Sayfalar
Ekim Devrimi 100 Yaşında
İnsanlık tarihinde çok büyük değişimlerin yaşandığı dönemler olmuştur. Eski toplumsal yapılar yıkılmış, yerine yeni toplumsal sistemler gelmiştir. Her toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan ezilenler, yoksullar ve işçi sınıfı için ise çok daha önemli olan bir dönem yaşanmıştır: Ekim Devrimi. Büyük Ekim Devrimi gelecek kuşaklar için önemli bir çağı başlattı. Bugün 100. yılını kutladığımız Ekim Devriminin mimarı olan Rusya işçi sınıfı, onlara önderlik eden Lenin ve Bolşevik Parti büyük bir saygıyı hak ediyorlar.
Rus çarlığının zorbalığı altında ezilen kitleler, fabrikalarda ağır şartlarda çalışan işçiler ve baskı altındaki sosyalistler Rus çarlığı şahsında dünya kapitalizmine çok ağır bir ders verdiler. İlk kez tarihte büyük değişikliğe yol açacak bir sınıfın, işçi sınıfının devrimci zaferi söz konusuydu. İşçi sınıfı artık tarih sahnesine güçlü bir giriş yapmıştı. Savaşı bitiren, üretimin gerçek sahibi olan işçi sınıfına yönetme imkânı sunan ve dünya işçilerine umut olan Ekim Devrimi, geleceğin sosyalizmle şekilleneceğini kanıtlamıştır.
Tarihte en büyük devrimi başlatan Rusya işçi sınıfı devrimi kolay yapmadı. 1917 yılına gelene kadar Rusya’da işçiler ve devrimci öncüler çok büyük zorlukları göğüslediler. Pek çok kez ayaklanma gerçekleştirdiler, büyük yenilgiler yaşadıkları gibi kazanımlar ve deneyimler de biriktirdiler. Koyu bir gericilik döneminin içinden geçen Rus işçileri kanlı I. Dünya Savaşının içinde kapitalizmi alaşağı etmeyi başardılar.
Bugün dünya çok daha kötü ve karanlık süreçlerin içine yuvarlanıyor. 3. Dünya Savaşı insanlığa yeniden büyük acılar yaşatıyor. Böyle bir zamanda kapitalistler en çok Marksizmden ve Lenin’den korkuyor. Bizlere gelene kadar insanlık büyük acılar yaşadı, yaşıyor. Rus işçileri de gericiliği yaşadı ama sınıfsız ve sömürüsüz dünya için umudunu hiç yitirmedi. Bizlere düşen görev Ekim Devriminden aldığımız ilhamla sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurmak için mücadele etmeyi sürdürmektir.
link: Gebze’den bir metal işçisi, Ekim Devrimi 100 Yaşında, 7 Kasım 2017, marksist.net/node/6025
Ekim Devrimi 100. Yılında Işık Tutmaya Devam Ediyor
OHAL’in kalıcılaştığı, KHK’ların hüküm sürdüğü, baskıların arttığı, sömürünün korkunç hale geldiği, iş kazalarında ölümlerin arttığı, çözüm sürecinin yalan olduğu, milletvekillerinin, gazetecilerin, aydınların, eğitmenlerin cezaevlerine atıldığı, kadınlara ve çocuklara yönelik tacizin, tecavüzün, şiddetin arttığı, milliyetçiliğin kışkırtıldığı, Suriyeli mültecilere yönelik ırkçı saldırıların yaygınlaştığı, üçüncü dünya savaşının giderek kızıştığı bir dönemden geçiyoruz. Yani zor ve karanlık günlerden geçiyoruz.
Türkiye’de de başka ülkelerde de durum parlak değil. Bu korkunç tabloyu kapitalizm yaratıyor. Türkiye’de ve dünyada insanlar yaşayamaz hale geliyor. Emperyalist ülkeler rekabet ve savaşla nüfuz alanlarını büyütmeye çalışıyorlar. Savaş bölgelerinde onların adına savaşacak silahlı grupların önünü açıyorlar. Bu savaşlarda yüz binlerce insan egemenlerin kârı uğruna ölüyor, ülkelerini terk etmek zorunda kalıyor. Fakat tarih gösteriyor ki tüm bunları yaratan kapitalizm mutlak değildir. Kapitalizmin ve bize yaşattığı sorunların nasıl ortadan kaldırılacağını zamanında işçi sınıfı devrim yaparak göstermiştir.
Bundan tam 100 yıl önce, yani 1917’de, Rusya işçi sınıfı baskıcı Çarlık düzenini yıkmış, ardından Lenin’in önderliğinde kendi iktidarını kurmuştu. Ekim Devrimi, 1914’te patlak veren ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan I. Dünya Savaşına son vermişti. Rusya’nın işçileri ve köylüleri o güne kadar sırtlarında taşıdıkları egemenleri alaşağı etmişlerdi. İnsanın insanı sömürmediği, açlığın ve yoksulluğun olmadığı bir dünya kurmanın tohumlarını ekmişlerdi. Lenin ve Bolşevik Parti işçi sınıfına, kan emicilere ebediyen boyun eğmek zorunda kalmamak için nasıl örgütlenmesi gerektiğini göstermişti.
Elbet bugün yaşadığımız karanlık ve zor günler de bitecektir. Her daim yüzümüzü işçi sınıfının mücadele tarihine çevireceğiz, ders çıkaracağız ve geleceğe hazırlanacağız. Üzerinden yüz yıl geçen Ekim Devriminin haklılığı bugün daha berrak biçimde açığa çıkıyor. Kapitalist çürümenin geldiği boyut ortadayken kurtuluşun yolunun işçi devriminde olduğu gün gibi ortadadır. Ekim Devriminin sönmeyen ateşi işçi sınıfının mücadelesine ışık tutuyor. Zalim burjuvaziye de korku salıyor. Umudumuzu hep diri ve canlı tutalım. Örgütlü ve bilinçli olmak bunu gerektirir.
Selam Olsun 100. Yılında Ekim Devrimine!
link: Esenyurt’tan bir kadın işçi, Ekim Devrimi 100. Yılında Işık Tutmaya Devam Ediyor, 29 Eylül 2017, marksist.net/node/5913
Atı Alan Üsküdar’ı Geçti mi?
16 Nisanda yapılan referandumun sonuçları daha resmi olarak yayınlanmadan, iktidar cenahının yangından mal kaçırır gibi yaptığı açıklamaların nedeni çok geçmeden anlaşıldı. Aylardır yapılan baskılar, yıldırma operasyonları kazanmalarına yetmemişti. Bütün baskılara rağmen toplum Erdoğan ve AKP iktidarının gemi iyice azıya alacağını gösteren bu başkanlık dayatmasına sandıkta çok açık bir şekilde “HAYIR” demişti. Ama devlet AKP iktidarının emrindeydi. Bu nedenle devletin tüm olanaklarıyla dediğim dedik, çaldığım düdük düzeni kurmaya çalışanlar her türden manevraya hazırlanmışlardı. Geçtiğimiz iki ay boyunca sandıktan “evet” çıkarmak için neler yapılmadı ki? “HAYIR” diyeceğini açıklayanlar “terörist” ilan edildi. “Hayır” çalışması yapanlar saldırıya uğradı, tehdit edildi. Eylem ve etkinliklerine izin verilmedi, afişleri söküldü. Üniversite hocaları, öğretmenler, binlerce kamu çalışanı uydurma gerekçelerle, yalan, dolanla görevlerinden atıldı. Gazeteciler tutuklandı. Sesini çıkaranın tepesine çullanıldı.
Hele doğu ve güneydoğu illerinde yapılanlara bakıldığında nasıl bir lanete tebelleş edildiğimizi daha iyi anlamaktayız. 7 Haziran sonrası yapılanlar yetmemişti. 16 Nisan referandumuna kadar da Kürt halkının siyasi temsilcilerine yönelik saldırılar, gözaltılar, tutuklamalar devam etti. Bu illerden yüz binlerce insan göç ettirildi. Seçim günü 40 hanelik köy ve mezralara varıncaya dek tüm bölge kolluk güçleriyle ablukaya alındı. AKP iktidarı o sandıklarda “evet” demeyenin hesabını görmenin hazırlığını yapmıştı. Kimsenin yeri boş bırakılmadı. AKP her türden demografik değişikliği ince hesaplarla yaptı. CHP ve HDP’nin sandık görevlilerine ve müşahitlerinin çoğuna uydurma gerekçelerle sandık başında görev yaptırmadı. Tehdit, şantaj, şiddet, baskı, gözaltı ve tutuklamalar takip edilemez hale geldi. Doğu ve güneydoğu dışında başta İstanbul gibi büyük kentlerdeki sandık başlarında bile AKP’nin sandık görevlileri bulundukları yerlerin çoğunda terör estirdiler. Muhalif sandık görevlilerini tehdit edenler hatta dövenler oldu.
Referanduma kadar da tüm televizyonlar, gazeteler, bilboardlar, yollar, barkovizyonlar, sokaklar Tayyip Erdoğan ve Binali Yıldırım’ın resimlerinden geçilmez oldu. AKP iktidarı sayesinde kasalarını doldurup zenginleşen müteahhitler gökdelen inşaatlarına onların dev posterlerini astılar. Yeni sağlık sistemi sayesinde sülük gibi insanlara yapışmış olan özel hastane sahipleri yeni yeni her yerde yükselen hastane inşaatlarına onların dev posterlerini astılar. Sözün özü, içimiz dışımız Erdoğan ve şürekâsının istilasına uğradı. Her yerde konuştular, hep konuştular. Toplu açılıştan bizim başımız döndü. Onlar aynı yerleri yeniden yeniden açmaktan vazgeçmediler. Ve daha neler neler…
Lakin AKP, 16 Nisan referandumunu, emir kullarından müteşekkil Yüksek Seçim Kurulunun son andaki mahir manevrasıyla ve tüm hilelerle kazanmış göründü. Daha sandıkların sayımı tamamlanmadan “atı alan Üsküdar’ı geçti” dedi Erdoğan. Ama kazın ayağı öyle değildi. Atı çaldıklarını ve hakeza Üsküdar’ı da geçemediklerini hepimiz gördük. Modern sanayi kentlerimizin, işçi sınıfının kalbinin attığı kentlerimizin surlarını aşamadılar. 80 milyonluk bir ülkenin “HAYIR” diyen çoğunluğunu sandık sonuçlarına razı etmek için “1-0 da 5-0 da birdir” diyenlere, dün iki artı iki dört değildir dediklerini ve Türkiye’nin %51’den büyük olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Bu referandum oyunu böyle bitmedi, bitmez. Eğer örgütlenir ve mücadele edersek AKP’nin ve devletin senaryosunu yazdığı, kendi oyuncuları ile oynadığı bu film gişe yapmaz, bu oyun tutmaz. Biz “HAYIR” diyenler toplumun çoğunluğuyuz ve bu referandum sonuçlarını kabul etmiyoruz.
Referanduma kadar işçi ve emekçiler için hazırladıkları lanetli planlarını sandıklara saklayanlar şimdi baltalarını çıkarıyorlar. İşten çıkarmalar başladı. Daha bir hafta geçmeden fabrikalardan çıkış listeleri açıklanmaya başladı. Kamu işçilerinin yeni sözleşme dönemi başladı. AKP’nin sendikacıları, “evet” versinler diye türlü vaat ve yalanla ikna etmeye çalıştıkları işçilerin mücadele etmesini engellemek için her türden tezgâhı kurmaya, dolap çevirmeye devam edeceklerdir. Ama gerçekler ve doğrular inatçıdır. Eninde sonunda üzerlerindeki bütün balçığı sıyırıp ortaya çıkmaktadırlar. İşçi sınıfının mücadele etmeye hazırlanma zamanıdır. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününe sayılı günler kaldı. Önümüz 1 MAYIS. Şimdi birlik olmak, gerçekleri görüp mücadeleye hazırlanmak gerek. Bu faşist gidişata dur demek için “HAYIR” diyen milyonlarız. Biz bitti demeden bu kavga bitmez.
Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi, Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi. Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say. Bir gün bırakınca işi halk şaşkına döndü, Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü. Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet. Boynundan esaret bağını parçala, kes, at! Kuvvetedir hak. Hakkını haksızlara anlat. (Yaşar Nezihe Hanım'ın 1 Mayıs şiirinden. Amele Cemiyeti üyesi Yaşar Nezihe Hanım, ilk 1 Mayıs şiirini yazan kadın şairdir.)
Yaşasın İşçi Sınıfının Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü!
Yaşasın 1 Mayıs! Bijî Yek Gulan!
link: Tuzla’dan bir öğretmen, Atı Alan Üsküdar’ı Geçti mi?, 27 Nisan 2017, marksist.net/node/5622
Bolşevikler ve Lenin
Çocukluğun uzun sürme şansının pek olmadığı bir zamanda ve toplumda (özellikle işçi sınıfı ailelerinde bu böyleydi), Bolşeviklerin örgütünün kalbi olan profesyonel devrimcilerin “çelik çekirdeği” tümüyle işçi ve öğrenci gençlerden oluşmuştu.
Asla geriye bakmaksızın kendilerini işçi mücadelesine adamak üzere, politik ve kolektif olan dışında tüm kariyer olanaklarını ve amaçları reddedenler 20 yaşın altındaki insanlardı. Partiye 25 yaşında katılan taşbaskıcı Mihail Tomski parti dışında geçen militan yıllarına rağmen diğerlerinden ayrılır. Aslında onun yaşına erdiklerinde diğerlerinin büyük bölümü gerilerinde tam zamanlı politik mücadeleyle geçen uzun yıllar bırakmışlardı.
Ukrayna’da zengin bir burjuva ailenin oğlu olan öğrenci Piatakov 20 yaşında Bolşevik olmuştu. Daha önce anarşist bir militandı. Kamenev olarak bilinen öğrenci Rosenfeld partiye 19 yaşında katılmıştı, aynı makine işçisi Schmidt ve mekanik ustası Ivan Nikitiç Smirnov gibi. Makine işçisi Bakayev 18 yaşında katılmıştı, tıpkı öğrenci olan Buharin ve Krestinski ve kunduracı Kaganoviç gibi. Büro işçisi Zinovyev ve makine işçileri Serebriakov ve Lutovinov 17 yaşında Bolşeviklerdi. Sverdlov, tıpkı liseli Kibişev gibi 16 yaşında katıldığı sırada, bir eczacının yanında çalışıyordu. Kunduracı Drobnis ve liseli Smilga partiye 15 yaşında katıldı, Piatnitski 14 yaşında.
