Erdoğan liderliğindeki faşist rejim Türkiye’yi çok çeşitli yönlerden bir çöküş noktasına getirdi. 6 Şubatta gerçekleşen Maraş merkezli depremler, içten içe büyüyen çürümenin binayı getirdiği durum için gerçek bir stres testi oldu. Çürüme tescillendi. Baskı ve şiddet aygıtı olarak güçlenen devletin kamu hizmeti ayağının büyük oranda çökmüş olduğu çarpıcı biçimde ifşa oldu. Yıllardır yapılan bilimsel uyarılara, deyim yerindeyse nokta atışı öngörülere rağmen iktidarın hiçbir hazırlık yapmamış olması, aksine hazırlık iddiasıyla emekçi kitlelerden yıllardır toplanan paraları buharlaştırması, on binlerce canın sadece bu iktidarın varlığını sürdürme çabasının kaprislerine kurban gitmiş olması, üzerinden haftalar geçtiği halde hâlâ basit geçici barınma koşullarının bile sağlanmadığı afet bölgelerinin olması, çöküntü halinin bazı çarpıcı çizgilerini oluşturmaktadır.
Ama son dönemde yaşanan korkunç hayat pahalılığı, fiyatların uzaya doğru yükselişi, ücretlerin fırlayan inatçı enflasyon karşısındaki kontrol edilemez eriyişi, tüm bunların yarattığı görülmemiş yoksullaşma bir başka çöküş göstergesidir. Nüfusu hızlı büyüyen ve en azından son 70 yıldır kesintisiz iç göç yaşayan bir ülkede, bu olgu ve eğilimler bariz iken, izlenen imar ve yağma politikalarıyla şehir yaşamının bunaltıcı bir çökme noktasına gelmesi, beri yanda kırın ve tarımın çeşitli yönleriyle çıkışsızlık politikalarına mahkûm edilişi, keza yürütülen yayılmacı/savaşçı dış politikanın beslediği, öngörü, planlama ve hazırlıktan yoksun yaklaşım nedeniyle şehirlerin sosyolojisinin kontrolsüz biçimde bozulmasına varan milyonlarca sığınmacının gelişi çöküntü tablosunu şekillendiren çizgiler olarak belirmektedir.
Doğrusu, siyasal İslamcı kökenden gelen kadroların kurduğu iktidarın yirminci yılı geride bıraktığı, Cumhuriyetin ise yüzüncü yılına geldiği bir momente isabet eden Maraş merkezli depremler bu koca fiyaskoyu acı bir şekilde ortaya sermiştir. Bu fiyasko tek boyutlu değildir, katmerlidir. Bir düzlemde Türkiye burjuvazisinin yüz yıllık fiyaskosu vardır. Diğer bir düzlemde, daha önce denenmemiş ve nihayet iktidara gelmiş bir büyük burjuva siyasal akım olarak siyasal İslamın fiyaskosu söz konusudur. Ve nihayet bu akımın temsilcilerinin iktidardayken geçirdikleri dönüşümler ve ittifaklarla (MHP, Vatan Partisi, Ergenekoncular) evrildiği özgün faşist rejimin fiyaskosu önümüzde durmaktadır.
Faşist rejim bugünkü çöküşün dolaysız sorumlusudur, suçludur ve dolayısıyla ondan kurtulmak da dolaysız ve acil en önemli görevdir. Toplumdaki her türlü özgürlükçü, demokratik, eşitlikçi dinamiği boğarak, toplumu nefes alamaz hale getirmiştir. Din pompalama uğruna yaptıklarıyla, narko-mafyatik yapılanmaları görülmemiş boyutlara ulaştırmasıyla, devleti liyakatsiz ve kifayetsiz kadrolarla doldurup iş yapabilir kadroları atarak, pasifize ederek, devlet kaynaklarını eşi benzeri görülmemiş ölçeklerde yağmalayıp kurutarak çöküşün dolaysız anlamda faili olmuştur. Bunda en küçük şüphe yoktur.
Ama bu özgün faşist rejimi hazırlayan yakın şartlar açısından bakılacak olursa Türkiye burjuvazisinin tamamı bugünkü gelinen noktadan sorumlu ve suçludur. Burada burjuvazinin tarihsel olarak hep merkezi bir konumu olmuş olan statükocu-devletçi kanadının altının özellikle çizilmesi gerekiyor. Bu hâkim kanadın cumhuriyetin kuruluşundan bu yana izlediği politikalar çeşitli bakımlardan siyasal İslamcı akımın güçlenmesine ve sonunda iktidara yükselmesine yol açmıştır. Bir yandan laiklik adı altında izlediği ve evrensel laiklik ilkesiyle bağdaşmayan baskıcı ve şekilci laiklik politikalarıyla geniş emekçi dindar kitlelerde hoşnutsuzluk yaratarak bu kitleleri siyasal İslamın kucağına itmiştir. Bir yandan da tarihsel sol düşmanlığıyla emekçi kitlelerin solun etkisine girmemesi için solu acımasızca ezmiş ve bu uğurda uzunca dönem kendi kontrolünde tuttuğu siyasal İslamcıları koçbaşı ya da dalgakıran olarak kullanmıştır.
