldırısına açık hale getirmemekle doğru yaptığına ikna olmak için on kat daha fazla nedene sahibiz.
Fakat Rosa ve Karl gizlenmediler. Düşmanın eli onları sıkıca yakaladı ve boğdu. Ne büyük bir darbe, ne büyük bir acı ve ne büyük bir ihanet! Alman Komünist Partisinin en önemli liderleri, bizim büyük yoldaşlarımız artık hayatta değiller. Onların katilleri Sosyal-Demokrat partinin bayrağı altında duruyorlar ve bu parti varlık meşruiyetini başkasından değil Karl Marx’tan aldığını iddia etme yüzsüzlüğü sergiliyor! Ne büyük bir çarpıtma! Ne büyük bir maskaralık! Bir düşünün yoldaşlar: Belçika’nın bozguna uğratıldığı ve Fransa’nın kuzeyinin ele geçirildiği savaşın ilk günlerinden beri, azgın Alman militarizmini destekleyen, Brest barışı esnasında Alman militarizminin çıkarları için Ekim Devrimine ihanet eden “Marksist” Alman Sosyal-Demokrasisi, “işçi sınıfının anası”; işte o parti, bugün liderleri Scheidemann ve Ebert’in, Enternasyonal’in kahramanlarını, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldürmek için uğursuz çeteler örgütlediği partidir!
Ne korkunç bir tarihsel yoldan çıkma! Geçmiş çağlara göz attığınızda, bu durumla Hıristiyanlığın tarihsel yazgısı arasında belirli bir paralellik bulabilirsiniz: Kölelerin, balıkçıların, emekçilerin, mazlumların ve köleci toplumun ezdiği tüm insanların İncil öğretisi, yoksul insanların tarihsel olarak ortaya çıkmış bu öğretisi; zenginler, krallar, soylular, başpiskoposlar, tefeciler, patrikler, bankerler ve Roma’daki Papa tarafından ele geçirilmiş ve bunların işlediği suçlar için bir kılıf haline getirilmişti. Yine de, hiç kuşkusuz, pleblerin bilincinden doğan ilk Hıristiyanlık ile resmi Katoliklik ve Ortodoksluk arasındaki fark, Marx’ın devrimci düşünce ve eylemin özü olan öğretisi ile bütün ülkelerin Scheidemann ve Ebert’lerinin pazarlayarak geçindiği burjuva düşüncesinin beş para etmez artıkları arasındaki uçurum kadar büyük değildir. Sosyal-demokrasinin liderleri aracılığıyla burjuvazi, proletaryanın düşünsel mirasını yağmalamaya ve haydutluğunu Marksizm bayrağıyla örtmeye kalkmıştır. Umuyoruz ki, bu ağır suç, Scheidemann’ların ve Ebert’lerin işlediği son suç olacak. Alman proletaryası, başına çöreklenenlerin elinden çok acı çekti; ama bu gerçek silinip gitmeyecek. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un kanları haykırıyor. Bu kan, Berlin’in kaldırımlarını ve tam da Liebknecht’in savaşa ve sermayeye karşı ayaklanma bayrağını açtığı Potsdam Meydanının taşlarını konuşmaya zorlayacak. Ve er ya da geç, bu taşlardan, burjuva toplumun aşağılık dalkavuklarına ve sadık köpeklerine, Scheidemann ve Ebert’lere karşı barikatlar yükselecek!
Berlin’de katiller, Spartakistlerin hareketini, yani Alman komünistlerini şu anda ezmiş durumdalar. Bu hareketin en büyük iki ilham kaynağını katlettiler ve bugün belki de zaferlerini kutluyorlar. Fakat ortada gerçek bir zafer yok; çünkü doğrudan, açık ve tam bir savaş henüz yaşanmadı; Alman proletaryası iktidarı ele geçirmek için henüz ayaklanmadı. Olan sadece zorlu bir keşif, düşman kampın planlarına yönelik bir derin istihbarat seferiydi. Keşif seferleri çatışmadan önce gelir, fakat henüz çatışmanın kendisi değildir. Bu eksiksiz keşif Alman proletaryası için gerekliydi, tıpkı Temmuz günlerinde bizim için gerekli olduğu gibi.