Bu genç insanlar daha ergenlik çağını geride bırakmadan eski üyeler, kadrolar durumundaydılar. 17 yaşındaki Sverdlov, Sormovo sosyal-demokrat örgütünün başındaydı ve onu teşhis etmeye uğraşan Çarlık polisi ona “Ufaklık” lakabını takmıştı; Sokolnikov 18’indeydi ve Moskova mahallelerinden birinin sorumlusuydu. Zinovyev çoktandır Petrograd’ın önde gelen Bolşeviklerinden biri olarak tanınıyordu ve daha sonra 24 yaşında Merkez Komitede yerini aldığında Proleter’in editörüydü. Kamenev Londra’da delegeyken 22 yaşındaydı, Sverdlov Tammerfors Kongresinde 20, Serebriakov, örgütleyici ve Rusya yeraltı örgütlerinin 20 delegesinden biri olarak 1914’te Prag’da bulunduğunda 24.
Bu genç insanlar, grevler ve devrimci hareketin gidişatına denk düşen dalgalar halinde birbiri ardına gelmişlerdi. Yaşı daha büyük olanlar 1898 civarında militan faaliyete katılmışlar ve daha 1903’te Bolşevik olmuşlardı; onlardan sonra 1905-1907 döneminin kuşağı geldi; son olarak üçüncü dalga 1911-12’de katıldı.
Bu insanların yaşamı yıllar süren hapislik, yeraltı faaliyeti, mahkûmiyetler, sınırdışı edilmeler, sürgünlerden oluşuyordu. 1882’de doğan Piatnitski harekete 1896’da katıldı, 1902’de tutuklandı, kaçtı, tekrar Iskracı örgütlenmeye katıldı ve sonra da yurtdışına çıktı. 1905’e kadar yurtdışı örgütünde çalıştı, o yıl tekrar Rusya’ya döndü, 1906’ya kadar Odessa örgütünde, sonra 1906 ile 1908 arasında da Moskova’da mücadele etti. Tutuklandı, kaçtı ve Almanya’ya gitti, 1915’e kadar orada partinin teknik yönetiminde önemli işler yaptı. Bu dönemde bir meslek öğrendi, elektrikçilik mesleğini. 1915’te illegal olarak Rusya’ya döndüğünde bir fabrikada çalışmaya başladı ve yeniden tutuklandı, sınırdışı edildi.
Daha çarpıcı olan başka yaşam öyküleri de var: Serge Mraçkovski ana-babasının politik mahkûmiyeti sırasında hapishanede doğdu, çocukluğunu orada geçirdi, ta ki daha sonra yetişkin olduğunda bu sefer kendi hesabına oraya tekrar dönene kadar; 1917’de 37 yaşında olan Tomski, on yıllık hapislik ve sınırdışını geride bırakmıştı; Vladimir Milyutin sekiz kez tutuklanmıştı, beş kez hapis cezası almış ve iki kez de sınırdışı edilmişti; Drobnis hapiste altı yıl geçirdi ve üç kez ölüm cezasına çarptırıldı.
Bu insanlar önüne geçilemez bir moral güce sahiplerdi: Tüm varlıklarını adamışlardı, ancak bu yolla genç beyinlerinin ışığını saçan tüm olanakları ifade edebileceklerine inanmışlardı. 19 yaşında yeraltına geçen, parti tarafından kuzeyde Kostrona’daki işçileri örgütlemeye gönderilen Sverdlov bir arkadaşına şöyle yazıyordu: “Bazen Nijni-Novgorod’u özlüyorum, ama uzakta olduğuma nihayetinde memnunum, çünkü orada kanatlarımı gerçekte şimdi olduğunu düşündüğüm kadar açamayacaktım. Novgorod’da nasıl çalışılması gerektiğini öğrendim ve böylece buraya geride belli bir deneyimle geldim; burada enerjimi yönlendirebileceğim büyük bir eylem alanı var.”
Gericilik döneminde Urallar’daki yeraltı örgütlenmesinin canlı ruhu Preobrajenski tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Avukatı Kerenski ona yöneltilen suçlamaları inkâr etmeye kalktığında, ayağa fırlayıp Kerenski’yi reddederek, fikirlerine sahip çıkmış ve devrimci faaliyetinin sorumluluğunu üstlenmişti. Belirtmeye gerek yok, hapse mahkûm oldu.
Ancak devrimden sonradır ki, parti 18 yaşından beri profesyonel devrimci olan bu adamın birinci sınıf bir ekonomist olduğunu keşfetti. Bu insanlar teorik çalışmalar yapıyorlardı ve Ukrayna’da 1918’de takip altındayken Spengler hakkında bir deneme yazan Piatakov gibi, Buharin gibi seçkin entelektüellerdi.
O kadar parlak olmasa da diğerleri de her fırsatta teorik çalışma yapıyorlardı, zira parti bir okul olarak tarif edildiğinde bu hiç de lafın gelişi bir şey değildi. Birçok durumda insanlar ancak partide okuma yazma öğreniyorlardı ve her üye etrafındaki gruptan sorumlu bir eğitmen oluyordu, grup da onunla tartışma içinde öğreniyordu.
Bolşevizmin düşmanları bazen partiyi sosyoloji kulübüne çeviriyormuş gibi görünen bu kitap düşkünlüğüyle alay etmekten hoşlanırlar, ama Prag Kongresi bilfiil, Longjumeau’daki kadro okulunda Lenin’in 45 dersini dinleyen ve tartışan birkaç düzine üyenin oluşumuyla hazırlandı; bu derslerin 30’u politik ekonomi üzerineydi, 10’u tarım sorununa, Rus Partisinin tarihine, Batı’da işçi hareketinin tarihine, hukuk, edebiyat, gazetecilik tekniklerine ayrılmıştı.
Elbette mesele tüm Bolşeviklerin büyük bilim insanları olması meselesi değildi, ama kültürleri onları kitlelerin ortalama düzeyinin hayli üzerine çıkarıyordu ve kendi saflarında yüzyılın en parlak beyinlerinden bazıları yer alıyordu. Şüphe yok ki, parti üyelerini yüksek bir düzeye çıkarmıştı ve profesyonel devrimcilerin taraflı yorumcular tarafından sıkça resmedilen henüz adı konmamış bürokratlarla en küçük bir benzerlikleri yoktu.
Onları iyi tanıyan ve o hayatı paylaşan Troçki, her ne kadar o sırada bir Bolşevik değildiyse de, onlar hakkında şunları yazmıştı:
“Devrimci kuşağın gençliği işçi hareketinin gençliği ile çakışır. On sekiz ile otuz yaş arası insanların çağıydı. Bu yaşın üstündeki devrimciler parmakla sayılırdı ve yaşlı görünürlerdi. Kariyerizmden henüz tümüyle uzak olan hareket, geleceğe duyulan inanç ve bunun getirdiği fedakârlık ruhu temelinde varlığını sürüyordu.
“Henüz rutin yoktu, yerleşik formüller yoktu, teatral jestler yoktu, hazırlop hitabet numaraları yoktu. Yükselen yüce duygular utangaç ve sakardı. “Komite”, “parti” gibi kelimeler henüz yeniydi, bir bahar tazeliği havası taşıyorlardı ve gençler için cezbedici ve harekete geçirici bir yankı yapıyorlardı.
“Harekete katılan herkes birkaç ay içinde hapis ve ardından sürgünün kendilerini beklediğini biliyordu. Tutuklanmadan önce mümkün olduğunca uzun süre faaliyette kalmak; jandarmaların karşısında sağlam durmak; tutuklanan yoldaşlara mümkün olduğunca yardımcı olmak; hapiste mümkün olduğu kadar çok kitap okumak; sürgünden mümkün en kısa sürede yurtdışına kaçmak; orada akıl-irfan kazanmak; sonra da Rusya’da devrimci faaliyete tekrar dönmek onur konusuydu.”
Bolşeviklerin zaferlerini ve hepsinden önemlisi de, önce yavaş sonra çok hızlı biçimde, partinin sınıfa entegre olabilmesini ve ona liderlik edebilmesini sağlayan, Buharin’in partinin ikinci halkası dediği ve devrim döneminde partinin antenleri ve kaldıraçları olan insanları, devrimci işçileri, sendikaların ve parti komitelerinin örgütçülerini, direniş odaklarını, inisiyatif merkezlerini, yenilmez eğiticileri ve canlı ruhları kazanmalarını başka hiçbir şeyin daha iyi açıklayamayacağı kesindir.
Tarih çoğu kez bu kişilerin isimlerini neredeyse unutmuştur; Lenin onlardan “Kaivrov tipi” kadrolar diye söz eder, onu 1917’de bir süre saklayan ve onun tam güvenine sahip kişiye göndermede bulunarak. Onların varlığı düşünülmeden Bolşevik “mucize” anlaşılamaz.
Bolşevik Partinin ne olduğunun tarifi, onu kuran ve ölene kadar ona liderlik eden adamı tarife girişmeden eksik kalır. Muhakkak ki Lenin bir ölçüde kendisini partiyle özdeşleştirmişti. Bütün bunlara rağmen Lenin aynı zamanda bundan farklı olarak da görülmelidir.
Öncelikle, Lenin kendi kuşağından kalma neredeyse tek kişiydi, kıdemlisi olan Plehanov, akranı olan Martov önde gelen Menşevikler oldular.
İlk dönemki yardımcıları Bogdanov ve Krassin daha sonra ayrıldılar. Prag Kongresi döneminde en yakın çalışma arkadaşları içinde en yaşlı olanlar Zinovyev, Kamenev, Sverdlov ve Nogin 30’un altındaydılar. Lenin’in kendisi 42 yaşındaydı ve Bolşevikler arasında Iskra dönemi öncesi kuşağından, yani Marksizmin öncüleri kuşağından kalan tek kişiydi. Bolşevik çekirdeği oluşturan gençler her şeyden önce onun öğrencileriydiler.
Burası Lenin’in entelektüel yeteneklerine, kültürüne, çalışma gücüne, muhakemesinin canlılığına, analizlerinin nüfuz gücüne ve öngörüsünün derinliğine dair bir değerlendirilmeye girişmenin yeri değildir. Basitçe özetleyecek olursak, tarihsel aracın, yani partinin gerekliliğine inanan Lenin, tüm bu dönem boyunca kitle hareketinin gelişme perspektiflerine ve sunduğu verilere dayanarak, kendi analizlerinin ve sezgilerinin sağlamlığına olağanüstü bir güvenle, onun inşasına ve güçlendirilmesine yoğunlaşmıştır.
İdeolojik anlaşmazlıkların kaçınılmaz olduğuna derinden inanmış olan Lenin Krassin’e şöyle yazmıştı: “Merkez Komite içinde ya da onun temsilcileri arasında tam bir birlik olmasını beklemek bir ütopyadır.” İkna etmek için mücadele ederdi, haklı olduğundan emindi, politik gelişmelerin onu haklı çıkaracağından da emindi.
Bir yenilgi aldığında da bunu gayet tasasızca kabullenirdi, bunu sadece geçici bir durum olarak görürdü, tıpkı devrim arifesinde yapılan 1905 Kongresinde Komitetçiki (Komiteciler) karşısında aldığı yenilgide olduğu gibi. Devrimin bu Komitetçiki’nin rutinini süpürüp atacağını biliyordu. Aynı yılın sonunda üyelerin partinin yeniden birleştirilmesi meselesindeki basıncına boyun eğdi, ancak bunun için erken olduğu fikrindeydi. Yine de, bu olurken, hasarın sınırlı kalmasını sağlamak üzere, tüm çabasını birleşmiş partide Merkez Komitesi seçiminin eğilimlerin orantılı temsiline göre yapılmasına hasretti.
1906 ve 1910 arasında kendi hizbindeki muhalifleri ikna etmek için çabalarını arttırdı ve sonunda ayrılma konusunda inisiyatifi onlara bıraktı. 1910’da Dobravinski tarafından savunulan uzlaşmacıların politikasını sineye çekti, zira Dobravinski’yi değerli bir yoldaş olarak görüyor ve pratiğin onu hızlı biçimde ikna edeceğini umut ediyordu.
Temel nitelikte gördüğü sorunlarda tavizsiz olan Lenin –örneğin, illegal çalışma onun gözünde politik faaliyetin devrimci karakterinin mihenk taşlarından biriydi– gereklilik doğduğunda geri çekilirdi, üstelik sadece çoğunluktayken değil, ısrarcı olduğu disiplin konusunda doğru bir örnek sergilemek için azınlıkta olduğunda da bunu yapardı. Amacı kendisinin haklı olduğunu ispatlamak değil, sınıf mücadelesine müdahale etmesini sağlayacak aracı yaratmak ve söylemekten hoşlandığı gibi “milyonlar ölçeğinde” tarihsel olarak haklı olmaktı. Fraksiyonunu, yani yıllar içinde dikkatle denenip sınanmış kişileri bir arada tutmak için nasıl beklemesi gerektiğini ve hatta taviz vermesi gerektiğini biliyordu, ama hiçbir zaman şov yapma sevdasına kapılmadı, ne de hasımları temel noktaları sorgulamaya başladıklarında her şeye yeni baştan başlamakta tereddüt etti.
İdeolojik ya da taktik anlaşmazlıkta daima açıları keskinleştirir, çelişkileri uca götürür, zıtlıkları sivriltir, muarızının bakış açısını şematize eder hatta karikatürleştirirdi. Bunlar, uzlaşmaya değil kazanmaya, rakibin düşünce sürecini bozmaya, ihtilafı herkesin kolay anlayacağı temel öncüllere yöneltmeye dönük mücadele yöntemleriydi.
Ama kavgaya tutuştuklarıyla, ortak çalışma içinde işbirliğini muhafaza etme ihtiyacını asla gözden kaçırmazdı. Savaş sırasında devlet sorununda Buharin’le anlaşmazlık içinde iken, henüz hiçbiri yeterince incelenmemiş noktalardaki anlaşmazlıkları şiddetlendirmemek için ondan bu konuda yazmamasını istemişti.
