1 Mayıs’ta İstanbul’da Taksim Meydanı alabildiğine coşkulu bir kalabalıkla, hınca hınç dolmuştu. İşçiler, emekçiler, toplumun bütün ezilen kesimleri, taleplerini haykırmak için toplanmışlar ve Taksim Meydanı’na üç koldan yürümüşlerdi.
Bu yıl, 1 Mayıs’a ilk defa katılan işçilerin sayısı da oldukça fazlaydı. Bu alana gelmeye karar verdikten sonra, o günün nasıl geçeceğini merak eden işçilerin heyecanı artıyor ve belki de içlerini hafiften de olsa bir korku sarıyordu. Belki de ilk defa haksızlıklara karşı alanda bir araya gelecek ve binlerce işçi ve emekçiyle aynı şeyleri haykıracaklardı. Günler geçtikçe, televizyonlarda şiddet görüntüleri yayınlandıkça, “acaba ne olacak?” sorusu kafaları daha fazla meşgul etmeye başlıyordu. Heyecanın yerini kararsızlık alıyordu.
Bu kararsızlığın nedeni, devletin korku yaratma politikaları ve bu politikalardan etkilenen ailelerdi. Sermaye devletinin medyası, günler öncesinden üzerine düşen görevi yapıyordu. Olaylar çıkacağı ve ortalığın karışacağı düşüncesini yayıyordu. 1 Mayıs’a “katılmayın” diyordu. Ailelerse, 1 Mayıs’a gidecek çocuklarına “başına bir iş gelir” diyerek izin vermiyordu. Korkuya kapılan aileler, çocuklarının 1 Mayıs’a ve bu tür eylemlere katılmalarını istemiyorlardı. Kimisi sütünü helâl etmiyor, kimisi çocuğunu evlâtlıktan reddediyordu.
Her şeye rağmen birçok işçi bütün bu engelleri aşıp, işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’a katıldı. Bu işçiler alanda gördükleri kalabalık ve coşkunun da etkisiyle zincirlerini kırmış olmanın haklı gururunu yaşadılar. Devletin yaydığı korkuyu yenmişlerdi. Bir günlük de olsa özgürlüğün tadına varıyorlardı.
Devlet, tüm kurumlarıyla adaletsiz bir yaşamı kabul etmemiz için bizi ikna etmeye çalışıyor. Sermaye partileri, medyası, yasaları, mahkemeleri, askeri ve polisi ile bizim üzerimizde etkili olmaya çalışarak bütün bu haksızlıklara boyun eğmemizi istiyorlar. Sermaye partileri bizi kandırıyor, medya kafamızı karıştırıyor, mahkemeler ve kolluk kuvvetleri bizi korkutuyor. Bunlarla beraber işçi aileleri de bu korkudan nasibini alıyor. Ailelerimiz, daha biz çocukken bu yasaklara alışmamızı ve “vatana-millete hayırlı” olmamızı, birer köle gibi fabrikalarda ezilmeye isyan etmememizi istiyorlar.
Devlet, toplumun bütün kesimleri üzerinde estirdiği terör yüzünden, insanların üzerinde öyle bir korku yaratmış ki, bu korku asırlardır aşılamamış durumda. Bu korkuyla yaşamaya alışan kuşaklar, kendi çocuklarına kendileri gibi yaşamalarını öğütlemişler, başka bir şeyi değil. Ondandır ki bugün hak arama mücadelelerinde yerimizi almaktan çekiniyoruz. Böyle bir mücadeleye kalkıştığımızda, ilk önce karşımıza ailemiz çıkıyor. 1 Mayıs’tan bir gün önce, hizmet sektöründe çalışan iki çocuk annesi bir işçinin yaşlı kaynanası, akşamdan evine geliyor ve diyor ki “sakın yarın bir yere gitme, gidersen bana kim bakacak, ben yalnız kalamam”. 1 Mayıs’a gideceğini söyleyen genç bir işçi de babasından şu sözleri işitiyor: “Hayır hiçbir yere gidemezsin, eğer gidersen akşam bu eve ayak basamazsın!” Bir anne ise 1 Mayıs’a gitmek isteyen kızına, “sana sütümü helal etmiyorum, istersen git” diyerek engellemeye çalışıyor. Üzerine kapı kilitlenen, dayak yiyen ve daha birçok yasaklama ve baskı ile karşılaşan gençler işçi ailelerinin çocuklarıdır.
İşçi sınıfının gençleri korku duvarlarını aşıyor ve hak arama mücadelelerinde yerini alıyor. Baskı altında tutulan gençlerin “görmeyin” denilen gerçekleri görmelerini engellemek artık mümkün değil. Bu ülkede de, dünyada da işçi ve öğrenci gençler sokaklara çıkıyorlar ve bu düzene öfkelerini haykırıyorlar. Baş kaldırıyor insanlık, içinde bulunduğu duruma. Sen köşesinde öyle sessiz kalan işçi kardeş, haydi, yasakları aşma sırası sana geldi. Bu düzeni ortadan kaldırmak için senin de öfkene ihtiyacımız var. İsyan bayrağını birlikte yükseltelim!
link: Gazi Mahallesi’nden bir işçi, Aile ve Korku, 19 Haziran 2012, https://marksist.net/node/3035
15-16 Haziran ve İşçi Sınıfının Tarihsel Misyonu
Yunanistan’da Reformizm Tuzağı