Keşif seferinde en iyi iki komutanın düşmesi talihsizliktir. Bu çok acı bir kayıptır, fakat bir yenilgi değildir. Asıl savaş hâlâ önümüzde duruyor.
Bugün Almanya’da yaşananların anlamı, dönüp dün bizim Rusya’da yaşadıklarımıza bakıldığında daha iyi anlaşılacaktır. Olayların akışını ve iç mantığını hatırlarsınız. 1917 Şubatının sonunda halk kitleleri Çarın saltanatını yıktılar. İlk haftalarda, sanki asıl görevin tamamlanmış olduğu duygusu hâkimdi. Muhalefet partilerinde yeni yeni öne çıkan ve daha önce iktidarda hiç bulunmamış olan kişiler, halk kitlelerinin güvenini şu ya da bu ölçüde kazanmakta başlangıçta daha avantajlı oldular. Fakat bu güven kısa sürede kırılmaya başladı. Petrograd kendini, olması gerektiği gibi, kafasındaki çözümün ikinci aşamasında buldu. Şubatta olduğu gibi Temmuzda da, devrimin cephede en uzağa giden öncüsü oydu. Ancak, halk yığınlarını burjuvaziye ve uzlaşmacılara karşı mücadeleye çağırmış olan bu öncü, gerçekleştirdiği derinlemesine keşif için ağır bir bedel ödedi.
Temmuz Günlerinde, öncü Petrograd, Kerenski hükümetinden koptu. Bu henüz, Ekimde gerçekleştirdiğimiz gibi bir ayaklanma değildi. Bu, taşradaki geniş kitlelerin, tarihsel anlamını henüz kavramamış olduğu bir keşif kolu savaşıydı. Bu çatışmayla Petrogradlı işçiler, sadece Rusya’nın değil bütün ülkelerin halk kitlelerine, Kerenski’nin arkasında bağımsız bir ordunun değil, burjuvazinin güçlerinin, beyaz muhafızların, karşı-devrimin olduğunu gösterdiler.
Temmuzda bir yenilgiye uğradık. Yoldaş Lenin gizlenmek zorunda kaldı. Bazılarımız hapse düştü. Gazetelerimiz yasaklandı. Petrograd Sovyeti baskı altına alındı. Parti ve sovyet matbaaları mahvedildi. Her yerde Kara Yüzlerin şenlikleri hüküm sürüyordu. Diğer bir deyişle, şimdi Berlin sokaklarında neler oluyorsa, Petrograd’da da aynı şeyler yaşanıyordu. Yine de, o dönemde hiçbir gerçek devrimci, Temmuz Günlerinin zafere giden yolda sadece bir başlangıç olduğundan hiç kuşkuya düşmemişti.
Benzer bir durum, son günlerde Almanya’da da gelişti. Tıpkı Petrograd gibi Berlin de kitlelerin geri kalan kesimlerinden çok öne çıktı; tıpkı bizdeki gibi, Alman proletaryasının tüm düşmanları da ulumaya başladılar: “Berlin’in diktatörlüğünü kabul edemeyiz, Spartakist Berlin tecrit olmuştur; bir kurucu meclis toplamalı ve bunu Liebknecht ile Luxemburg’un propagandalarıyla yoldan çıkıp kızıllaşan Berlin’den alıp, Almanya’nın daha sağlıklı bir taşra kentine taşımalıyız.” Düşmanlarımızın Rusya’da bize yaptığı her şey, tüm o şirret ajitasyon, o iğrenç iftiralar, Almancaya çevrilip Berlin proletaryası ve onun liderleri Liebknecht ve Luxemburg’a karşı tüm Almanya’da piyasaya sürüldü. Şurası kesin ki, Berlin proletaryasının keşif seferi, bizim Temmuzdakinden daha geniş ve daha derinlere uzanan bir biçimde gelişti; kurbanlar ve kayıplar da daha büyük oldu. Fakat bu durum, Almanların, bizim daha önce yapmış olduğumuz tarihi yapıyor olmaları gerçeğiyle açıklanabilir; Alman burjuvazisi ve askeri aygıtı, bizim Temmuz ve Ekim deneyimimizi kavramış durumdaydı. Ve en önemlisi, orada sınıf ilişkileri buradakiyle kıyaslanamayacak biçimde daha belirgindir; mülk sahibi sınıflar kıyaslanamayacak biçimde daha sağlam, daha zeki, daha etkin ve bu demektir ki daha acımasızdır.