Daima tartıştı, bazen çubuğu büktü, ama asla ikna etme hedefinden vazgeçmedi, çünkü ancak ve ancak bu şekilde –aleyhindekilerin söylemiş oldukları ve halen söyledikleri her ne olursa olsun– zaferlerini elde etti ve onun elleriyle inşa edilmiş ve onun tarafından seçilip eğitilmiş kişilerden oluşan fraksiyonunun tartışmasız lideri haline geldi.
Bu ona tümüyle normal görünüyordu ve yoldaşlar arasındaki kavgalardan endişelenenlere hiç rahatsızlık duymadan şöyle diyordu: “Bırakın duygusal olanlar ah vah etsinler: Yine münakaşa! Yine iç ayrışma! Yine polemik! Bizim cevabımız şudur: yeni ve sürekli yenilenen mücadeleler olmadan hiçbir devrimci sosyal-demokrat şekillenmemiştir.”
Yoldaşları üzerindeki otoritesi –muazzam bir otorite– bir papazın ya da bir subayın otoritesi değildi, dürüstlüğüne, idrakine hayran olunan, bilgisi ve deneyimi takdir edilen, yakın tarih üzerindeki damgası ölçülebilen ve kendi hizbinin ve partinin açıkça kurucusu olan bir öğretmen ve yol arkadaşının, bir ustanın, bir yaşlının –ona teklifsizce İhtiyar derlerdi– otoritesiydi.
Etkisi fikirlerinin gücüne kuvvetine, mücadeleci mizacına ve polemikçi yeteneğine dayanıyordu, katı disipline ya da riayete değil. Krassin’den Buharin’e dek yoldaşlarının gösterecekleri gibi, Lenin’e karşı muhalefet başlatmak onlar için ruh dünyalarında korkunç bir dram olmuştur. Buna rağmen muhalefet ettiler, çünkü bu bir ödevdi, “devrimcinin ilk ödevi” demişti kişinin kendi liderlerini eleştirme ödevidir; öğrenciler yanlış yaptığını düşündüklerinde onun görüşlerine karşı mücadele etmeye cesaret etmezlerse kendilerini ustalarını hak etmiş sayamazlardı.
Ayrıca bir devrimci parti robotlarla kurulamaz. Buharin’e, sadece disiplinli aptalları muhafaza etmek üzere, pek disiplinli olmadıkları gerekçesiyle zeki insanlar dışlanırsa parti mahvolur diye yazarken bunu biliyordu. Bu nedenledir ki partinin ve 1905’ten itibaren de fraksiyonun tarihi, Lenin’in uzun ve sabırlı çalışma pahasına zaferle çıktığı bir ideolojik ihtilaflar serisidir.
Bu bakımdan Lenin’i kendi fraksiyonundan ayırmak zordur; görüş birliğine, büyük sorunlar üzerine olduğu kadar geçici taktik sorunlar üzerine de hakikaten sürekli tartışmanın sonucunda varılmıştır.
Üstelik, şüphe yoktur ki, Zinovyev, Stalin, Kamenev, Sverdlov, Preobrajenski, Buharin gibi çok değişik unsurları, zıt kişilikleri, çelişik eğilimler taşıyan kişileri bir araya getirebilen şey, fikir alanındaki mücadele yoluyla Lenin’in becerisidir, ki bu da onun örgütsel çalışmasının başarısını kesin biçimde açıklar. Bolşeviklerin istediği ve başardığı “çelik çekirdek”, Deutscher’in deyişiyle “müthiş proletarya”dan olduğu kadar, böylesi bir parti inşa yolunu tutan adamın beyninden doğmuştur.
Ama tam bu nokta Lenin’in yalnızlığını da açıklar. Sonunda partide hiç kimse onun yeteneklerinin düzeyine çıkmayacaktır. Yardımcıları ve öğrencileri olacaktır, çalışma arkadaşları ve yoldaşları olacaktır, ama yalnızca Troçki’de –belki tam da kişiliği 1917’den önce Bolşevik olmamasını ve Lenin’in hegemonyasını tanımamasını açıklar– eşitler düzeyinde bir yol arkadaşı bulacaktır.
Lenin’i eski Bolşevikler arasında yeri doldurulamaz yapan tam da buydu, hatta Preobrajenski’nin dediği gibi, o “dümendeki adam olmaktan ziyade, kitleyi bir arada tutan çimento” idi.
Zira partinin zaferlerinin, onun “Marksist sağlamlığı” kadar “taktik esnekliğinden” dolayı olduğu konusunda eğer Buharin’le hem fikir olunacaksa, ki bu eski Bolşeviklerin görüşüydü, şu da kabul edilmelidir ki, her iki bakımdan da esinleyici olan yalnızca Lenin’di ve kendi kusurları temelinde eğitilen ve Lenin’le kavgaya tutuşan o Bolşevikler zamanla bunu kabullenmişlerdi.
Ama “milyonlar” tarafından yapılmakta olan tarihe onu balıklama daldıran devrimci dönem, belki de onun başarılı çalışmasını sürdürebilecek olanların kuşağını yetiştirmesini sağlayacak zamanı ona bırakmadı. Her halükârda Lenin’in ölümüne kadarki parti tarihinin akla getirdiği hipotez budur. Ölümü, özü gereği dogmalara karşı olan bu düşünceden “Leninizm” dogmasının doğmasına fırsat sunmuştur, bu dogma da nihayetinde onun yaratmayı başardığı “Bolşevik” ruhun yerini almıştır.
Çeviri: Marksist Tutum, Şubat 2017
link: Pierre Broue, Bolşevikler ve Lenin, 2 Şubat 2017, marksist.net/node/5502
Çürüyen Kapitalizm ve Parlayacak Yıldızlar
Tarihsel bir kriz içinde debelenen kapitalizm, kendisiyle birlikte tüm toplumu çürütmekte ve insani değerleri hiçleştirmektedir. Öyle ki bu çürüme giderek toplumun geleceği olan çocuklarda dahi en aşırı şekillerde tezahür etmektedir. Örneğin bir çocuk büyüyünce idamı geri getireceğini söyleyebiliyor. Çocukluğumuzda muhtemelen hepimiz “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” sorusuyla karşılaşmışızdır. Bu soruya verilen cevaplar genellikle “doktor olup insanların hayatını kurtarmak istiyorum, mühendis ya da öğretmen olmak istiyorum…” şeklindeydi. Bugün ise çocuklardan aldığımız cevaplar iktidarın kindar bir nesil yetiştirme politikalarının nasıl bir etkisi olduğunu acı bir şekilde gösteriyor. Bu soruya karşılık küçük bir kız çocuğunun dilinden şu sözler dökülüyor: “Darbecileri idam ile yargılamak istiyorum. Bunun için de Cumhurbaşkanı olup idamı getirmek istiyorum.” Olağan koşullarda bir çocuğun gelecek tahayyülünün insanların ölmediği, arkadaşlarıyla kardeşçe yaşadığı bir dünya olması gerekir. Bunun tam tersi örnekler mevcut durumun ciddiyetini göstermesi açısından önemlidir.
Evet, kapitalizm çürürken toplumu çürütmekle kalmıyor, insanlığın geleceğini, yeni bir toplum yaratma umudunu da çürütmeye azami derecede gayret ediyor. Hiç durmadan toplumu yapay bir şekilde kutuplaştırmaya çalışan, birbirlerine karşı düşmanlaştırmaya gayret gösteren iktidar, böylece mevcut durumunu sağlamlaştırmaya, iktidarını baki kılmaya çalışıyor. Her ne kadar iktidar toplumu kindarlaştıran politikalarıyla, zorbalığıyla saldırıyor olsa da gardımızı düşürmüş değiliz. Bu sadece bir savunma pozisyonu değil, aynı zamanda iyi olan her şeye karşı yapılan saldırılara bir karşı saldırımızdır. Işığıdır Marksizmin yolumuzu aydınlatan ve yılmaz devrimcilerin ayak izleridir yürüdüğümüz yol.
Ocak ayında kaybettiğimiz devrimci Marksist önderlerimiz, Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı birer yıldız gibi yolumuzu aydınlatıyor ve mücadelenin onurlu bir yaşam demek olduğunu tekrar tekrar bilince çıkartmamızı sağlıyor. Burjuvazi onları bedenen aramızdan almış olabilir fakat onların mücadelesine olan inançları ve insanlığın kurtuluşu için verdikleri kavga devam ediyor. Liebknecht, son yazısında dile getirdiği sözlerinde tam da bunu ifade etmiş: “Biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Her şeye rağmen!” Hava ne kadar kararırsa kararsın yolumuzu aydınlatan yıldızlara selam olsun…
link: Tuzla’dan bir öğrenci, Çürüyen Kapitalizm ve Parlayacak Yıldızlar, 1 Şubat 2017, marksist.net/node/5479
Ocak’ın Kardelenlerine
Karla kaplı kış bahçelerinde Her Ocak ayında, fırtınanın tam ortasında Dört kardelen karların arasından göğe uzanır Boyunları toprağa bakar Toprak ananın bağrında yatan nice tomurcuklara seslenirler Seslenişlerinde bir heyecan, Seslenişlerinde güneşin hasreti... Aynı gövdede iki kardelenden biri haykırıyor: “Vardım, varım, varolacağım!” Aynı gövdedeki diğer kardelen “Her şeye rağmen” diyor, “Bugün yenilenler yarın zafer kazanacaklardır”. Bir tanesi var ki bu kardelenlerden Çiçekleri geniş mi geniş kubbemsi Ve beyazlığı karlardan bile göz kamaştırıcı Toprağa eğilmiş başı, yapraklarıyla yarınları anlatıyor “Çok az olmamız felâket değil, milyonlar bizimle olacak." Ve bir diğeri henüz gelişmemiş diğerleri gibi Gövdesi ince, narin Yaprakları cansız Daha gencecik bir fidan daha körpe Haykırıyor hırçın fırtınaların arasından Karadeniz’i hatırlatıyor her şafak söktüğünde... Mevsim zemheri Toprak ananın üstü karla kaplı Tomurcuklar baharı düşlüyor Güneşin sıcaklığını düşlüyor Güneş ısıtırsa toprağı çıkacaklar yerin üstüne Rengârenk çiçek açacaklar Öyle ki bütün çiçekler yedi renge boyayacak toprağı... Yakındır güneşin doğması Yakındır sıcaklığının artması Bahar gelecektir Aylardan Ocak Günlerden 15, Günlerden 21, Günlerden 28, Dört kardelen toprağın altındaki tomurcuklara müjdeliyor baharı Zifiri karanlığı aydınlatırcasına...
link: Ankara’dan genç bir işçi, Ocak’ın Kardelenlerine, 25 Ocak 2017, marksist.net/node/5469
Ekim’in 100. Yılına Merhaba!
Kapitalizmin krizi derinleştikçe işçi sınıfına yönelik saldırılar da derinleşiyor. Zenginler zenginleştikçe, işçi sınıfı olarak yoksullaşıyoruz. Patronlar sınıfı ekonomik krizi işçi sınıfının sırtına yüklüyor. Ve bunu yaparken bir yandan da Türk-Kürt düşmanlığı yaratarak işçi sınıfının bir araya gelmesini engelliyor. Çünkü daha önce yaşadıkları örneklerden iyi biliyorlar ki, işçi sınıfı birleşip örgütlenirse patronlar sınıfının mezarını kazabilir... İşçilerse kendi sınıflarının gücünün farkında değiller. Artan işsizlik, ücretlerin düşüklüğü, bitmeyen mesailer ve geçim sıkıntısından başka bir şey düşünemeyen işçiler yeni yılda umudunu piyangoya, iyi niyetli dileklere bağlıyor. Ancak umut ne piyangoda ne de “umarım her şey güzel olur” gibi gönülde kalan dileklerde.
1917’de Rusya’da işçiler iktidarı aldılar. 100 yıl öncesinde de işçiler ağır koşullarda çalışıyorlardı. İşgünü bugünkü gibi 12-14 saati buluyor, cepheden asker tabutları geliyordu. Ancak işçiler yıllarca mücadele ederek, boyun eğmeyerek saldırıları artan Çarlığı yıktılar. Üreten eller yönetir duruma geldi. Anlatılan tam da bizim hikâyemiz. İşçi sınıfının umudu 100 yıl öncesinde saklı. 1917 Ekim Devrimi zifiri karanlıkta yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. O yüzden bu yeni yılda 1917 Ekim Devriminin bilinciyle, Ekim Devrimini yaratanların izinden yeni bir mücadele yılına girelim. Sınırsız, sınıfsız, savaşsız bir dünya için umudumuzu ve inancımızı bileyerek omuz omuza mücadeleyi büyütelim. Çünkü umut tarih bilinciyle donanmış örgütlü işçilerin ellerinde, yüreklerinde... Gelin Nazım’ın dizelerinde söylediği güzel günleri birlikte yaratalım.
“beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.”
link: MT okuru bir işçi, Ekim’in 100. Yılına Merhaba!, 5 Ocak 2017, marksist.net/node/5452
Yeni Ekimlere
Kapitalist sistemin krizi derinleştikçe egemen sınıf daha da saldırganlaşıyor. İnsanlığı bir yok oluşun içerisine sürüklüyor. Teknolojinin ve üretim araçlarının gelişmesi, iddia edildiği gibi kapitalist sistemin krizini aşmasına olanak sağlamıyor. Aksine bu durum krizi daha fazla tetikliyor. Kriz, derin ve sancılı olarak kendini dışa vuruyor.
Sistem kendi yarattığı krizi aşabilmek için dünyayı karanlığa, insanlığı ise yıkım ve ölüme sürüklüyor. Kapitalistler krizden çıkabilmenin yolunu dünyayı yeniden paylaşmakta arıyorlar. Daha fazla kâr, enerji, nüfuz ve pazar alanlarına hâkim olmak istiyorlar. Savaş bütçeleri toplamda yüz milyarlarca doları buluyor. Kitleler milliyetçilikle, faşizan söylemlerle kutuplaştırılıp düşmanlaştırılıyor. Milliyetçi-şoven kampanyalar eşliğinde iklim değişiyor. Otoriter ve baskıcı yönetimlerin önü açılıyor, polis devleti uygulamaları gündelik hayatın bir parçası haline getiriliyor. Despotik faşizan eğilimler hızla yükselişe geçerek, karanlık, umutsuzluk hâkim oluyor. Kapitalizmin tarihine baktığımızda böyle dönemlerin büyük emperyalist savaşlarla yol aldığını görüyoruz ve bugün de kriz ve emperyalist savaş döneminden geçiyoruz. Günümüzde de burjuvazi geçmişte olduğu gibi içerisinde olduğu sistem krizinden çıkabilmek için yeni bir emperyalist savaşı körüklüyor.
