Van’da 23 Ekim ve 9 Kasımda yaşanan iki büyük deprem, 644 insanın ölümüne, binlercesinin yaralanmasına ve evsiz kalmasına yol açtı. Birincisi Erciş’te büyük bir yıkıma yol açan, ikincisi ise Van merkezindeki binalarda ağır hasar yaratan bu depremler sonrasında yüz binlerce emekçi, burjuva devletin ihmali ve sorumsuzluğu yüzünden kışı, -15 dereceyi bulan dondurucu soğukta, çadırlarda ya da naylon barakalarda geçirmeye mahkûm bırakıldı. On binlerce insan Van’ı terk etmek zorunda kalırken, on binlercesi barınma, yemek, ısınma, hijyen gibi temel yaşamsal ihtiyaçlardan tümüyle yoksun bir durumda kendi kaderine terk edildi. Soğuk, hastalık, yetersiz beslenme ve sobalardan çıkan çadır yangınları nedeniyle Van’dan birbiri ardına çocuk ölüm haberleri geliyor. Ancak Eylül ayında yaşanan sel sonrasında 12 kişinin yaşamını yitirdiği Rize’yi Bakanlar Kurulu kararıyla derhal afet bölgesi ilan eden Erdoğan, Van’ı afet bölgesi ilan etmekten kaçınıyor. Uzunca bir süre “o durumda oraya bir çivi bile çakılamaz, halk mağdur olur” yalanının ardına sığınarak afet bölgesi ilanına karşı çıkan Erdoğan, nihayet ağzındaki baklayı çıkardı ve hükümetin gerçek çekincesini itiraf etti: “Paralar BDP’li belediyeye gider!” Böylece AKP hükümetinin, afet bölgesi ilan edilmesi durumunda kentin yeniden imarı için BDP’li belediyeye aktarılacak kaynağın önünü kesmek amacıyla yüz binlerce insanı dondurucu kış soğuğunda mağdur etmekten çekinmeyecek kadar çıkarcı ve şoven bir zihniyete sahip olduğu bir kez daha görüldü.
Neo-liberalizmin fikir babalarından Milton Friedman, “bir felâket sonrasında her türlü politikayı rahatlıkla uygulayabilirsiniz” diyordu. Bunu gayet iyi bilen burjuvazi, Ecevit’in başbakanlığındaki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin işbaşında olduğu 1999 depremi sonrasında deprem bahanesiyle özel iletişim vergisi başta olmak üzere ek vergiler getirmekle yetinmemiş, emeklilik yaşını ve prim gün sayısını arttıran yeni sosyal güvenlik yasasını da emekçiler acılarıyla meşgulken bir geceyarısı yürürlüğe koymuştu. Van halkının çığlıklarına kulaklarını tıkayan, bu duruma isyan eden yoksul emekçileri provokatör ilan eden ve üzerlerine gazıyla, copuyla polisini salan AKP hükümeti de, bu felâketi sermaye açısından ranta dönüştürme girişimlerinde hiç zaman kaybetmedi. Tayyip Erdoğan, 12 Haziran seçimlerinin ardından Çevre ve Şehircilik Bakanlığına terfi ettirdiği eski TOKİ Genel Müdürü Erdoğan Bayraktar’la el ele, “kentsel dönüşüm” adı altındaki rantsal dönüşüm planlarını yeniden büyük bir iştahla gündeme getirdi. Bayraktar, bu bağlamda kentsel dönüşüm yasasının, yapı denetimleri yasasının, yabancılara gayrimenkul satışını serbest kılan yasanın ve 2B alanlarının satışını sağlayan yasanın en kısa zamanda çıkarılacağını açıkladı. Bunun yanı sıra, kentsel dönüşümün tamamlanabilmesi için 400 milyar dolarlık bir kaynağa ihtiyaç olduğunu ve bunun “Depreme Hazırlık Hesabı” adı altında oluşturulacak bir fondan karşılanacağını duyurdu. Büyük inşaat şirketlerini daha da semirtecek devasa büyüklükteki bu fon, dolaysız suçlu durumundaki inşaat şirketlerinden ya da genel olarak kapitalistlerden alınacak katkı paylarından değil de emekçilerin sırtına yüklenen vergilerden oluşturulacak.