Yoldaşlar, Rusya’da Şubat devrimi ile Temmuz günleri arasında dört ay geçmişti; yani Petrograd proletaryasının, yeniden sokağa çıkma ve Kerenski ile Çeretelli’nin devlet tapınağının üzerinde yükseldiği sütunları sarsma ihtiyacını dayanılmaz bir biçimde duyması için çeyrek yıl gerekmişti. Temmuz günleri yenilgisinden sonra, taşranın büyük yedek güçlerinin Petrograd’ın arkasında saf tutması ve Ekim 1917’de, zaferden emin olarak, özel mülkiyetin kalelerine doğrudan bir saldırı çağrısında bulunabilmemiz için de yine bir dört ay geçmişti.
Tükenmiş durumdaki monarşiyi deviren ilk devrimin henüz Kasım başında gerçekleştiği Almanya’da, bizdeki Temmuz günleri, halihazırda Ocak ayının başında yaşanmakta. Bu durum, Alman işçi sınıfının, kendi devrimini, kısaltılmış bir takvime göre yaşadığını göstermez mi? Bizim dört aya ihtiyaç duyduğumuz yerde, ona iki ay yetiyor. Bu takvimin sürdürüleceğini umalım. Belki Alman Temmuz Günlerinden Alman Ekimine kadar, bizdeki gibi dört ay geçmeyecek; bunun için belki iki ay ya da daha kısa bir süre bile yeterli olacak. Fakat olaylar nasıl gelişirse gelişsin, bir şey her türlü şüphenin üzerindedir: Karl Liebknecht’in sırtına sıkılan kurşunlar, bütün Almanya’da güçlü bir biçimde yankılanmıştır. Ve bu yankı, Almanya’nın ve tüm dünyanın Scheidemann ve Ebert’lerinin kulaklarında, bir ölüm çanı gibi çınlamıştır.
Burada, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg için, bir veda şarkısı söyledik. Liderler öldüler. Onları bir daha canlı olarak görmeyeceğiz. Fakat yoldaşlar, zaten kaçınız onları yaşarken bir kez olsun görmüştü ki? Çok küçük bir kısmınız. Buna karşın, şu son aylar ve yıllar boyunca Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg sürekli aramızdaydılar. Toplantılarda ve kongrelerde, Karl Liebknecht’i onursal başkan olarak seçtiniz. O burada hiç bulunmadı –Rusya’ya girmeyi başaramamıştı–, ama hep aranızda oldu; masanızda, onurlu bir konuk olarak, bir yakınınız olarak oturdu. Çünkü bizim için onun ismi, sadece belirli bir insanın ismi olmaktan çıkıp işçi sınıfının en iyi, en cesur ve en soylu özelliklerinin adı haline geldi. Aramızdan herhangi biri, yaşamını ezilenlere adamış, tepeden tırnağa çelikleşmiş, düşman karşısında bayrağı asla elden bırakmayan bir insan tasavvur etmeye çalıştığında, aklımıza hemen Karl Liebknecht’in adı gelir. O, halkların belleğine ve bilincine bir eylem kahramanı olarak kazındı. Hezeyan içindeki düşman kampta zafer kazanan militarizm her şeyi ezip geçtiğinde, görev karşı çıkmak iken herkes sessizliğe büründüğünde, nefes alacak hiçbir yer kalmamış gibi göründüğünde, onun, Karl Liebknecht’in militan sesi yükseldi: “Siz, zalim yöneticiler, askeri caniler, yağmacılar; siz, dalkavuk uşaklar, uzlaşmacılar; Belçika’yı ayaklar altına alıyor, Fransa’yı yıldırıyor, tüm dünyayı ezmek istiyorsunuz ve kimsenin sizden hesap soramayacağını sanıyorsunuz. Fakat açıkça söylüyorum: biz, bir avuç insan, sizden korkmuyoruz, size savaş ilan ediyoruz ve kitleleri ayaklandırarak bu savaşı sonuna kadar götüreceğiz!” Liebknecht’i dünya proletaryası için unutulmaz bir kişilik haline getiren şey, işte bu yiğitçe kararlılık ve eylemci kahramanlıktır.