Egemenlerin en korktuğu şey ezilenlerin ve sömürülenlerin bu zulme baş kaldırmasıdır. Bunu engellemek için her türlü yol ve yöntemle kitleleri baskı altında tutmaya, egemenliklerini korumaya çalışıyorlar. Korku ve umutsuzluk imparatorluğunu daim kılmak için bütün propaganda aygıtlarını en etkin şekilde kullanıyorlar. Ama bu çabaları korktukları şeyin başlarına gelmesini engelleyemez. Tarih bize bu karanlıklar imparatorluğunu yıkabilecek bir güç olduğunu, bunun da tek devrimci sınıf olan işçi sınıfı olduğunu gösteriyor.
1917 Ekim Devrimi, emperyalist savaşın alevleri içerisinde doğdu. Rusya işçi sınıfı tüm ezilen halklara umut vererek karanlığı yırttı, insanlığa aydınlık bir gökyüzünü gösterdi. Emperyalist savaş Ekim Devrimiyle sonlanmış ve egemen sınıfı korku içerisinde bırakmıştı. O güne kadar Rus Çarlığının zulmü altında inim inim inleyen halklar nefes almış ve geleceği birlikte var etme mücadelesine girişmişlerdi. Bu, emekçi kitlelerde muazzam bir enerji, aydınlanma, dönüşüm anlamına geliyordu.
Tarihin ilk muzaffer işçi devrimi, tüm dünya işçilerinin umudu oldu. Bolşevikler, Marksizmin ilkelerinden, enternasyonalizmden ödün vermemiş, milliyetçiliğe ve halklar arasında düşmanlığa giden yolları kapatmak için mücadele vermişlerdi. 1919’da, daha Rusya’da iç savaş sürerken Komünist Enternasyonal kurulmuş ve birçok ülkeden komünist delegeler kongreye katılmıştı. Enternasyonal, “Komünist Parti, işçi sınıfının bir parçasıdır; en ileri, en bilinçli ve bu nedenle en devrimci kesimidir” diyor ve işçi sınıfının öncülerini proleter devrimleri tüm dünyaya yaymaya çağırıyordu. Bolşevikler bunun için büyük bir uğraş veriyorlardı. Hedef insanlığı yok oluşa sürükleyen kapitalizmi yerle yeksan etmek, tüm dünyada insanın insan üzerindeki sömürüsünü ortadan kaldırmak, özgürlüğe giden yolu açmaktı.
Engels, Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşmada Marx için bilimin, tarihi harekete geçiren bir güç, devrimci bir güç olduğunu dile getirmişti. Sınıflar arasındaki mücadeleyi tanımlayan ve işçi sınıfının bilimi olan Marksizm, yalnızca bir fikir değil tarihin akışını değiştirecek devrimci bir fikir, devrimci bir güçtür. Lenin’in ve Bolşeviklerin önderliğinde Marksizm, hayatı değiştirdi, tarih nehrinin yatağını değiştirdi. İşçi sınıfının iktidarı sovyetlerle hayat buldu. Sınıfın öncüsü olan Bolşevik Parti ve onun lideri Lenin olmasaydı, onlar Marksizmin yolundan yürümeselerdi, tarihin akışı değişmezdi.
Tarihsel ilerlemenin önündeki en büyük engel olan kapitalizm yıkılmadıkça, dünya ve insanlık kriz-savaş sarmalından çıkamayacak ve gittikçe çürüyecektir. Bu karanlığı yırtmak için ileri atılmak ve 1917 Ekim Devriminin derslerini kuşanıp yeni Ekimler yaratmak boynumuzun borcudur.
link: Gebze’den MT okuru bir işçi, Yeni Ekimlere, 25 Kasım 2016, marksist.net/node/5405
Devrimci Mücadeleye Adanan Yaşamlar
Ek | Boyut |
---|---|
dmay.pdf | 1.26 MB |
Kapitalizmin tarihsel krizine bağlı olarak dünya ölçeğinde yayılan otoriterleşme ve emperyalist savaş koşulları, işçi sınıfı devrimcilerinin önüne olağan dönemlere kıyasla çok daha ağır görevler koyuyor. Tarihin bu tür kesitleri, devrimci inanç ve iradenin, örgütsel bağlılığın sınandığı dönemlerdir. Böylesi dönemlerde, işçi sınıfının mücadele tarihindeki ilham verici örnekleri hatırlamak ve en zor koşullara meydan okuyarak devrimci yükseliş için hazırlanan önderlerden ders almak büyük bir önem kazanır. Bu bağlamda, işçi sınıfının devrimci önderi Lenin’in, onun en yakın mücadele yoldaşı Krupskaya’nın ve benzeri Bolşeviklerin devrime adanmış yaşamları unutulamaz ve unutulmamalıdır.
link: Elif Çağlı, Devrimci Mücadeleye Adanan Yaşamlar, 28 Haziran 2016, marksist.net/node/8090
Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm!
1 Mayıs... Burjuvaziyi yeryüzünden söküp atmak üzere insanlığın son kavgasına atılan proletaryanın, kızıl bayrağını göklere çıkardığı mücadele günü olan 1 Mayıs! Sömürüye, zulme, açlığa ve yoksulluğa karşı dünyanın her köşesinden birlik, dayanışma ve kardeşlik çağrılarının yükseldiği şanlı gün!
Yıl 1856... Avustralyalı işçiler, ağır çalışma koşulları ve uzun iş saatlerine karşı 8 saatlik işgünü talebiyle mücadeleye giriştiler. 21 Nisan günü gerçekleştirdikleri bir günlük iş bırakma eylemi, sonrasında bütün dünyanın işçilerini sarıp sarmalayacak bir yangının kıvılcımı oldu.
Avustralya’da başlayan bu mücadele, büyük işçi kitlelerini ateşlemiş, 8 saatlik işgünü istemi Avrupa ve Amerika işçilerinin de temel mücadele talebi olmuştu.
16-17 saatlere varan çalışma sürelerinin ve ağır yaşam koşullarının altında ezilen Amerikalı işçiler şöyle haykırıyorlardı: “8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat canımız ne isterse!” Mitingler ve grev dalgalarıyla sarsılan Amerika’da, 1886 yılının 1 Mayısı genel grev günü olarak kararlaştırıldı.
Yaklaşık yarım milyon işçinin katıldığı grev ve gösteriler, 1 Mayısı takip eden günlere de yayıldı. 3 Mayısta da devam eden gösterilere saldıran polis, 6 işçiyi katletti, onlarcasını yaraladı. Ertesi gün, katliamı protesto etmek ve taleplerini yinelemek isteyen kitleler, işçi önderlerinin çağrısıyla Haymarket Meydanı’nda büyük bir miting gerçekleştirmek için toplandılar.
Mitingin sonlarına doğru, polis işçilerin etrafını sarmaya başladı ve alanda bir bomba patlatıldı. Saldırıya geçen polis, kitlelere kurşunlar yağdırmaya başladı. 6 polisin, 10 işçinin öldüğü ve yüzlercesinin yaralandığı bu korkunç tezgâhtan işçi önderleri sorumlu tutuldu. İşçi sınıfına yönelik azgınca bir saldırıya geçen burjuvazi, 7 işçi önderini idama mahkûm etti. 3’ünün cezası hapis cezasına çevrildi, 4’ü idam edildi.
Burjuvazinin tüm saldırılarına rağmen işçi sınıfı, Avustralyalı ve Amerikalı sınıf kardeşlerinin yaktığı ateşi harlandırarak büyütmeye devam edecekti. 1889’da ise II. Enternasyonal 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma günü, uluslararası gösteri günü olarak kabul etti.
Dünyanın her yanında işçiler, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta alanlara akarken, Türkiye’de işçiler ilk kitlesel 1 Mayıs’ı 1976’da DİSK öncülüğünde Taksim Meydanı’nda kutladı.
1977’de ise yaklaşık 500 bin işçinin katıldığı çok daha coşkulu ve kitlesel bir miting yapıldı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşmasının sonlarına doğru alanda silah sesleri duyuldu. Burjuvazi, tıpkı 1886’da Amerika’da ve işçi sınıfı her ayağa kalktığında yaptığı gibi uğursuz rolünü oynuyordu.
Kanlı ‘77 1 Mayıs’ında, Türkiye’de yükselen sınıf hareketinin gidişatından korkan Türk burjuvazisinin giriştiği katliam sonucunda 37 sınıf kardeşimiz ölmüş, onlarcası yaralanmıştı. Burjuvazi işçi sınıfının sesini boğmaya çalışmıştı, ancak açlık ve yoksulluk altında inleyen işçi kitlelerinin haykırışlarının yeniden yükselmesini engelleyemeyecekti. Bu sömürü düzeni var oldukça, işçi sınıfı kavgasını vermeye devam edecekti.
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” 1 Mayıs, proletaryanın onun amansız düşmanına, burjuvaziye karşı verdiği savaşın bir tohumudur. İşçi sınıfı, bu tohumu yeşertecek, kapitalizmi kökünden söküp atacak ve yerine sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya kuracak. Yaşasın 1 Mayıs! Yaşasın Sosyalizm!
link: İstanbul’dan Marksist Tutumcu gençler, Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm!, 29 Nisan 2016, marksist.net/node/5062
Gecede Tutuşan Yıldızdı Onlar
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği ve içinden geçtiğimiz bu yıllarda, kapitalizmin tarihsel krizi ve yeni bir emperyalist savaş içinde olan dünyamızda insanlık yıkımlara ve kıyımlara uğruyor. Teknoloji ve üretim gelişiyor ve büyüyor. Fakat emperyalizm çağında olan kapitalist sistemin derinleşen krizi, gelişen büyüyen teknolojiye ve üretime rağmen insanoğlunu açlık, yoksulluk ve savaşlarla kıyımlardan geçiriyor.
İnsanlık ne yazık ki ilk kez bir dünya savaşıyla karşı karşıya değil. Kapitalist sistem emperyalizm aşamasının başlangıcı olan yirminci yüzyıl başlarında, yani bundan 100 yıl önce, birinci paylaşım savaşını başlatmıştı. Bu açıdan her iki asır da benzerlik gösteriyor. Fakat şu an için bazı ayrımları da özellikle belirtmekte fayda var.
Yirminci yüzyılın başları, savaşın yanı sıra işçi sınıfı hareketinin de güçlü olduğu, devrimlerin gerçekleştiği bir dönemdi. Şüphesiz büyük yıkımlar, savaş koşulları kitlelerin isyanlarına, devrimci durumlara zemin hazırlar. Milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine, büyük acıların yaşanmasına sebep olan emperyalist savaş, ebette ki bir sonuç doğuracaktı. Fakat sonucun nasıl şekilleneceğini belirleyen, zaferin ya da yenilginin belirleyicisi, nihai olarak öznel faktördür. Lenin’in de dediği gibi “kritik an geldiğinde tarihe yön verecek olan önderliktir”.
Sınıfımızın tarihinde devrimci liderlerin rolü, devrimlerin gelişiminde ya da gerileyişinde belirleyici olmuştur. Özellikle o dönemde yaşamış olan ve büyük roller üstlenen Lenin’in, Rosa ve Karl Liebknecht’in, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının dört yıl içinde (1919-1924) peşpeşe ölmeleri gidişat üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Lenin de, Rosalar da, Suphi ve yoldaşları da Marksizmin ışığında, dünya devrimini savunan ve bu uğurda canlarını ortaya koyan devrimci önderlerdir. Onlar bizim örnek alarak mücadelemizde yaşattığımız devrimci önderlerimizdir.
Teori ve pratiği ile işçi sınıfının tarihsel önderlerinden biri olan Lenin, Bolşevik Partinin ve Komünist Enternasyonalin kurucusudur. Bugün dahi hâlâ tartışılan konulara dair devrimci teorileri güncelliğini koruyarak bizlere yol göstermeye devam ediyor. Devrimci tutkusuyla kurduğu Bolşevik Parti sayesinde sınıfımızın büyük zaferi gerçekleşti. Diğer taraftan bütün dünyanın gözünün üstünde olduğu Alman devrimi için canları pahasına mücadele eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht... Özellikle 2. Enternasyonalin önderliğini üstlenen fakat burjuvaziyle işbirliği yapan Alman Sosyal Demokrat Partisi ile savaş halindeydiler. Kitlelere bu yozlaşmışlığı göstermeye çalışırken yazdıkları yazıları bugün de önemini sürdürüyor. Almanya’da devrimci sınıf mücadelesinin sembolleri haline gelen Rosa ve Liebknecht’in katledilmesi üzerine Alman devrimi başsız kaldı ve yenildi. Bunun sonucu aslında dünya devriminin yenilgisi oldu. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli ise Sovyet Rusya’nın yanı başındaki topraklarda, savaşlardan dolayı yorgun ve umut arayan Anadolu halkını doğrudan etkiledi. Mustafa Suphi ve yoldaşları devrim dalgasını Anadolu’ya taşımak istemişlerdi. Fakat kirli hesaplar güden Kemalist burjuvazi, Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’in karanlık sularında boğdurtarak katletti. Böylece devrim dalgasının Anadolu’da kabarmasının önüne geçilmiş oldu.
Sınıfımızın en çetin kavga dönemlerinde kilit roller üstlenmiş ve sosyalizm bayrağını en yükseklere taşımış devrimci önderlerimize sahip çıkmanın ve onların yapmaya çalıştığı şeyi, uluslararası anlamda devrimci partinin inşasını yani Enternasyonali kurmanın önemini unutmamalıyız. Marksizmin özü olan Enternasyonal, dünya işçi sınıfının kurtuluşudur. İşte şu an içinde olduğumuz dönem ve koşulları hesaba katarak, devrimci önderlerimizin hayatlarını adadıkları dünya proleter devrimi için var gücümüzle mücadele etmek zorundayız. Emperyalist savaşa son verip, sosyalizm bayrağını yükseltecek olan bizleriz. Bunun içindir ki Lenin’in, Rosa’nın, Liebknecht’in ve Onbeşlerin mücadelesi bizim geleneğimiz olmalıdır. Soğuk ve sancılı mücadele dönemlerinde onların yaktığı meşale hem yolumuzu aydınlatmalı hem de kavgamızda yüreğimizdeki ateşi daha da alazlandırmalıdır.