Bayraktar’ın açıkladığı tasarıya göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından afet riski taşıdığı ilan edilen alanlardaki bütün taşınmazlar yeni yasanın kapsamı içine girecek. Kentsel dönüşüm bölgesinde riskli binaları belirleme ve her türlü inşaatı yapma ya da yaptırma yetkisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığında olacak. Bakanlık burada isterse TOKİ’yi devreye sokacak ve “işlemleri hızlandırmak için” ihale kanununu devre dışı bırakarak ihaleye çıkacak. Yani hükümete yakın olanlar başta olmak üzere büyük inşaat şirketlerine gün doğacak. Bayraktar, bu açıklamaları yaparken yalnızca İstanbul’da yıkım kararı alınmış 14 bin konut olduğunu dile getirdi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ise ilk etapta “acil” durumda olan 50-60 bin binaya müdahale edileceğini duyurdu. Sadece bu sayılar bile, burjuvaziye depremi fırsat bilerek açılan rant kapısının büyüklüğünü net bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Burjuvaziye rant, emekçilere sürgün planı
Büyük inşaat şirketleri hükümetin atmaya hazırlandığı adımlar karşısında ellerini ovuştururken ve bankaların yeni konut kredisi olanakları nedeniyle yüzleri gülerken, on binlerce emekçiyi her açıdan çileli günler bekliyor. Hükümet, düzgün ve depreme karşı güvenli konutlar inşa etme amacı güttüğünü söyleyerek emekçileri kandırmaya çalışıyor. Ancak şimdiye kadar yapılan uygulamalar kazın ayağının hiç de öyle olmadığını kanıtladığı gibi, yasa tasarısı da aynı yoldan daha kararlı bir şekilde gidileceğini gösteriyor. Zaten Erdoğan da artık itiraz kabul etmeyeceklerini ve iktidarı kaybetme pahasına bunu yapacaklarını söyleyerek, yıkımların nasıl bir seyir izleyeceğini açıkça ifade ediyor.
Tasarıya göre, konutları Hazine’ye ait arsalar üzerinde bulunanlara yalnızca enkaz bedeli ödenecek. Tapulu bina ya da konutu bulunan hak sahiplerine ise üç seçenek dayatılacak. Bu seçeneklerden biri, çürük binanın yıkılması ve zemin müsaitse yerine aynı yerde yapılacak yeni konutlardan verilmesi. Ancak bu, tıpkı Sulukule ve diğer “ketsel dönüşüm” uygulamalarında da yaşandığı gibi, daire başına yeni bir daire verilmesi şeklinde olmayacak. TOKİ ya da Bakanlık yıkılan konutun değerini tespit edecek ve hak sahibinden bu değer ile yeni yapılacak konutun değeri arasındaki fark talep edilecek. Örneğin mevcut eve 70 bin lira, yeni yapılacak eve 120 bin lira değer biçildiğinde aradaki 50 bin liralık farkın enflasyon oranında artacak aylık taksitlerle 20 yıl gibi bir sürede ödenmesi istenecek. Hak sahipleri bu teklifi kabul etmezse ya da yıkılan evin bulunduğu zemin yapılaşmaya müsait değilse bu kez evin değeri peşinata sayılarak TOKİ’nin başka bölgelerdeki konutlarından biri verilecek. Aradaki farksa yine taksitler halinde tahsil edilecek. Hak sahibi tekliflerden ikisini de kabul etmezse konutu devletin biçtiği bedel ödenerek kamulaştırılacak.