Ve Liebknecht’in yanında, dünya proletaryasının, cesarette ondan aşağı kalmayan bir savaşçısı, Rosa Luxemburg vardı. Savaş mevzilerindeki trajik ölümleri, onların adlarını, özel ve kopmaz bir bağla birbirine bağlamıştır. Bundan böyle, adları daima birlikte anılacaktır: Karl ve Rosa, Liebknecht ve Luxemburg!
Azizlere ve onların ölümsüzlüğüne dair efsanelerin temelinin nereye dayandığını biliyor musunuz? İnsanların, başlarında bulunan ve kendilerine şu ya da bu şekilde yol göstermiş olan kişilerin anısını yaşatma isteğine ve liderlerin kişiliklerini azizlik halesiyle ölümsüzleştirme çabasına. Yoldaşlar, biz, efsanelere ve kahramanlarımızı azizlere dönüştürmeye gerek duymayız. İçinde yaşadığımız gerçeklik bize yeter; çünkü bu gerçekliğin kendisi destansıdır. Bu gerçeklik kitlelerin ve liderlerinin ruhunda mucizevi güçler uyandırmakta, tüm insanlığın üzerinde anıt gibi yükselen olağanüstü kişilikleri yaratmaktadır.
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, bu ölümsüz kişiliklerdendir. Onların şu anda bizimle olduğunu, şaşırtıcı, adeta fiziksel bir yakınlıkla hissediyoruz. Bu trajik anda, onların ölüm haberini acıyla ve yasla karşılayan, Almanya’nın ve tüm dünyanın en iyi işçileriyle aynı ruh halini paylaşıyoruz. Bu darbenin şiddetini ve keskinliğini, Alman kardeşlerimizle aynı ölçüde hissediyoruz. Biz, tüm mücadelelerimizde olduğu kadar, acılarımızda ve üzüntülerimizde de enternasyonalistiz.
Bizim için Liebknecht, sadece bir Alman lider; Rosa Luxemburg da sadece Alman işçilerine önderlik eden bir Polonyalı sosyalist değildir. Hayır, onlar tüm dünya proletaryasının yakınlarıdır ve hepimiz, onlara kopmaz manevi bağlarla bağlıyız. Onlar son nefeslerine kadar, herhangi bir ulusa değil, Enternasyonal’e ait oldular.
Emekçi Rus kadın ve erkeklerine, Liebknecht ve Luxemburg’un, devrimci Rus proletaryasına, hem de onların en zor zamanlarında, çok yakın davrandıklarını söylemek gerekir. Liebknecht’in evi, Rus sürgünlerin Berlin’deki karargâhıydı. Alman egemenlerin Rus gericiliğine verdiği desteği protesto etmek için Alman parlamentosunda ve basınında sesimizi duyurmamız gerektiğinde, herkesten önce Karl Liebknecht’e başvururduk ve o da tüm kapılara ve aralarında Scheidemann ve Ebert’inki de olmak üzere tüm kafalara vurarak, onları Alman hükümetinin suçlarına karşı çıkmaya zorlardı. Herhangi bir yoldaşımız maddi desteğe ihtiyaç duyduğunda da daima Liebknecht’e başvururduk. Liebknecht Rus devriminin Kızıl Haçı gibiydi.