Diğer taraftan deprem nedeniyle özellikle öne çıkmış olması bakımından verilebilecek bir örnek olarak şehircilik politikaları da burjuvazinin bütününü kapsayan politikalar olmuştur. AKP’li yıllardan ve onun son dönemindeki sivil faşizmden çok önce başlamış olan kötü ve plansız şehircilik, kentsel alanların ve doğanın azgınca yağması şeklinde yürütülmüştür genel olarak. Ve bu politikalara burjuvazinin hiçbir kesimi dişe dokunur muhalefet sergilememiştir. İç göçün yönetilmemesi, planlanmaması, kentsel alanların rant alanları olarak ele alınması, kıyı şeridinin yağması gırla gitmiştir. AKP bu eğilimi sadece ileri taşımış, deyim yerindeyse doruğa çıkarmıştır.
Bir başka konu olarak emek politikaları da kısaca örnek olarak verilebilir. Bugün faşist rejimin izlediği işçi sınıfı düşmanı politikaların temelleri ondan çok önce atılmıştır. Güvencesiz eğreti çalışma biçimleri, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, işçilerin başta grev olmak üzere diğer birçok temel hakkının tırpanlanıp fiilen gasp edilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik maaşlarının düşürülmesi gibi uygulamalar AKP’nin sadece devralıp ileri taşıdığı politikalardır.
Hiç kuşkusuz belki de en başa yazılması gereken konu olarak Kürt politikalarını anmak gerekiyor. Öncesindeki geçiş süreci de dâhil olmak üzere halen süren faşist rejim dönemi, geleneksel şovenist Kürt düşmanı politikalara keskin bir dönüşü ifade etmektedir. İktidardaki ilk dönemlerinde Erdoğan ve AKP bu geleneksel politikalara direnç göstererek özellikle uluslararası konjonktürün etkisiyle farklı bir yol tutturmaya çalışmışlar, hatta “çözüm süreci” olarak anılan bir girişim de başlatmışlardı. Ancak bu güdük girişimin bile ömrü uzun olmamış, Erdoğan bu yoldan gitmenin kendi iktidarı açısından pek hayırlı olmayacağını gördüğünde geleneksel şovenist politikalara doğru dümeni kırmaktan çekinmemiştir. Dahası, şunu çok iyi biliyoruz ki, Erdoğan’ın son döneminde kendi iktidarını koruyabilmek saikiyle oluşturduğu faşist ittifak esasen bu şovenist Kürt politikalarında ortaklaşma zemininde inşa edilmiştir. Böylece dönülüp dolaşılıp Cumhuriyetin kuruluşundan beri yürütülen yüz yıllık şovenist politikalara gelinmiştir.
Şimdi tüm bu sayılan ve sayılmayan süreklilik ve bağlantıları bir arada düşündüğümüzde Türkiye’nin geldiği çöküş noktasının sadece mevcut faşist rejime yüklenmesinin eksik bir saptama olacağı ortadadır. Faşist rejimin yarattığı korkunç tahribat ortada olmakla birlikte, bu noktaya gelinmesinde dünya kapitalizminin içinde bulduğu ekonomik sosyal ve siyasal konjonktür de büyük bir rol oynamaktadır ve bunlar bütünlüklü halde bir kırılmaya yol açmış bulunmaktadır.
Kırılma noktası
Türkiye’nin içine sürüklendiği çöküş tablosunu tarif etmeye çalışıyor olsak da, gelinen noktayı tarif etmek için sadece çöküş kavramını kullanmak yeterli değildir. Bu nokta aynı zamanda bir kırılma noktasıdır. Yaşanan kriz hayli derin ve toplumun tüm sınıf ve katmanları yay gibi gerili. Tüm ülke 14 Mayıstaki seçime kilitlenmiş durumda. Bu seçimin olağan türde bir seçim olmadığı açıktır. Seçimin içine oturduğu sorunlar bağlamı bunu zaten yeterince göstermekteyse de, seçime giderken içinden geçmekte olduğumuz somut sürecin olağanüstü gelişmelerle ilerliyor olması da bunu ortaya koymaktadır. Siyasi cinayetler, kurşunlamalar vb. sıradan bir seçime gidilmediğinin çarpıcı belirtileri niteliğinde. Pek muhtemelen seçim günü ve takip eden günler de yüksek gerilimli olacak. Çelişkileri Türkiye’ye göre daha hafif kalan ABD ve Brezilya’da bile son seçimler etrafında neler yaşandığı düşünüldüğünde başka türlüsünü beklemek, en azından şu günden bakıldığında, pek gerçekçi olmayacaktır. Başta sosyalistler ve Kürt hareketi olmak üzere tüm muhalefetin buna hazırlıklı olması gerektiği açıktır.