Ölmediler onlar, ölmezler ki
Bu yadsınmaz gerçeği bilmedi satılmışlar
Onlar bir atardamardı halkların yüreğinde
Gecelerde yıldız yıldız tutuşan
Unutma söz etmek yok gözyaşlarından
Yaylar şimdi daha güçle gerildi
Yarın adına göğüs göğüs kuşandık gecede
Gecede en yenilmez güç bizde gönendi
Ölüler koştular ordu ordu dağlardan
Ölüler ansızın içimizde dirildi.
(Perulu şair Luis Nieto)
link: Marksist Tutumcu bir öğrenci, Gecede Tutuşan Yıldızdı Onlar, 29 Ocak 2016, marksist.net/node/4876
Selam Olsun Ekim Devrimine Yürüyenlere
1917 Ekim Devriminin üzerinden tam 98 yıl geçti. Bu büyük devrim Marksist temelde mücadele yürüten biz sınıf devrimcilerinin yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Günümüz tarihinde başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde yürüyen emperyalist talan savaşları işçi sınıfının ve yoksul halkların adeta dünyalarını karartıyor. Özellikle Suriye ve Irak’ta yürüyen savaşta, IŞİD gibi eli kanlı örgütlerin oluşumunda büyük pay sahibi olan ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, Fransa gibi ülkeler bu savaşı körüklüyor.
Kapitalizm her çıkmaza girdiğinde yeni yıkımlar üretiyor. Egemen güçler pastadan daha fazla pay alabilmek için yoksul halkları kıyımdan geçiriyorlar. Bir zamanlar medeniyetin beşiği olan Ortadoğu adeta bir kan denizine dönmüş durumda. 3. Dünya Savaşının fitilini ateşleyip nüfuz alanlarını yeniden bölüşmek isteyen egemenlerin bu kanlı tarihlerine yabancı değiliz. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı dönemi dünyanın gördüğü en kanlı dönemlerden biri olmuştu. Emperyalist-kapitalist devletlerin nüfuz alanlarını genişletmek için girdikleri bu savaş 1914’te başlamıştı. Bu dönem aynı zamanda Rus işçi sınıfının mücadeleye daha güçlü bir şekilde atıldığı bir dönem de olmuştur.
1905 devrimi yenilgisi sonrası Rus işçi sınıfı yarım bıraktığı işi bitirmek için mücadeleye devam etmişti. Açlık ve sefalet içinde yaşayan işçilerin ve yoksul halkın yaşananları sineye çekecek ne sabrı ne de gücü kalmıştı. Bu büyük savaş Rusya’nın ezilenleri için bardağı taşıran son damla olmuştu. 1917’nin 22 Şubatında pek çok fabrika greve gitmiş ve 24 Şubatta grevler büyüyerek devam etmişti. Tarih 25 Şubatı gösterdiğinde devrimci hareket tüm Petrograd’ı sarmıştı. Grevler tek tek birleşerek Rusya’nın birçok kentine yayılmıştı. “Kahrolsun Savaş” , “Kahrolsun Çar”, “Ekmek İstiyoruz” flamaları taşıyan işçiler 26 Şubat sabahı Çarlığı yıktılar. Yerine liberallerden ve sosyal demokratlardan oluşan geçici bir hükümet kuruldu. Burjuva karakterli olan bu hükümetin başında Kerenski vardı. Çarlık devrilmişti ama Lenin ve Bolşevikler için devrime giden yol yeni başlıyordu.
Lenin önderliğindeki Bolşevikler bu hükümeti desteklemediler. Lenin Bolşeviklere nasıl bir çalışma yürütmeleri gerektiğini anlatıyor ve diğer taraftan da “Nisan Tezleri”ni yazıyordu. Çarlık yıkılmıştı, sıra geçici hükümetteydi. 18 Haziranda Sovyet Komitesinin çağrısıyla “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganıyla bir gösteri düzenlendi. Lenin işçileri, yoksul köylüleri Bolşevik Parti etrafında toplamaya çalışıyordu. Vakit gelmişti ve Lenin devrimin işaretini vermişti. Bolşevikler harekete geçtiler. 25 Ekim gecesi Kışlık Saray’ı ele geçirerek geçici hükümeti de alaşağı eden Rus işçi sınıfı böylece iktidarı ele almış oldu. 25 Ekim gecesi toplanan 2. Sovyet Kongresi bütün iktidarın Sovyetlere geçtiğini ilan etti. Kongre ayrıca Lenin’in önerisine uyarak Barış Bildirgesi’ni onayladı. Yeni işçi devletinin temelleri barış üzerine kuruluyordu. Eski burjuva devlet aygıtı da yıkılarak yerine yeni sovyet düzeni kuruluyor, sovyetler yeni yeni kararlar ve uygulamalar geliştiriyordu.
“Toprak Kararnamesi” ile topraklar köylülere dağıtıldı. İşçiler fabrikalarda denetleme ve yönetme hakkına sahip oldular. Ulusal eşitsizlik oluşturan uygulamalar kaldırıldı.
Bolşevikler savaştan çekilmek istiyordu, ancak önceki hükümetin müttefikleri savaşı sürdürmek niyetindeydi. Bunun üzerine doğrudan Almanya ile görüşülmeye başlandı. Ancak emperyalist Alman devleti yeni Sovyet devletinden koparabildiği kadar toprak koparmak istiyordu.
1918’de Rusya savaştan çekildi. Öte yandan başta Almanya olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde Rus işçi sınıfının yaratmış olduğu heyecanla işçi sınıfı kendi burjuvalarına karşı mücadeleye atılmıştı. Kendi ülkelerindeki işçi mücadelelerini bastırmak için bütün emperyalist devletler tek tek savaştan çekilmişlerdi. Marksist teoriyi doğru pratikle birleştiren Lenin gibi bir önder ve Bolşevik Parti etrafında toplanan devrimci işçiler, sosyalist bir devrimi gerçekleştirmekle kalmamış, aynı zamanda 1. Dünya Savaşına da son vermişti.
Günümüzde Ekim Devrimi her yönüyle yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. 3. Dünya Savaşının kızıştığı şu dönemde biz sınıf devrimcilerinin sorumluluğu ve yükü her zamankinden daha ağır ve zorludur.
Ekim Devrimi 1. Dünya Savaşına noktayı koymuştu, ama işçi sınıfı tüm dünyada iktidarı ele geçiremediği için bugün geldiğimiz noktada savaşlar hâlâ devam etmektedir. Ancak kapitalizmi kökünden söküp attığımız zaman savaşlar da, sömürü de, adaletsizlik de, sınıflar da ortadan kalkacaktır.
O zaman ne diyelim? Selam olsun Ekim Devrimini yaratanlara ve onun yolundan yürüyenlere!
link: Avcılar’dan bir metal işçisi, Selam Olsun Ekim Devrimine Yürüyenlere, 4 Aralık 2015, marksist.net/node/4627
IRMT’nin Marksist Tutum’a 1 Mayıs Mesajı
Marksist Tutum’lu yoldaşlara
Sevgili yoldaşlar,
Kapitalist sistemin derin krizi şimdiden yedi yılı geride bıraktı ve hâlâ devam ediyor. Venezuela’daki Chavezciler ve Yunanistan’daki Syriza gibi sahte kurtarıcılar, tahmin edilebileceği gibi, hayatta kalmak için daha fazla işçiyi köleleştiren (hatta yiyen) bu yaralı ve can çekişen canavarın yerini alabilecek herhangi bir gerçek alternatif sunamamıştır. Emperyalist ülkelerde ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde işçilerin yerine bilgisayarları ya da robotları kullanmak olsun ya da kırsal Hindistan’a ve Çin’e genişlemek olsun kapitalizmin günümüzde verip verebileceği tek şey yoksulluğun, savaşın ve adaletsizliğin devamı ve yoğunlaşmasıdır. Geçmiş 20-25 yılın muazzam teknik ilerlemelerine rağmen kapitalizm yine de işçilerin ve insanlığın büyük çoğunluğunun en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan acizdir. Sırf yeterli yiyecek ve barınma için bile bu sistemin ötesine geçmemiz gerekiyor!
Bu genel duruma ilave olarak geniş Ortadoğu bölgesi son birkaç yılda birçok değişiklikten geçmiştir. Türkiye ve İran’ın kapitalist sınıfları bölgesel üstünlük için kapışmada önde gelen “oyuncuların” ikisini oluşturmaktadır. Bu kapışma birçokları tarafından Çarlık Rusya’sı ile İngiliz İmparatorluğu arasındaki “Büyük Oyun”a benzetilmektedir. Egemenler arasındaki bu kapışma Türk ve İran kapitalizminin içinde artan çelişkileri açığa vurdu ve vurmaya devam edecek. (Ve İran özelinde, ABD emperyalizmiyle artan işbirliği, rejimin gerçek sınıf karakterini daha geniş işçi kesimlerinin gözünde teşhir edecektir.)
Ancak kapitalizmin zayıflığını teşhir etmek yeterli değildir. Kapitalizmdeki bu çelişkilerden ve çatlaklardan azami derecede yararlanabilmesi için, işçi sınıfını hazırlamak bizim görevimizdir. İşçi sınıfının bölgesel ve uluslararası bağlar oluşturmasını sağlayacak örgütsel ve teorik hazırlıklar yapmalıyız ki, kapitalist sınıfı yıkmak ve onun devlet aygıtını parçalamak mümkün olsun.
Mevcut duruma ilişkin tam bir gerçekçilik ve gelecekte sınıfsız bir toplum kurma konusunda alabildiğine iyimserlik ruhuyla, daha yakın işbirliği içinde Türkiye’de, İran’da ve ötesinde Bolşevik-Leninist partiler inşa etme umuduyla, size en sıcak 1 Mayıs selamlarımızı gönderiyoruz.
Yaşasın 1 Mayıs!
Yaşasın Bolşevik-Leninizm!
Yaşasın proleter sosyalist devrim!
Iranian Revolutionary Marxists’ Tendency (İranlı Devrimci Marksistler Eğilimi –IRMT)
link: IRMT, IRMT’nin Marksist Tutum’a 1 Mayıs Mesajı, 1 Mayıs 2015, marksist.net/node/4170
Marksist Tutum dergisi 10. Yaşında
Marksist Tutum 10. Yılında İşçi Sınıfına Yol Gösteriyor
Dünyayı üzerindeki her şeyle birlikte yok oluşa sürükleyen kapitalizm, her geçen gün toplumu daha da çürütüyor. Gençleri alıklaştırıyor. Örgütlülüğe kara çalıyor, insanların devrimci fikirlerle buluşmasına engel olmak için her türlü olanağı seferber ediyor. Marksist Tutum bundan 10 yıl önce yayın hayatına girdiğinde, akıntıya karşı kürek çekerek, işçi sınıfının devrimci fikirlerini günümüze taşımaya başladı. Aradan geçen 10 yıllık dönemin her anında, Marksist Tutum’un sayfalarında yer alan devrimci fikirler, hayat tarafından doğrulandı.
10 yıl önce yayınlanan ilk sayıyı üniversite sıralarında karşıladık. Marksist Tutum, o zamana kadar okul sıralarında öğrendiklerimizin yalan olduğunu kavrama olanağı sundu. Gerçekleri ve sınıflı toplumu kavramaya dönük büyük bir merak uyandırdı. Tarih diye anlatılanlar koca bir yalandan ibaretti, bilim denilen şeyler egemen sınıfa hizmet ediyordu. Milyonların katledildiği, “ulusal çıkarlar” adına gerçekleştirilen savaşlar da gerçekte bir avuç kapitalistin çıkarından başka bir şey için yapılmıyordu…
Üniversite yıllarının ardından bir işçi olarak hayata atıldıktan sonra, Marksist Tutum sayfalarında yer alan analizler, tarihsel deneyimler bize yol göstermeye devam etti. Okuldan sonra bu fikirlerin sadece okunmak için yazılmadığını daha iyi kavradık. Çünkü kapitalizm denen illetin, ezilmenin, sömürülmenin, hayat kavgasının ne olduğunu işçilik hayatında öğrendik. Peki, bu sorunları öğrendik ama bunlara karşı ne yapılabilirdi ki? İşte tam bu noktada Marksist Tutum bizlerin imdadına bir kez daha yetişti. Sahip olduğu deneyimlerle ve fikirlerle bizlere kapitalizme karşı nasıl mücadele edileceğini öğretti. Bu fikirlere sıkı sıkıya sarılmamız sayesinde kapitalizmin sömürü çarkında eriyip kaybolmadık, sıradanlaşmadık, işçi sınıfının mücadele saflarında yerimizi aldık.
İşçiysen ve kapitalizmin işçilere reva gördüğü yaşam koşulları ve hak gaspları seni rahatsız ediyorsa, Marksist Tutum’un devrimci fikirlerine ne kadar ihtiyaç duyduğunu daha iyi anlıyorsun. Çünkü bir şeylerden rahatsızsın, bir şeyler yapmak istiyorsun ama ne yapacağını bilmiyorsun ya da bildiğini sandığın şeyler aslında seni yanlış yere götürüyor. Sonunda tüm bu karmaşanın içinde boğuluyorsun veya kendini çaresiz hissediyorsun. Bizler Marksist Tutum sayesinde 10 yıldır kendimizi çaresiz değil tam aksine her geçen gün daha güçlü ve bilinçli hissediyoruz. Çünkü fikirlerimiz sağlam. Çünkü mücadele deneyimlerimiz yoğun. Çünkü öngörümüz çok güçlü.
Eğer sen de işçi sınıfının mücadelesinde yer almak istiyorsan doğru silahlara sahip olmak zorundasın. Doğru ve güçlü fikirlerle donanmış güçlü bir örgütlülük, sahip olabileceğimiz en güçlü silah. Bu yüzden Marksist Tutum’u okumalı ve okutmalıyız.
Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru işçiler
Marksist Tutum’la 10 Yıl
Yayın hayatına 10 yıl önce başladı Marksist Tutum. Çıktığı andan itibaren, kesintisiz ve aralıksız bir şekilde biz mücadeleci işçilere kılavuzluk etti, karanlıkta bir fener gibi yolumuzu aydınlattı, aydınlatmaya devam ediyor. Gönülden bir teşekkürü borç bilirim. Emeklerinize, ellerinize, yüreğinize sağlık…
10 yıl boyunca, kesintisiz her ay okudum Marksist Tutum’u. Geçmiş yıllarımda, öğrendiğim ne kadar yanlış şey varsa silip süpürdünüz mücadele hayatımdan. Yanlışların yerine doğruyu, inançsızlığın yerine inancı, yılgınlığın yerine mücadeleyi, milliyetçiliğin yerine proletarya enternasyonalizmini ve halkların kardeşliğini, örgütsüzlüğün yerine örgütlü mücadeleyi koydunuz.
Marksizmin tarihsel mirasını, biz devrimci işçilere her koşulda, gelişen her türlü olaylara inat taşıdınız, aktarma kayışı görevini üstlendiniz. Marksist Tutum sayesinde proleter sınıf çizgisinden hiçbir zaman kopmadık. “Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey” sloganı ile işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin önemine yaptığınız vurgular, bizi sürekli işçi sınıfının içerisinde örgütlenmeye itmiş ve kitlelerden koparmamıştır. Güncel politik olaylar karşısında, ortaya koyduğunuz bağımsız sınıf çıkarları temelindeki tutumunuz her zaman yolumu aydınlatan bir fener oldu ve olmaya da devam ediyor.
İşçi sınıfının tarihsel mücadele deneyimlerini, süzülen dersler ile birlikte, geleceğimize ışık tutan, en yalın hali ile Marksist Tutum sayfalarından okuyabildik. Marksist Tutum’dan çok şey öğrendik ve öğrenmeye de devam ediyoruz. Sizlerin varlığı, bizi dimdik mücadele ruhu ile ayakta tutuyor, yol gösteriyor. Sınıfsız bir dünyanın inşasında, Marksist Tutum’un katkıları, yol göstericiliği, biz devrimci işçiler için çok kıymetli ve değerlidir. Özlem duyduğumuz dünyayı yaratıncaya kadar, Marksizmin ışığında, kılavuzluğunuzun daim olacağına olan inancım sonsuzdur. Sizlerden öğrendiğim gibi: “Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey!”
Sarıgazi’den Marksist Tutum okuru bir işçi
Şan Olsun Devrimci Saflarda Büyüyen Marksist Tutum’a!
Devrimci Marksizmi, Bolşevik geleneği bu topraklara, genç işçilere taşıyan Marksist Tutum 10 yaşında! Marksist Tutum tam 10 yıldır devrimci işçilerin, ezilenlerin pusulası oldu, olmaya da devam ediyor.
Bugün insanlık kapitalistler tarafından giderek daha fazla sefaletin ve korkunç bir yaşamın içine itilmektedir. Dünyanın dört bir yanında emperyalistlerin çıkar savaşları sürüyor. Yüz milyonlarca insan yoksulluk ve sefaletin pençesinde yaşam savaşı veriyor. İşçiler iş cinayetlerinde öldürülüyor. Yani insanlık kapitalizmin yarattığı cehennemi yaşıyor. Böylesi bir çürümüşlüğün, gericiliğin hâkim olduğu bir dönemde yüzünü sınıf mücadelesine dönmüş bizim gibi devrimcilerin umutlarını Marksist Tutum büyütüyor. Öfkemizi bileyen, güzel günlere olan inancımızı körükleyen yoldaşlarımızın eşsiz deneyimleriyle 120 aydır mücadelede sağlam fikirlerle yürüyoruz, büyüyoruz.
Marksist Tutum yayına başladığı günden bu yana süreçleri doğru analiz etmiş ve belirli öngörülerde bulunmuştur. Bu öngörüler zamanın süzgecinden geçmiş ve gerçekliğe dönüşmüştür. Dolayısıyla sınıfa öncülük edecek fikirlere sahip olduğunu göstermiş, devrimci işçilerin güvenini kazanmıştır. Ayrıca sadece Türkiye’deki devrimciler için de değil, bu mücadeleye gönül vermiş dünyanın farklı ülkelerindeki devrimci işçiler için de! Böylesi bir geleneğin, emeğin parçası olmanın gururunu Marksist Tutum’un 10. yılında bir kez daha yaşıyoruz.
İşçi sınıfı hareketi içinde enternasyonalist bir damar yaratan Marksist Tutum önümüzdeki zorlu dönemlerde de kılavuzumuz olacak. Marksist Tutum’un bize taşıdığı inanç ve kararlıkla yürüyecek ve insanlığın hak ettiği sınıfsız, sömürüsüz bir dünyayı kuracağız.
Selam olsun devrimci Marksizmin mücadelesini yükselten Marksist Tutum’a!
Tuzla’dan bir kadın işçi
İşçi Sınıfı Kılavuzu İle Güçlüdür
Marksist Tutum 10. yılını doldurdu. Yayın hayatına başladığı ilk günden beri kesintisiz bir şekilde her ay düzenli olarak çıktı. Biz sınıf mücadelesi içerisinde yer alan işçiler olarak siyasi gelişmeleri, Marksist Tutum’un bize gösterdiği doğru bakış açısıyla değerlendirebiliyoruz. Marksist Tutum sınıf mücadelesinin deneyimlerinden süzülüp gelen birikimiyle, sınıf temelli bakış açısıyla yolumuzu aydınlatıyor. Burjuvazinin işçi sınıfının devrimci mücadelesinin önüne geçmek için yaptığı tüm çarpıtmalara karşı Marksist Tutum devrimci sınıf mücadelesinde yol göstericimiz oldu ve olmaya da devam ediyor.
Kapitalizm gün geçtikçe çürümeye ve gericileşmeye devam ediyor. İçine düştüğü krizden çıkabilmek için milyonlarca insanı savaş cehennemine sürüklemekten geri durmuyor. Kendine yeni pazar ve kâr alanları yaratarak içine düştüğü derin buhrandan çıkmaya çalışıyor. Ortadoğu savaş ateşiyle cayır cayır yanarken, işçi-emekçiler birbirine düşmanlaştırılarak kırdırılıyor. Bombalarla işçi ve emekçilerin yaşamları ve bedenleri paramparça ediliyor.
Fabrikalarda işçiler patronlar sınıfına muazzam kârlar üretirken, her gün işçilerin payına düşen ise daha fazla yoksulluk oluyor. İşçiler aldıkları ücretlerle ay sonunu dahi getiremezken, çocuklarına nasıl bir gelecek bırakacakları konusunda kaygılılar. Tüm bu yoksulluk yetmezmiş gibi patronlar daha fazla kâr edebilmek için iş cinayetlerinde işçilerin canını almaktan geri durmuyorlar.
Yeryüzünde milyonlarca insan açlıkla, savaşlarla, yoksullukla boğuşuyor. İşçilerin hayatları günden güne daha da katlanılamaz hale geliyor. İşçi sınıfı mücadeleye atıldığında, işçileri, emekçileri savaşlarla katleden, düşük ücretlerle açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden, üç kuruş daha fazla kâr etmek için fabrikalarda canından edenlerden bir gün hesap soracak.
Kapitalizmin yarattığı tüm bu savaş, gözyaşı ve acı, işçilere bu dünyayı günden güne daha da zindan ediyor. İşçi sınıfı ancak bir araya gelip doğru bir tarzda örgütlenerek kapitalizmi yıkabilir. İşte Marksist Tutum ilk çıktığı günden beri, işçi sınıfının kapitalizmden ve onun sebep olduğu tüm pisliklerden kurtuluş mücadelesine ışık tutuyor. Kapitalizmin tüm çürümüşlüklerinden tek kurtuluş yolumuz olan sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın kapılarını açacak nihai hedefi gösteriyor.
İşçi sınıfı kapitalizmi ancak doğru bir önderliğin yol göstericiliği ile yıkıp yerine sınıfsız bir toplum kurabilir. Marksist Tutum işte bu doğru yolda fikirlerinden ve ilkelerinden taviz vermeden emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Marksist Tutum ilerledikçe yarının sınıfsız toplumunu yaratacak olan unsurları da kendisi ile birlikte ilerletmeye devam ediyor. İşçi sınıfının devrimci önderliğinin kılavuzu Marksist Tutum’un ışığı ile mücadeleye devam!
Pendik’ten bir işçi
Marksist Tutum Yolumuzu Aydınlatıyor
Marksist Tutum yayın hayatına 2005 yılının Nisan ayında başladı ve aynı yıl 1 Mayıs’ta işçilerle, emekçilerle buluştu. Aradan 10 yıl geçti ama o gün hâlâ dün gibi aklımda. Savunduğum, inandığım fikirlerin hayat bulduğu bu yayını 1 Mayıs alanında işçilerle, emekçilerle buluşturmak görevini üstlenenlerden biri de bendim. O gün duyduğum heyecanı ve gururu unutmam mümkün değil. Elimde dergilerle işçi kortejlerinin önünden geçerken sesimin yettiğince haykırıyordum: “Marksist Tutum çıktı! Marksist Tutum ‘Enternasyonalle kurtulur insanlık’ diyor!” Meraklı gözleri, ilgiyle uzanan elleri hatırlıyorum. 10 yıldır tek bir ay aksamadan adına layık bir şekilde yayın hayatını sürdürüyor Marksist Tutum. 120. kez hiç tavizsiz “Enternasyonalle kurtulur insanlık” yazıyor kapağında.
Marksist Tutum 10 yılda muazzam bir birikim yarattı. İşçi sınıfının geçmiş mücadele deneyimlerini, devrimci hareketin tarihini taşıdı sayfalarına. Hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanan politik gelişmeleri bağımsız sınıf çizgisinden taviz vermeden değerlendirdi her seferinde. Ne zaman burjuvazi puslu bir hava yaratsa ya da küçük-burjuva devrimciliğinin tozu dumanı kaplasa ortamı, Marksist Tutum’un ışığıyla gördük önümüzü. Ne zaman yanlış yollara sapacak olsak bu güçlü ışık sayesinde bulduk tekrar doğru yolu.
Ve ben 10 yıldır Marksist Tutum’un savunduğu fikirlerin arkasında yürütülen devrimci mücadelenin içerisinde yer almaktan gurur duyuyorum. Bu sağlam ideolojik zeminin üzerinde biriken işçileri, emekçileri, gençleri gördükçe daha bir artıyor gururum ve inancım. Elbette Marksist Tutum’un Marksizmin ışığıyla aydınlanmış fikirlerine hayat verecek daha fazla nefere ihtiyaç var. Bunun için daha sıkı sarılmalıyız mücadeleye.
İnanıyorum ki işçi sınıfı kapitalizmi yıkıp kendi iktidarını kurana kadar Marksist Tutum güçlenerek devam edecek yoluna. Bizler de o büyük gün için, “umudumuz” için Marksist Tutum’un yolunda devam edeceğiz mücadelemize. Uzak mıdır yakın mıdır bilinmez o gün ama ne fark eder? Elif Çağlı’nın dizeleri her an kulaklarımda:
Her an seninleyim,
Seni düşünüyorum umudum,
Belki uzak, belki yakınsın bana.
Ne fark eder?
Ya elimde kızıl bir bayrakla karşılayacağım seni,
Ya da o gün yoldaşlar kızıl bir karanfil dikecekler başucuma.
Sarıgazi’den Marksist Tutum okuru bir işçi
Marksist Tutum’la Hedef Dünya Devrimi!
İşçi sınıfının Marksist sesi Marksist Tutum 10 yaşında. 10 yıl boyunca her ay düzenli yayınlanan dergimiz, ideolojik, teorik ve politik alanlarda işçi sınıfı devrimcilerine yol gösterdi. Marksist Tutum dergisi işçi sınıfının uluslararası çıkarlarının evrensel dili oldu. Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu amaçlayan Marksist Tutum, yayın politikasının özünü de bu doğrultuda ilk sayısından itibaren enternasyonalizme oturtarak yol aldı.
İşçi sınıfı devrimciliğinin küçümsendiği, devrimci Marksist mücadelenin çağ dışı ilan edildiği, reformist siyasetin akılları esir aldığı günümüzde, Marksist Tutum akıntıya karşı kürek çekerek, rüzgâra karşı durarak 10 yıl boyunca buz kıran işlevi gördü. Türkiye ve dünyada yaşanan nice siyasi gelişmede işçi sınıfı ve sol örgütlenmeler burjuvazinin sinsi politikalarına yedeklenirken, Marksist Tutum bağımsız sınıf siyasetini ayakta tutmayı başardı. Marksist Tutum’un bu emsalsiz rolü işçi sınıfının kurtuluşu için önemini koruyor.
Emperyalist kapitalist sistem içinde alt-emperyalist bir konuma yükselen Türkiye burjuvazisi, bölgesel gücünü pekiştirmek için paylaşım savaşlarına girme hazırlıkları yapıyor. Burjuvazi bu türden emperyal hevesleriyle, milliyetçi, militarist politikaları işçi sınıfına sirayet ettirerek ilerlemek istiyor. Marksist Tutum’un 10 yıllık faaliyeti boyunca işçi sınıfı içinde burjuva milliyetçi siyaseti ifşa etme ve yükselen şovenist arzuları geriletme yolunda öncü mevzilerin şekillenmesi için tüm gücüyle çaba harcadı.
Marksist Tutum’un savunduğu siyasi anlayış, Marksist teori ve pratiğin örgütlü birliğini hayata geçirmek oldu. Savunduklarını işçi sınıfının örgütlü halkaları üzerinden hayata geçirmeye önem vermiş, söylediğini yapmış, yaptığını söylemiştir. Marksist Tutum düşünce tembelliğine, rutinizme, ezbere ve tutuculuğa büyük bir darbe indirmiştir. İdeolojik duruşuyla ön açan dergi, siyasal gelişmeler karşısındaki somut tutumlarıyla da mücadeleye dinamizm kazandırmıştır.