Bu seçeneklerin tümünün yoksul emekçileri çok zor durumda bırakacağı açıktır. Bu durumdaki emekçilerin büyük çoğunluğunun 50-80 bin lirayı bulacak fark bedelini ödeyerek bulundukları bölgede yapılacak lüks konutlarda oturmaları olanaksızdır. Borçlandıkları takdirde ise site giderleri vb. dikkate alındığında her ay asgari ücrete yakın bir para ödemek zorunda kalacaklardır. Dolayısıyla, büyük bir bölümü düzenli geliri olmayan ya da düşük ücretli işlerde çalışan işçi ve emekçilerden oluşan bu insanların söz konusu giderleri karşılamaları mümkün değildir. Ancak bu, kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız diyen burjuva hükümetin umurunda değildir.
Bugün ilk etapta yıkılacağı söylenen binaların neredeyse tamamı, konumları itibariyle çok kıymetli araziler haline gelen yoksul mahallelerindeki evlerden oluşuyor. Amacın buralardaki eski evleri yıkarak içindeki yoksul emekçileri depreme dayanıklı binalara kavuşturmak olmadığıysa yaşanan örneklerden biliniyor. Asıl amaç, yoksul emekçileri kentin dış bölgelerine sürerek bu mahalleleri yüksek gelirliler için lüks konutlarla donatmaktır. Şimdiye dek, büyük kentlerin çeşitli mahallelerinde emekçilerin direnişi nedeniyle gerçekleştirilemeyen yıkımlar-sürgünler, şimdi takviye yasaların verdiği güçle gerçekleştirilmeye çalışılacak. Nitekim bunun ilk örnekleri gelmeye başladı. İstanbul’un ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi de yıkımlara kısa sürede girişileceğini duyurdu. Etrafı yüz binlerce dolarlık konutlarla kuşatılan ve 1200 kişinin yaşadığı bölgede emekçilerin güçlü direnişi nedeniyle yıkımı gerçekleştirilemeyen Dikmen Vadisi’nde, belediye yoksul emekçileri zorla evlerinden çıkartıp burayı yıkmaya girişeceğini açıkladı.
Gerek TOKİ gerekse belediyeler, konutların çürüklüğünden, depreme dayanıksızlığından söz ederken nedense sürekli olarak, büyük inşaat şirketlerinin göz diktiği gecekondu bölgelerini ya da kentin içinde kalmış ve arsaları alabildiğine kıymetlenmiş yoksul mahallelerini gözümüzün içine sokuyorlar. Bu tip yerlerdeki yapıların çoğunun kaçak olduğunu ve bunların depreme karşı önlem için yıkılmak istendiğini söylüyorlar. Sanki ruhsatlı olunca binalar depreme karşı dayanıklı oluyorlarmış gibi! Sormak gerekmez mi, Kocaeli’de, Van’da, Erciş’te yıkılan ya da ağır hasar alan okullar, hastaneler ve diğer devlet binaları kaçak mıydı? Bu yüzden mi yıkıldılar? Elbette hayır, Türkiye’de ruhsatların çoğunun sadece bir kâğıt parçasından ibaret olduğu gayet iyi bilinir. Nitekim yüksek deprem riskiyle karşı karşıya olan İstanbul’da 1,6 milyonu aşkın bina, 4 milyonu aşkın konut var ve önemli bir bölümü ruhsatlı olmasına rağmen bunların yarısından fazlasının riskli durumda olduğu söyleniyor. Örneğin, “Bizim yaptıklarımız da dahil, İstanbul’da 1998’den önce yapılan binalar Van’da yerle bir olan binalardan daha da kötü durumda” diyen Ali Ağaoğlu, “Tüm inşaatlarda deniz kumu kullanıldı. Üstelik sadece beton değil, demir de kötü kalitedeydi. Bu yüzden 2000’li yıllardan önce inşa edilen neredeyse tüm binalar kötü malzemeyle inşa edildi” itirafında bulunuyor. Dumankaya İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Halit Dumankaya da onu destekliyor: “İstanbul’da konut stokunun büyük bir bölümünü oluşturan 1970’li yıllarda yapılmış binalar maalesef o günkü koşullarda kullanılan malzeme kalitesinin düşüklüğü sebebiyle yıkılıp yeniden yapılmayı gerektirecek kadar çürük. Biz de dahil tüm firmalar maalesef o dönemde böyle binalar yaptık. Ama şu an günümüz koşullarında bu binaları gerektiği gibi dönüştürecek tüm imkânlara sahibiz. Zararın neresinden dönsek kârdır.”