Bu kırılma noktasını daha iyi anlayabilmek için dünya kapitalizminin geldiği genel noktayı da denkleme dahil etmek gerekiyor. Uzunca süredir vurguladığımız üzere kapitalizm kabaca 2000’li yıllarla birlikte tarihsel bir tıkanma ve kriz sürecine girmiştir. Gitgide sıklaşan biçimde patlak veren finansal krizler de, tarihsel zirvelere ulaşmış borçluluk oranları da, görülmemiş boyutlara çıkan ve hızla derinleşen yoksullaşma ve eşitsizlik de, birbiri ardına ülkelerde patlak veren kitle isyanları da, görülmemiş boyutlara çıkan küresel göç dalgaları da, artan otoriterleşme de, kendine özgü tarzda yürüyen bir dünya savaşı olarak üçüncü emperyalist dünya savaşı[1] süreci de, ağırlığı gitgide daha vahim biçimde hissedilmeye başlanan küresel iklim değişikliği krizi de bu tarihsel tıkanmanın sonuçları ve belirtileridir. Kapitalizme büyük hizmetlerde bulunmuş, onun önceki tarihsel evrelerde tıkanıklıklarını aşmasında kilit rol oynamış kredi mekanizmasının işlevini yitirdiği bir aşamadayız.[2] Dahası emek üretkenliğinde sıçramalar yaratan yeni teknolojilerin hızla devreye girdiği bir dönem yaşıyoruz. Küresel düzeyde işsizlik oranları artıyor, eskiden olduğu haliyle düzenli ve “güvenceli” işler artık istisna haline geliyor. Vasıf, teknoloji eliyle giderek anlamını yitirmeye başlıyor. Genç kuşaklar işsiz ve yoksul bir gelecek tehlikesiyle yüz yüze. Kapitalizmin tarihinde ilk kez genç kuşaklar ebeveynlerinden daha yoksul durumda ve bunun değişmesi için bir ufuk da görünmüyor.
Türkiye gibi ülkeler küresel para akışına yüksek derecede bağımlıdırlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kâr düzeylerinin yetersiz kaldığı konjonktürlerde mali sermaye, getirisi nispeten yüksek daha az gelişkin kapitalist ülkelere yöneliyor. Nitekim iktidarının ilk dönemlerinde AKP bol ve ucuz dış kaynağın her anlamda sefasını sürmeyi bildi. Sürekli tehdidi altında olduğu statükocu burjuva güçler karşısında yaslanabileceği en güçlü dayanak olarak emekçi kitlelerin desteğini, bu kaynaklara dayanan ulufe ve sadaka politikaları ile inşaat rantına dayalı büyüme politikası temelinde arttırmayı başardı. Ancak 2013 yılından itibaren musluğun suyu kesilmeye başladı ve kabaca AKP ve Erdoğan için ekonomik “saadet” dönemi de sona erdi. Arap halklarının isyan süreci ve sonrasında patlak veren Gezi direnişi de kabaca bu döneme denk gelmektedir. İşte tam da bu dönemde AKP ve Erdoğan’ın otoriter yönelişi kesinlik kazandı. Erdoğan’ın dış kaynak sıkıntısının o tarihlerden itibaren başladığı söylenebilir. Ve günün sonunda Hazine ve Merkez Bankası kaynakları bile kurutulup daha da ötesine geçilerek negatif rezervler noktasına gelindi.