Marksist Tutum dergisinin ilk sayısının yayınlanışından 10. mücadele yaşına kadar yükselttiği hedef, dünya devrimi hedefi oldu. Bu doğrultuda işçi sınıfı içinde enternasyonalizm bayrağının ödün vermez bir savunucusu oldu. Marksist Tutum’u daha fazla sınıf devrimcisiyle buluşturmak hepimizin boynunun borcudur.
Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!
Yaşasın Dünya Devrimi!
Gebze’den bir işçi
Kapitalizm Canavarı Marksizm Silahıyla Öldürülecek
Güvenli, sıcak ana rahmine ilk düştüğümüzde dışarıda bizi bekleyen canavardan habersiziz. Gözlerimizi dünyaya açamadan pençelerini çoktan üstümüze geçirmiş oluyor o canavar. Hem de en güvenilir bulduğumuz annemizi, en yakınımızdaki babamızı kullanarak yapıyor bunu. Ama ne yazık ki zavallı ailelerimiz kendilerine ve bize uzanan kirli ve korkunç elleri görmüyorlar bile.
“Anne” ve “baba” demeyi öğrendikten sonra “benim” demeyi öğreniyoruz. Çünkü o canavar “benim” kelimesini öyle bir yerleştirmiş ki insanların beynine “bizim” demek unutulmuş. Hep birlikte televizyon izliyoruz. Ne renkli, ne heyecanlı, ne güzel şeyler var televizyonun içinde. İzlerken sanki evin içi dönüşüyor ve televizyonun içinde yaşıyoruz. Geceleri düşler görüyoruz. Canavar rüyalarımızda da bizimle ne yazık ki. Korkarak uyanıyoruz, dualar yetişiyor imdadımıza ve rahatlıyoruz. Artık her korktuğumuzda ve çaresiz kaldığımıza dualara sığınır oluyoruz.
Okul, merakla beklediğimiz yüce mekân. İlk adımımızı attığımızda kapıdan, bir zehir yayılıyor vücudumuza biz hiç farkında olmadan. “Biz en yüce milletiz” diyor öğretmenler. Yunanlılar, Ermeniler, Kürtler bizden değil diye belletiyorlar iyice. Dersler, ödevler artıyor, bir yarışa katılmış oluyorsun sonra. Sınavlar kâbuslar gibi üst üste üst üste… Ali amcanın kızı, Fatma teyzenin oğlu sınavlarda hep başarılı oluyormuş. Ya sen? Haydi, başla koşmaya, rekabete, kıskançlığa doğru koş! Koş ki ileride iyi bir iş sahibi olasın, kariyer yapasın. Ailelerimiz kendilerince bizim “kurtulmamızı” istedikleri için ittiriyorlar arkadan, “Biz yapamadık, onlar okusunlar da zengin olup bizi de kurtarsınlar” diyerek.
Fakat tüm bunlar gerçekleşirken biz yuvarlanıyoruz. Yolumuzun üstünde bin bir türlü tuzak var bilmediğimiz. Çeşitli maddeler var bizi bu kötü dünyadan kısa bir süreliğine alıp götüren: Uyuşturucu. Kapılıveriyoruz işte, gençliğimiz heba oluyor sahte mutluluklar peşinde. Daha pek çok şeye bağımlı yapılıyoruz biz: Alkol, cinsellik, teknoloji (televizyon, bilgisayar oyunları, telefon, internet, facebook, instagram vs.), yalanlar, boş hayaller… İşte tüm bunlara bağımlı asalaklar gibi yaşıyoruz o canavarın ellerinde. Yanlış anlaşılmasın, o canavar herkese böyle zalim davranmıyor. Kimileri var ki onları bal kaymağın içinde büyütüp besliyor. Bize gösterip, arkasından koşturduğu hayatı, onlara, burjuvaziye sunuyor. Biz ise ailelerimizin bin bir emeğiyle büyüyor, soluk soluğa tırmanıyor, sonra da bir fiskeyle yere çakılıyoruz.
Biz işçi sınıfının gençleriyiz. Biz tüm ezilmişliği, tüm yenilgileri, umutsuzluğu yaşıyoruz. Ta ki kafamızı kaldırıp ışıl ışıl parlayan güneşi görene kadar. O güneş ki tüm karanlığa rağmen dünyayı hep aydınlattı. O güneş ki o kadar güçlü ve direngen. O güneş Marksizmin söndürülemeyen ışığıdır. Marksizm, çürütülen genç beyinlerimizi tazelemek için, dünyayı tekrar yeşertmek için, kapitalizm canavarını öldürmek için ışık saçıyor, yolumuzu aydınlatıyor. Marksizmi bizlere taşıyan, o sağlam fikirleri berrak biçimde anlatan ve yaşam biçimimiz haline getirmeyi amaçlayan Marksist Tutum eğilip bükülmeden, durmaksızın yoluna devam ediyor. 10 yılı geride bırakan Marksist Tutum dergisi işçi sınıfının geçmişini ve geleceğini, işçi sınıfının bilimiyle ortaya koyuyor.
Biz gençlere düşen görev, böylesine değerli birikimi sahiplenmek ve onun bize gösterdiği temelde devrimci mücadele saflarında yerlerimizi almaktır. Elif Çağlı’nın “Marksizm ve Gençlik” yazısında söylediği gibi: “İşçi sınıfının devrimci dünya görüşü, bugüne kadar bütün ezilenlerin içinde çırpındıkları maddi ve manevi esaretten çıkış yolunu gösteriyor. Genç kuşakların yaşamını ve geleceğini, bu köhnemiş düzeni yıkacak devrimci mücadeleye atılmanın onuru kadar değerli ve anlamlı kılacak başka hiçbir şey yok!”
Yıldız Teknik Üniversitesi’nden MT okuru bir öğrenci
Dünden Bugüne Marksist Tutum
Nasıl ustalaştık
Zamanı tarif etmekte
Sağlam yollar çizmekte diye soruyorsan kendine
Söylemekte yarar var
Doğası gereği
Her şey belli bir emek ve deneyimin ürünüdür
Hele ki
Bu devrimci bir çizgi Marksist bir tutum almaksa
Karanlığa ve zorbalığa karşı
Dik durmaksa, bütün yalpalayanların yanında
Savrulanların içinde
Kopmadan durabilmekse, kendi dalında
Varın düşünün arka planında duran tarihi.
“Avrupa’da bir heyula dolaşıyor”
Diyordu 167 yıl önce Marx
Komünizm heyulası
Paris Komününde
Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için diyorduk
Ve özgürlük için, eşitlik için
Can veriyorduk
1917’de Çarın sarayını yıkarken proletarya
Lenin’in işaretiyle yürüyorduk.
Ve bir hayaletten
Muhteşem bir dev yaratarak,
Hiç duyulmamışı ilan ederek
Hiç görülmemiş olanı göstererek.
Yürüyorduk, Bolşevikçe.
“Hareket etmeyenler, zincirlerin ne kadar ağır olduğunu bilmezler”
Diyordu Rosa.
Bu bilinçle
Haykırdık faşizme
Bu bilinçle yürüdük yolumuzda
Ve ne zaman tükensek
Azalıp eksilsek
Hep o kızıl kanatlı devrimcinin sözleri düştü aklımıza
Vardık, varız, var olacağız!
Troçki’yle aynı sürgündeydik
Aynı yollar, aynı kırgınlıklar taşındı yüzümüze
İhaneti aynı yorgunlukla yaşadık.
Umudu ve inancı aynı zeminde paylaştık.
Suphi’yle boğulduk Karadeniz’de
Ve dirildik Kavel’de, Netaş’ta
15-16 Haziranda
Kavganın olduğu her yerde.
En doğru tutumdu yaşam
En doğru tutumdu inanç.
Ve bugün var isek
Dün, bizim için dövüşenler olduğu içindir.
Ve yarın olacaksak
Kazanacaksak -ki kazanacağız
Geçmişin en doğru en sağlam unsurlarına tutunduğumuz için.
Nasıl ustalaştık
Zamanı tarif etmekte
Sağlam yollar çizmekte diye soruyorsan kendine
Söylemekte yarar var.
Marksist Tutum 167 yaşında.
Dudullu OSB’den bir metal işçisi
Marksist Tutum Fikirleriyle Birlikte Büyüyor
Yıllardır, aralıksız, fikirleriyle ve mücadeleye doğru bakışıyla bize yol gösteren Marksist Tutum 10. yılını doldurdu. İnsanlık kapitalizmin çukurunda gün geçtikçe bataklığa saplanıyor. Koşulların giderek kötüleştiği şu süreçte doğruları öğrenebileceğimiz tek kaynak Marksist Tutum. Burjuvazinin kaynakları bize yaşananları kader, fıtrat ya da çaresi olmayan sorunlar olarak anlatıyor, bilincimizi köreltiyor. Marksist Tutum ise bilincimize ışık tutarak bize doğru yolu gösteriyor. On yıldır inançla ve azimle bu doğru ve sağlam yolda ilerliyor.
Bizler Marksist Tutum okurları olarak fikirlerimizin hayatta bir karşılığı olduğunu görebiliyoruz. Yaşadığımız sorunların kapitalizmin içinde çözülemeyeceğini biliyoruz. Ama bu sorunları nasıl ortadan kaldıracağımızı da biliyoruz. On yıldır bize doğru mücadele yolunu gösteren Marksist Tutum, bu sömürü düzenini teşhir ettiği gibi buna karşı nasıl mücadele edeceğimizi de gösteriyor.
Evet, bizler Marksizmin ışığıyla yolumuzu aydınlatmaya ve öğrendiklerimizle bu ışığı yaymaya devam edeceğiz. Bu sömürü düzenini yıkacak, sınıfsız, sınırsız bir dünyayı kuracak olan, işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir. Bizlere yol gösterecek olansa Marksist Tutum’dur.
Aydınlı’dan bir grup kadın işçi
Marksist Tutum 10 Yıldır Mücadele Yolumuzu Aydınlatıyor!
Çinliler birbirlerine beddua ederken “tuhaf zamanlarda yaşayasın!” derlermiş. Bu bedduanın anlamını tuhaf zamanları yaşamayan veya tuhaf zamanlarda yaşadığının farkında olmayanların anlaması biraz zor!
Evet, bizler bugün tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. İnsanlığın daha fazla açlıkla, yoksullukla, yıkımla karşı karşıya kaldığı, haksız savaşlarda katledildiği, inançlarından dolayı zulme uğradığı, boğazlandığı, köle gibi satıldığı, tecavüz edildiği, kadın olduğu için katledildiği, işçi olduğu için ölesiye çalıştırıldığı, iş cinayetlerinde canından olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Milyarlarca işçi doğru düzgün beslenemediği, barınamadığı, sağlık ve eğitim hizmetlerinden mahrum kaldığı bir yaşam sürüyor. Dolap beygiri gibi patronlar sınıfına çalışmaktan başka bir şey yapamaz hale geliyor.
Dünya burjuvazisi yaşanan krizi atlatmak için işçi ve emekçilerin boğazını daha fazla sıkıyor, halkları birbirine kırdırıyor, başta Ortadoğu olmak üzere halklar savaşlarda kıyımlardan geçiriliyor. Türkiye kapitalistleri de pastadan payını almak için, emperyalist güçlerin arasında ön saflarda yerini almak için çırpınıyor. Filler tepişirken çimenler eziliyor.
Ama tarih bugüne kadar bize defalarca gösterdi ki; ne kadar baskı altında olursa olsun ezilen kitleler mutlaka bir gün isyan ateşiyle yeri göğü yakıyor. Zulüm arttıkça öfke birikiyor ve bu isyan ateşi derinlerde bir gün açığa çıkacağı günü bekliyor. O gün geciktikçe volkanın içindeki ateş büyüyor, büyüyor, büyüyor... Sonra bir gün bir küçücük kıvılcımla bile patlayıveriyor.
Bizler insan neslinin fazlasıyla zulüm gördüğü, acı çektiği bir tuhaf çağda yaşıyoruz. Marksist Tutum bizlere bu tuhaf zamanlarda yaşananları nasıl değerlendirmemiz gerektiğini gösteriyor, öğretiyor. Bu koşullar bize kapitalizmin çoktan yıkılmayı hak ettiğini gösteriyor. Ya barbarlık ya sosyalizm!
Kapitalizmi yıkıp tüm zulmün sona erdiği, insanların aşsız, işsiz kalmadığı, aşağılanmadığı, hor görülmediği, sömürücülerin çıkarları için hayatının altüst olmadığı, tüm dünyada üretilen zenginliği paylaştığı, kısacası insanca yaşadığı bir dünya yaratmak imkânsız bir şey değil!
Böyle bir dünya yaratmak işçi sınıfının mücadelesi için iyi bir hazırlıktan geçiyor. Çağımızın temel sorunu olan önderlik sorununu çözmekten geçiyor. İşçi sınıfına iyi bir rehber olmaktan geçiyor.
Marksist Tutum bizim için fırtınadaki pusula. Pusula olmadan, rehber olmadan mücadele başarılamaz. Bizim mücadelemiz sadece burjuvazi ile ve onun ideolojisi ile değil. Aynı zamanda ortalığın bulanmasına yol açan sınıftan kopuk çeşitli sol anlayışlarla da!
10 yıldır Marksist Tutum’un fikirleriyle besleniyoruz, büyüyoruz, burjuva medyanın karanlık sularında boğulmadan, sınıf ekseninden uzak çeşitli sol anlayışların fikirleriyle yolumuzu bulandırmadan Marksist Tutum’un şemsiyesiyle ilerliyoruz.
Yaşasın işçi sınıfının devrimci mücadelesi!
Örgütlüysen her şeysin, örgütsüzsen hiçbir şey!
Pendik’ten Marksist Tutum okuru bir öğretmen
Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık
Marksist Tutum’u yeni takip etmeye başlamış biri olarak bende yaratmış olduğu değişiklikten bahsetmek istiyorum. Marksist Tutum’u okumadan önce kapitalist sisteme küfreden, dil, din, ırk her türlü ayrımı reddeden ama sınıf bilincinden yoksun biriydim.
Marksist Tutum sayesinde güncel olaylara nasıl bakmam gerektiğini, yaşananlara karşı doğru tutumu nasıl alacağımı öğreniyorum. Sadece güncel olayları değil, geçmişte neler olduğunu da doğru yönleri ile bize anlatıyor. Bugün patronlar sınıfı burjuva medyayı kullanarak işçileri sınıf mücadelesinden uzaklaştırıyor, bizleri köreltmeye çalışıyorlar. Marksist Tutum bizleri bu körelmeden kurtarıp sınıfımızın saflarında yer almamızı sağlıyor.