Peki, “o gün çürük binalar yaptık, şimdi çok kaliteli binalar yapıyoruz” diyen bu pişkin büyükbaşlardan hesap soruluyor mu? Bu tarz yüz binlerce riskli bina için acil yıkım kararı alınıyor mu? Hayır! Aksine, yoksul emekçi mahalleleri “çöküntü alanı” ilan ediliyor ve TOKİ’nin ve büyük inşaat firmalarının yeni projelerine arsa yaratmak için buralara göz dikiliyor. Üstelik TOKİ’nin inşa ettiği konutlar da tam bir kast sistemini yansıtıyor. Gelir gruplarına göre ayrılan ve bölgesel olarak da birbirinden mutlak biçimde yalıtılan projelerle, kentin yoksullardan gasp edilen en güzel yerlerinde zenginler için pahalı ve lüks konutlar inşa edilirken, düşük gelirlilere dağ başlarında düşük kaliteli konutlar reva görülüyor.
Gecekondular ya da yoksulların oturduğu tarihi semtler gündeme geldiğinde yapıların depreme dayanıksızlığından, kalitesizliğinden, plansızlığından, ruhsatsızlığından söz eden AKP hükümeti, öte yandan, birbiri ardına çıkardığı yasalarla kuralsız, sınırsız, denetimsiz vahşi bir yapılaşmayı adeta teşvik etmektedir. Bakan Erdoğan Bayraktar, Van’daki depremin hemen ertesinde, hiç utanmadan, ruhsat alma sürecini basitleştirip, yapı denetiminde beyan esasına geçeceklerini söylemiştir. Gerçekleştirecekleri yasal düzenlemelerin ardından iki ayda ruhsat alamayan müteahhitlerin doğrudan bakanlığa müracaat edebileceği, haklılarsa ruhsatları bakanlığın vereceği, imarları da bakanlığın yapacağı “müjdesini” vermiştir.
AKP’nin inşaat sektörüyle bu derece yakından ilgilenmesinin kuşkusuz çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Bunların başında, hazine arazilerinin satışının büyük bir gelir kaynağı oluşturması gelmektedir. Bir başka önemli husus, inşaat sektöründe yoğun olarak varlık gösteren yandaş sermaye gruplarına kaynak aktarmaktır. Bunun yanı sıra, bu sektördeki faaliyet pek çok alt sektörü de harekete geçirdiği için, AKP hükümeti inşaat sektörünün büyümesini özellikle teşvik etmeye çalışmaktadır. Bu yılın ikinci çeyreğinde Türkiye ekonomisi yüzde 8,8 büyürken, inşaat sektöründe yüzde 13,2’lik bir büyüme yaşanmıştır. Bir kriz döneminden geçildiği ve işsizliğin alabildiğine yükseldiği bu konjonktürde hükümetin inşaat sektörüne gösterdiği yakın ilginin bir nedeni de bu sektörün emek yoğun bir sektör olması ve vasıfsız işgücüne yaygın iş olanağı sunması nedeniyle işsizliğin geçici de olsa düşürülmesinde önemli bir role sahip olmasıdır. Örneğin Türkiye’de inşaat sektöründe istihdam edilenlerin oranı ortalama %6 civarında olup, bu oran geçtiğimiz Temmuz ayı itibariyle ilk kez 7,5’e (1,86 milyon kişiye) çıkmıştır.