Alman Sosyal-Demokratlarının Jena’da yaptıkları, az önce sözünü ettiğim ve konuk olarak katıldığım kongrede, Liebknecht’in girişimiyle, kongre başkanlık kurulu bir konuşma yapmamı istedi. Çarlık hükümetinin Finlandiya’da uyguladığı şiddeti ve gaddarlığı suçlayan ve yine Liebknecht tarafından sunulmuş olan bir karar tasarısı hakkında konuşacaktım. Liebknecht kendi konuşmasını, olguları ve istatistikleri bir araya getirerek ve Çarlık Rusya’sı ile Finlandiya arasındaki geleneksel ilişkilerin ayrıntıları hakkında bana sorular sorarak, büyük bir özenle hazırlamıştı. Fakat sorun kürsüye taşınamadan (ben Liebknecht’ten sonra konuşacaktım), Stolypin’in Kiev’de öldürüldüğünü bildiren bir telgraf geldi. Bu telgraf, kongrede büyük bir etki yarattı. Partinin liderleri arasında ortaya çıkan ilk sorun şuydu: Rusya başbakanı, bir Rus devrimci tarafından öldürülmüşken, başka bir Rus devrimcisinin bir Alman kongresinde konuşması uygun olur muydu? Bu düşünce Bebel’i bile ele geçirmişti: diğer Merkez Komitesi üyelerinden üç baş yukarda duran bu yaşlı adam, “gereksiz” bir karışıklığın çıkmasını istemiyordu. Beni bir kenara çekti ve bir dizi soru yöneltti: “Bu cinayet ne anlama geliyor? Sorumlusu hangi partidir? Bu koşullarda konuşma yapmamın Alman polisinin dikkatini çekeceğini düşünmüyor muydum?” Bu yaşlı adama, onu kırmamak için özen göstererek, “Benim konuşmamın bazı sorunlar doğurabileceğinden mi çekiniyorsunuz?” diye sordum. “Evet” dedi Bebel “itiraf edeyim ki, konuşmamanızı tercih ederim.” “Elbette” diye yanıt verdim, “bu durumda, konuşmam söz konusu olamaz.” Bu şekilde ayrıldık.
Bir dakika sonra, Liebknecht, sözcüğün tam anlamıyla koşarak yanıma geldi. Tarifsiz ölçüde heyecanlıydı. “Konuşmamanızı istedikleri doğru mu?” diye sordu. “Evet” dedim, “bu konuyu Bebel’le az önce hallettik.” “Yani kabul ettiniz.” “Nasıl reddedebilirdim,” diye yanıt verdim gerekçemi ortaya koyarak, “biliyorsunuz ki, ben burada ev sahibi değil konuğum.” “Başkanlık kurulumuzun bu davranışı tam bir rezalet, iğrenç, eşi görülmemiş bir skandal, sefil bir korkaklık!” vb., vb. Liebknecht öfkesini, Çar hazretlerini incitecek türden “gereksiz” sorunlar yaratmamasını ısrarla isteyen başkanlık kurulunun kuliste yaptığı uyarıları hiçe sayarak, Çarlık hükümetine acımasızca saldırdığı konuşmasında dışa vurdu.