Dünya kapitalizminin krizi yıllar geçtikçe daha da derinleşiyor, krizin depreştiği her sarsıntıda uygulanan politikalarla halının altına süpürülen sorunlar dağ gibi büyüyor. Bugünlerde hem ABD’de hem Avrupa’da batan ya da ite kaka yüzdürülen dev bankaların da gösterdiği gibi, 2000’lerin başlarından beri, ama özellikle de 2008’den beri, kriz sık sık koçbaşı vuruşlarıyla kendini dışa vuruyor. Zombi şirketlerin sayısı ve büyüklükleri artıyor, bankalar zayıflıyor vs. Burada açılmasına gerek olmayan başka nedenlerin de oluşturduğu durum itibarıyla sermayenin çevre ülkelere akması için elverişli bir konjonktür söz konusu değil. Esasında kapitalizm öylesine görülmemiş bir kriz içinde ki, çıkışsızlık içindeki sermayenin şapkadan tavşan çıkarma gücü olmadığı gibi herhangi bir ülkenin derdine derman olmaya da mecali yok. Gitgide daha büyük kriz patlamalarının gündemde olduğu bir gidişat var.
Türkiye burjuvazisi için deyim yerindeyse 2000’li yılların başlarında AB perspektifi çerçevesinde tarihsel olarak makas değiştirmenin imkân dahiline girdiği bir zemin belirmişti. Kemal Derviş’le düzlenen sahada sermayenin güçlü bir kesiminin, “ful aksesuar” olmasa da, Avrupa tarzı bir kapitalist yapılanmaya doğru meyil gösterdiği biliniyor. O konjonktür Türkiye burjuvazisinin, işçi sınıfının baskısının da olmadığı şartlarda, az çok işleyen kurallı bir burjuva demokrasisine geçmeye en çok yaklaştığı dönemdi denebilir. Ancak sonuç hüsran oldu. Burjuvazinin farklı kesimlerinin ve devlet yapılanmasının çelişkileri bu yönelişi sonuçsuz bıraktı. Dolayısıyla Türkiye burjuvazisi, bir bütün olarak ele alındığında, bu konuda güdük olduğunu bir kez daha ispatlamış oldu. Kapitalizmin, Avrupa’nın ve Türkiye’nin bugün geldiği noktada ve dünyanın gidişatına bakıldığında artık böyle bir “fırsat penceresinin” dahi olması mümkün görünmemektedir.
Seçimden fazlası
Türkiye’nin bir kırılma noktasına geldiğini söylüyoruz. Mevcut burjuva seçenekler çerçevesinde seçim sonrasına dair olasılıklara baktığımızda da ferahlık havası veren gerçekçi bir ufuk açılmıyor önümüzde. Mevcut faşist iktidarın seçim badiresini bir biçimde atlatıp varlığını sürdürmesi durumunda şu ana kadar yaşanan sorunların daha da büyük ivme kazanarak derinleşeceğine şüphe yoktur. Emekçi kitlelerin yaşadığı baskı, yoksullaşma, eşitsizlik daha da şiddetlenecek, seçim nedeniyle rejimin gönülsüzce dağıttığı ulufelerin acısı çıkarılacak, yeni ekonomik-sosyal saldırı programları derhal hayata geçirilmeye başlanacaktır. Bu ihtimali seçimden sonra tufan olarak formüle etmek yanlış olmayacaktır.
Geniş emekçi kitlelerde büyük bir hoşnutsuzluk ve öfke birikimi olsa da, genel örgütsüzlük ve kitle mücadeleleri geleneğinin kök salmamış olması nedeniyle, bu birikim büyük oranda seçimlere ve burjuva muhalefete odaklanmış durumdadır. Ancak her ne kadar burjuva muhalefet cephesi faşist rejimin tasfiyesi ve parlamenter sisteme geçiş konusunda anlaşmış olsa da, çok farklı eğilimlerin zıt yönlere çektiği parçalı bir yapıya sahiptir. Bu alttan alta birbirini tekmeleyen eğilimlerin sergilediği dağınıklık ve rejime karşı yeterli dinamizmle mücadele edilmeyişi, biriken öfkenin ifade ettiği potansiyelin açığa çıkmasını önlemektedir, sınırlamaktadır. Bir uçta Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği ve sosyal demokrat yönler barındıran eğilim varken, diğer uçta İYİP’te temsil olunan sağ eğilim vardır. Kürt hareketine ve sosyalistlere nispeten yakın duran, seçim sonrası rejim destekçisi yağmacı sermaye gruplarıyla hesaplaşmayı savunan Kılıçdaroğlu eğilimiyle, hesaplaşma gibi konuları hasıraltı etmek isteyen ve “yumuşak geçiş”i savunan, Kürt hareketine basmakalıp tarzda düşmanlık güden İYİP eğilimi.
Her ne kadar burjuva muhalefet cephesinde yaşanan kriz aşılmış ve Kılıçdaroğlu eğilimi şimdilik baskın çıkmış gibi görünse de derin çatlakların varlığını sürdürdüğü açıktır. Bu durum Kılıçdaroğlu’nun bir nebze nefes aralığı yaratma olasılığı barındıran güdük sosyal demokrat programını bile şüpheli hale getirmektedir. İktidar olmayı başarması durumunda burjuva muhalefetin bu parçalı ve irade zaafına yol açacağı açık olan yapısıyla nasıl olup da korkunç çöküntü tablosunu düzelteceği ve ülkeye geçici bile olsa bir rahatlama getireceği meçhuldür.