Marksist Tutum’u okumaya başladıktan sonra, tek başına bu düzene küfretmenin yeterli olmadığını, bu düzeni yıkıp yerine işçilerin iktidar olduğu bir düzenin yaratılabileceğini öğrendim. Bu düzenin yıkılması için sadece Türkiye’de yaşayan işçilerin değil, tüm dünyadaki işçilerin bir araya gelmesi gerektiğini öğrendim.
İstanbul Deri Organize Sanayi Bölgesinden bir işçi
Marksist Tutum 10 Yıldır Yolumuzu Aydınlatıyor!
Marksist Tutum diyor ki, Dünyaya Barış İşçilerle Gelecek!
Marksist Tutum diyor ki, Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık!
Marksist Tutum diyor ki, Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği!
“Marksist Tutum diyor ki…” diye avazımız çıktığınca bağırarak, bir yandan da elimizde kaldırarak, 2005 Nisanında Marksist Tutum’un ilk sayısını miting alanına akan işçi kitlelerine tanıtmıştık. Yayın hayatına başlayan Marksist Tutum’u, Marksist açıdan ele alınan güncel politik olayları, burjuvazinin ve onun yazar-çizer tayfasının, medyasının yalanlarını derginin içerisindeki yazıları da göstererek o gün işçi ve emekçi kitlelere anlatmaya çalışmıştık. O gün benim için çok anlamlı ve hayatım boyunca unutmayacağım bir gün ve muazzam bir deneyimdi. İdeolojik olarak inandığımız, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin yürütülmesinde bize kılavuzluk eden sosyalist yayınımızın ilk sayısını işçi kitleleriyle buluşturmak onur vericiydi.
Ve Marksist Tutum tam 10 yıl sonra 120. sayısını geride bırakarak biz işçi sınıfı devrimcilerinin, sosyalistlerin yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Ve tam 10 yıldır burjuva ideolojisine işçi sınıfının devrimci ideolojisiyle, Marksizm ile karşı duruyor. Ve biz 10 yıl boyunca Marksist Tutum’u, işçi sınıfının içerisinde, ondan öğrendiklerimizle mücadelemizi yürüterek daha nice mücadeleci işçiye ulaştırdık ve ulaştırmaya da devam ediyoruz.
İşçi sınıfı içerisinde doğru bir tutumla, tarzla ve doğru fikirlerle mücadele yürütmek büyük önem taşıyor. Bugün emperyalist savaşın tüm dünyada işçilere ve emekçilere kan kusturduğu, onları yerinden yurdundan ettiği, derinleşen kapitalist krizin işçi sınıfını gittikçe bir darboğaza soktuğu, emperyalist güçlerin çıkar kavgalarının arttığı, burjuva hükümetlerin anti-demokratik yasaları birbiri ardına geçirdiği, Kürt sorununun ve daha pek çok sorunun sürdüğü bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla gelişen bu olayları ve durumları doğru bir şekilde anlamak, işçi sınıfının penceresinden bakmak ve yaşananları işçi kitlelerine aktarmak büyük önem taşıyor. Marksist Tutum, tarihi, olayları kavramak ve işçi kitlelerine gerçekleri aktarmak için doğru bir kılavuzdur. Ondan ve ona emek veren tüm yazarlarından öğreneceğimiz çok şey var.
Şimdiye kadar ele aldıkları konularla bizleri aydınlatan ve yürüttüğümüz devrimci mücadelede bize yol gösteren tüm Marksist Tutum yazarlarına ve emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Marksist Tutum’un gösterdiği gibi gelecek sosyalizmindir ve sözümü işçi sınıfının devrimci ideolojisinin mimarı Marx’ın şu sözüyle bitirmek istiyorum: Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!
Kartal’dan bir Marksist Tutum okuru
Marksist Tutum Dergisi 10 Yıldır Taraf Tutuyor!
Öncelikle 10. mücadele yılı vesilesiyle, Marksist Tutum’a emek veren ve Marksist Tutum’un ışık tuttuğu yolda yürüyen dostlarıma sımsıcak bir merhaba diyorum.
Marksist Tutum dergisi Marksist dünya görüşünü savunuyor. Burjuva liberalizminin “tarafsızlık” yalanlarının aksine Marksist Tutum dergisi gerçeğin en devrimci yanıyla kitlelere sesleniyor. Marksist Tutum dergisi taraf tutuyor. Marksist Tutum dergisi yaşamı kahır içinde olan, alınteri sömürülen dünya işçi sınıfının tarafındadır. İş cinayetlerinde katledilen veya sakat bırakılıp bir kenara atılan işçilerin tarafını tutuyor. Marksist Tutum dergisi uzun iş saatlerinden, savaşlardan, ecelsiz ölümlerden dolayı anasız, babasız büyüyen çocukların tarafındadır. Çocuklarının ölümünü görmek zorunda kalan anaların, babaların tarafını tutuyor. Marksist Tutum dergisi Akdeniz’in karanlık sularında yaşama veda eden göçmenlerin tarafındadır. “Fıkaralıktan içleri pasaporta ısınmamış” Roboskili çocukların tarafını tutuyor. Marksist Tutum dergisi işkenceden geçirilen, katledilen, kaybedilen devrimcilerin tarafındadır. Göz pınarları kurumuş Türkiyeli, Arjantinli ve tüm dünyadan Cumartesi Annelerinin tarafını tutuyor. Marksist Tutum dergisi kimliklerinden, derilerinin renginden kaynaklı yok sayılan, ezilen ulusların, dini inançların tarafındadır. Türkiye’de Kürtlerin, Alevilerin, Amerika’da siyahların, Doğu Türkistan’da Uygurların, Filistin’de Filistinlilerin tarafındadır. Marksist Tutum dergisi ezilenlerin, sömürülenlerin, yok sayılan ve yok edilenlerin tarafını tutuyor.
Marksist Tutum dergisi doğru tarafta olmanın gerekliliğinin en iyi örneğidir. Marksist Tutum dergisi temsil ettiği ideolojik çizgiden bir an bile şaşmadan emin adımlarla yolunda yürüyor ve bizleri taraf tutmaya çağırıyor. Kesintisiz yayın hayatı boyunca sınıf hareketinin ihtiyaçlarını gözeten ve çıkarlarının savunucusu olan Marksist Tutum dergisi her geçen gün sınıfın içinde kök salıyor. Bizlere düşen görev bu devrimci köke can suyu olmaktır. Marksist Tutum’un sesine ses, nefesine nefes olmaktır. Bizlere düşen görev devraldığımız bayrağı hak ettiği yerde, en yukarılarda dalgalandırmaktır. Marksist Tutum dergisini okumak, okutmak ve güçlendirmektir.
İstanbul Üniversitesi’nden MT okuru bir öğrenci
Marksist Tutum 10 Yıldır Sınıf Mücadelesine Güç Veriyor
Marksist Tutum ve sınıf mücadelesiyle kimimiz geç, kimimiz erken tanıştık. Marksist Tutum’un ilk sayısını elimize aldığımızda çok heyecanlanmıştık. Tek tek bütün yazıları detaylı bir şekilde incelemiştik. İşçi sınıfının, gündemdeki sorunlara, tarihsel deneyimlere hangi perspektiften bakması gerektiğine ilişkin pek çok konuda yazılar mevcuttu. Marksist Tutum o günden bu yana geçen 10 yılda çizgisinden hiç ödün vermeden her konuya getirdiği Marksist açıklamalarla işçi sınıfının yolunu aydınlattı.
Bu fikirlerle tanıştığımızda hep “keşke daha erken tanışsaydık” dedik. Kürt sorunundan Ermeni soykırımına, kadın sorunundan din konusuna kadar işçi sınıfını ilgilendiren tüm konulara bakışımız Marksist Tutum’la birlikte netleşmeye başladı. Marksist Tutum yaşadığımız tüm sorunlara gerçek bir aydınlık getirdi. Millet, ırk, din, dil, mezhep ve hatta cinsiyet konusunda ayrıştırıldığımız bu sistem içerisinde tüm bu gerçekleri görmeye başladık. Bu problemlerin aslında belirtilen “ayrım” noktalarıyla alakalı değil, tümüyle bu sistemin karşımıza çıkardığı sorunlar olduğunu net bir şekilde anlar ve hatta çevremizdeki işçi, öğrenci arkadaşlarımıza da anlatabilir duruma geldik.
Burjuvazi, Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi birçok farklılığımız üzerinden bizleri kutuplaştırma ve taraf olmaya zorlama çabası içerisinde. Lakin o tarafın neresi olacağına Marksizmin ışığında değil de burjuvazinin propagandaları ışığında karar verdiğimiz takdirde, “diğer” tarafa düşman olmaktan ve burjuvazinin ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir şey geçmeyecektir elimize. Bizler Marksist Tutum sayesinde işçi sınıfının tüm farklılıklarıyla burjuvaziye karşı bir taraf olduğunu anladığımızda aslında tüm güncel sorunlara da doğru bir yaklaşım ve tavır sergileyebilir hale geldik. Marksist Tutum, tüm saldırılara karşı, biz işçilerin burjuva ideolojisine kapılmasının önüne geçen bir panzehir oldu. Geçmişte kafamızda yaratılan önyargılardan ancak Marksist Tutum’da yer alan fikirlerle tanıştıktan ve bu fikirleri tartışmaya başladıktan sonra kurtulmaya başladık. İşçi sınıfını bölüp parçalayanlara inat işçi sınıfının saflarında birleşmemiz ve mücadele etmemiz gerektiğini anladık. Öyle de yaptık!
İşçi sınıfına 10 yıldır doğru yolu gösterdiği için Marksist Tutum’a minnettarız.
Tuzla’dan bir grup Marksist Tutum okuru
link: okurlarımızdan, Marksist Tutum dergisi 10. Yaşında, 1 Nisan 2015, marksist.net/node/4138
8 Mart Burjuvazinin Değil İşçi Sınıfının Günüdür
8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü yaklaşıyor. Burjuvazi işçi sınıfının tüm değerlerini karalamaya, onların içini boşaltmaya çalıştığı gibi 8 Mart’ın da mücadeleci yanını ve ruhunu yok etmeye çalışıyor. O günü erkeklerin kadınlara hediye ve çiçek aldığı, işyerinde müdürlerin, patronların kadın işçileri “düşündükleri” için güller dağıtıldığı, çiçek sipariş sitelerinden en pahalı çiçeklerin gönderildiği, mağazalarda indirimlere gidildiği bir gün olarak kullanıyor.
Burjuvazi 8 Mart’ı bir tüketim gününe çevirerek piyasayı canlandırıp cebini dolduruyor. Ayrıca kadın işçi ve emekçilerin ve onların çocuklarının 8 Mart’ı, mücadele günü yerine sadece erkeklerin kadınlara hediyeler aldığı bir gün olarak görmelerini sağlıyor. Oysa 8 Mart işçi sınıfının kadınlarına, patronlar sınıfının dayattığı ağır çalışma koşulları, düşük ücretler, şiddet, taciz ve yok sayılmaya karşı mücadelenin yolunu göstermektedir. İşçi sınıfının kadınları 8 Mart’a sahip çıkmalı, onun tarihi önemini ve mücadelesini örnek almalıdır.
8 Mart burjuvazinin çarpıtmalarının aksine işçi sınıfının kadınları için mücadele ve hak alma günüdür. 1857 yılında New York’ta daha yüksek ücret ve daha iyi çalışma ve yaşam koşulları talebiyle 40 bin dokuma işçisi kadın greve çıktı. 8 Mart, bu grevin polis tarafından kanla bastırılması sonucu 129 kadın işçinin hayatını kaybettiği bir gündür. O günün baskıcı koşullarında 40 bin kadın dokuma işçisinin verdiği onurlu mücadele ve katledilen 129 kadın işçinin anısına Clara Zetkin’in önerisiyle 8 Mart 1910 yılında İkinci Enternasyonal’de Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak ilan edilmiştir.
Bugün kapitalist sistem işçi sınıfının kadınlarına cehennemi yaşatıyor. Binlerce kadın iş kazalarında hayatını kaybediyor. Milyonlarca kadın şiddete, tacize maruz kalıyor. Emperyalist savaşlarda evini barkını bırakıp göç etmek zorunda kalanların binlercesi öldürülüyor, tecavüze uğruyor ya da pazarlarda satılıyor. Kadınlara tecavüz edenler, onları vahşice öldürenler doğru düzgün bir ceza almadan salıveriliyor. Egemenler kadınların kaç çocuk yapacağına, giydiği kıyafete, kürtaja, kadın erkek aynı evde kalınmasına kadar kadınların hayatlarının her alanına müdahale ediyorlar. Muhafazakâr, itaatkâr, “edepli” yaşayan ve eve hapsolmuş bir kadın yaratmak istiyorlar. İşte tüm bunlar ve daha pek çok sayamadığımız şey kapitalizmin işçi sınıfının kadınlarına sunduğu hayatın kendisidir!
İşçi sınıfının mücadeleci kadınları olarak bizler, “çocuklarımızın kemikleri bile olsa size bırakmayız” diyen Cumartesi Anneleri’nin, gencecik evlatlarının parçalanmış bedenlerini elleriyle toplayan Roboski Anneleri’nin yürek yangınını unutmadık. Van’da hastalanan 1,5 yaşındaki minik Muharrem’in çuvalda taşınan cenazesinin acısını unutmadık. Bizler mücadele ettiği için katledilen kadınları unutmadık, unutmayacağız. Emekçi kadınlar olarak tüm bunların hesabını sormak için örgütlü mücadeleyi yükseltmeliyiz. Emperyalist savaşların, sömürünün, açlığın, yoksulluğun olmadığı ve kadının yok sayılmadığı bir dünyayı ancak işçi sınıfının kadınıyla erkeğiyle verdiği mücadele kuracaktır.
Yaşasın 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü!
Yaşasın İşçi Sınıfının Örgütlü Mücadelesi!
link: İMES’ten bir kadın tekstil işçisi, 8 Mart Burjuvazinin Değil İşçi Sınıfının Günüdür, 5 Mart 2015, marksist.net/node/3995