Rosa Luxemburg, gençlik yıllarından beri, Polonya Sosyalist Partisinin “Lewica” (sol-kanat -çn.) olarak anılan devrimci kesimi ile birleşerek şimdilerde Komünist Partiyi kurmuş olan Polonyalı Sosyal-Demokratların lideriydi. Rusçayı güzel konuşabiliyor, Rus edebiyatını derinlemesine biliyor, Rus politik yaşamını günü gününe izliyor, Rus devrimcileriyle yakın bir ilişki içinde bulunuyor ve Rus proletaryasının devrimci adımlarını Alman basınında özenli bir biçimde açıklıyordu. Rosa Luxemburg kendine has yeteneğiyle, ikinci vatanı olan Almanya’da, sadece Alman dilinde değil, Alman politik yaşamının tam bir kavranışında da mükemmel bir ustalığa ulaşmıştı ve eski Bebelci Sosyal-Demokrat partide önemli bir konumdaydı. Orada daima aşırı sol kanatta yer almıştı.
1905’te, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sözcüğün gerçek anlamıyla Rus devriminin içinde yaşamışlardı. 1905’te Rosa Luxemburg, bir Polonyalı olarak değil, bir devrimci olarak, Varşova’ya gitmek üzere Berlin’den ayrıldı. Varşova kalesinden kefaletle salıverildiği 1906 yılında illegal olarak Petrograd’a geldi ve takma bir isimle hapisteki arkadaşlarını ziyaret etti. Berlin’e döndüğünde oportünizme karşı mücadelesini Rus devriminin yol ve yöntemlerini kullanarak iki katına çıkardı.
İşçi sınıfının üzerine çöken felâketlerin en büyüğünü, Rosa’yla birlikte yaşadık. İkinci Enternasyonal’in Ağustos 1914’teki utanç verici iflasından söz ediyorum. Üçüncü Enternasyonal’in bayrağını yine Rosa’yla birlikte açtık. Ve şimdi yoldaşlar, gün be gün yürüttüğümüz çalışmayla, her an Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un emirlerini izliyoruz. Eğer burada, hâlâ aç ve donmuş durumdaki Petrograd’da, sosyalist devletin büyük binasını inşa ediyorsak, Liebknecht ve Luxemburg’un ruhuyla davrandığımız içindir. Kızıl Ordumuz cephede ilerliyorsa, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un emirlerini kanla savunduğu içindir. Ordumuzun onları da savunamamış olması ne kadar acı!
İktidar orada hâlâ düşmanlarımızın elinde olduğundan, Almanya’da Kızıl Ordu yok. Bizse, büyüyen ve giderek güçlenen bir orduya sahibiz. Alman proletaryasının ordusunun saflarını Karl ve Rosa’nın kızıl bayrağı altında toplayacağı günlerin öngörüsüyle; Kızıl Ordumuzun dikkatini, Liebknecht ve Luxemburg’un kim olduklarına, ne uğruna öldüklerine ve onların anılarının her Kızıl asker için, her işçi ve köylü için niçin kutsal olarak kalması gerektiğine çekmeyi görevimiz addedeceğiz.
Çok ağır bir darbe yedik. Fakat yine de, gelecekten sadece umutlu değil eminiz. Bugün Almanya’da gerici bir dalga yükseliyor olmasına rağmen, kızıl Ekimin orada da yakın olduğuna inancımızı bir an bile kaybetmiyoruz. Bu büyük savaşçılar boşuna ölmediler. Ölümlerinin intikamı alınacak. Onların ruhları, haklarını alacak. Aziz ruhlarına seslenerek diyebiliriz ki: “Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sizler artık yaşamıyorsunuz, fakat aramızdasınız; güçlü varlığınızı hissediyoruz; sizin açtığınız bayrağın altında savaşmaya devam edeceğiz; mücadele saflarımızı sizin manevi heybetiniz kaplayacak! Dostumuz ve silah arkadaşımız Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht! Gün gelir ve devrim bunu gerektirirse, sizin canınızı verdiğiniz aynı bayrak altında, gözümüzü kırpmadan öleceğimize her birimiz söz veriyoruz!”
Ocak 1919
[Kaynak: Leon Trotsky, Political Profiles, New Park Publications, s.129-142]

link: Lev Troçki, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, Ocak 1919, https://marksist.net/node/1693