Burada önemli bir noktayı daha tespit etmek gerekiyor. Yukarıda özet biçimde olsa da çizmeye çalıştığımız ülke ve dünya koşulları çerçevesinde Türkiye’deki durum nesnel bakımdan devrimci olasılıklar barındırmaktadır. Yüz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca egemen burjuvazinin yaptıkları ve üzerine mevcut faşist rejimin ekledikleriyle oluşan büyük yıkım tablosu ortadadır. Maraş depremi bu yıkımı doğanın bir haykırışıyla tescillemiştir. İşin aslı, böylesi şartlarda işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütlü bir güç olarak sahneye çıkması halinde devrimci durumların doğması işten değildir. Hatta son yirmi yılda farklı ülkelerin deneyimleri sadece kitle eylemleri, protesto ve sokak geleneği olduğunda bile geniş emekçi yığınların devrimci durumlar yaratabildiğini göstermektedir.
Türkiye’nin şu anki şartları altında, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar açısından faşist rejimi def etmeye öncelik veren bir tutum ne kadar elzemse burjuva muhalefete bel bağlama tutumu da o derece sakıncalıdır. Biriktirdiği tüm öfkesine rağmen işçi sınıfının mevcut aşamadaki bilinç ve örgütlülük düzeyinin yetersizliği nedeniyle, rejim yanlısı ve rejim karşıtı burjuva eğilimler arasındaki mücadelenin yarattığı çatlaklardan yararlanmak ve işçi sınıfının mücadelesi açısından daha olumlu şartların oluşmasını zorlamak önem taşımaktadır. Bunun mevcut aşamadaki en isabetli yolunun emekçi dinamiğini olabildiğince büyütmek, emek cephesini güçlendirmek ve burjuva muhalefete de soldan işçi-emekçi basıncı bindirmektir. Bilinç ve örgütlülük düzeyi açısından işçi sınıfının geneli olumsuz bir durumda olsa da, biriken hoşnutsuzluk ve öfkeyle de bağlantılı olarak, sosyalist politik çizgiye olan genel toplumsal sempati onyıllardır ilk kez artmaktadır. Deprem sırasında rejimin aksine sosyalistlerin ve emekçi halkın sergilediği büyük dayanışmanın da kazanım olarak mücadele hanesine yazıldığına şüphe yoktur.
Bugünün Türkiye koşullarında emekten, demokrasiden, özgürlükten yana güçlerin birlikte mücadele etmesi önem taşımaktadır ve kurulmuş olan Emek ve Özgürlük İttifakı bunun en somut ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. O nedenle seçim de dâhil olmak üzere Emek ve Özgürlük İttifakını güçlendirmeye çalışmak, etkisini arttırmaya dönük çabalara omuz vermek işçi sınıfının mücadelesini ilerletmek bakımından en doğru yoldur. Türkiye’nin yeni bir döneme girdiği ve yeni bir siyasal atmosferin şekillendiğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Faşist rejim yüz yıllık cumhuriyet tarihini büyük bir kırılma noktasına getirmiştir ve onun baskı, zorbalık ve hilelerle seçimi gasp etmesi bile onu kurtarmaya yetmeyecektir, bunu bilelim. Elinde tuttuğu tüm şer gücüne rağmen acz içindedir, durumunu kurtarmak için elini attığı dallar bir bir kırılmaktadır. Yarattığı yıkımı mevcut ülke ve dünya şartlarında sürdürmesi mümkün değildir ve bundan sonra atacağı her adım tepkiyi ve mücadeleyi büyütecektir. Bu bakımdan Emek ve Özgürlük İttifakında ifade bulan dinamiği büyütmek, sağlamlaştırmak hayati önem taşımaktadır. Seçim sonucu ne olursa olsun önümüz kavgadır ve burjuva muhalefete bel bağlanamaz. Burjuva muhalefetin hizaya çekilebilmesi bile ancak emekçi dinamiği güçlendirildiği ölçüde garantiye alınabilir.
[1] bkz. Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, 29 Kasım 2007, marksist.net
[2] bkz. Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, Şubat 2012, marksist.net
link: Levent Toprak, Türkiye Tarihsel Bir Kırılma Noktasında, 6 Nisan 2023, https://marksist.net/node/7951
Sarduri’den Reis’e, Dünden Bugüne