İnşaat projelerini siyasi reklâm malzemesi olarak başarıyla kullanan ve inşaat sektörüne dayalı bir ekonomik büyüme modelini esas alan AKP hükümetinin bu amaçla kullandığı en büyük araçsa TOKİ’dir. AKP’nin işbaşında olduğu dokuz yılda çeşitli yasal düzenlemelerle faaliyet alanı genişletilen, yetkileri ve kaynakları alabildiğine arttırılan, kent planlarını dikkate almadan uygulamalar yapma yetkisi tanınan TOKİ, kamu ihale kanunundan, mali denetim ve yapı denetimi kanunlarından da muaf kılınmıştır. 2003-2010 yılları arasında, 81 il ve 800 ilçedeki 2162 şantiyede 516 binden fazla konut üretmekle övünen bu kamu kurumu, aynı zamanda ülkenin en büyük müteahhitlik şirketi haline gelmiştir. Olağanüstü yetkilerle donatılmış ve ipleri merkezi hükümetin eline verilmiş böylesi bir kurumun ürettiği projelerde iktidar partisine ve çevresindekilere yüksek rant gelirleri ya da siyasi getiri sağlama kaygısını gözetmemesi mümkün olabilir mi?
Emekçilerin gasp edilen barınma hakkı ve katledilen doğa
İşçi sınıfının tarihsel mücadelelerinin yarattığı basıncın sonucu olarak Birleşmiş Milletler sözleşmelerine de dâhil edilen ve en temel insan haklarından biri sayılan barınma hakkı, kapitalizm altında ne yazık ki daha nicesi gibi sözde hak olarak kâğıt üstünde kalmaktadır. Emekçiler için yaşamsal ihtiyaç olan konut, burjuvazi için kârlı bir meta anlamına gelmekte, dolayısıyla amaç toplumsal ihtiyacın karşılanması değil daha fazla kâr olarak kendini göstermektedir. Bu uğurda, dayanıklılık, sağlamlık, sosyal gereksinimler, estetik gibi unsurlar tümüyle bir yana bırakılırken, çevrenin, ormanların, su havzalarının, tarım alanlarının korunması gibi hassasiyetler de göz ardı edilmektedir. Kentler ve kasabalar, insanların sağlıklı ve güvenli yaşadıkları, yeşil alanlarıyla, sağlıklı su ve enerji kaynaklarıyla, düzgün altyapısıyla planlı yaşam mahalleri olabilecekken, aksine her türlü sorunun üst üste yığıldığı beton yığınlarına dönüşmüşlerdir.
Arsa yetersizliği bahanesiyle her geçen gün gökyüzüne doğru birkaç kat daha fazla yükselen onlarca katlık binalar, gayri insanilik kusmaktadır. TOKİ’nin sözde barınma sorununu çözmek üzere ürettiği “konut siloları” da, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında üretilen ve çoğunlukla göçmenler, düşük ücretli işçiler ve işsizler tarafından kullanılan garabetlerin modernize edilmiş hallerinden ibarettir. Planlamadan bütünüyle uzak, boş bulunan ya da boşaltılan tüm arazileri bu tür garabetlerle doldurma perspektifiyle sürdürülen korkunç yapılaşma, su havzalarının ve kentlerin akciğerleri olan ormanların sınırına dayanmaktadır. Zaten AKP’nin Çevre ve Şehircilik Bakanlığını 11 yaşından beri inşaatçı olmakla övünen birine teslim etmesinin kendisi bile, ormanların, su havzalarının feda edilerek kentlerin beton yığınına dönüştürülmesinde sınır tanınmayacağı anlamına gelmiyor mu?
Emekçilerin barınma hakkını gasp eden burjuvazi, AKP hükümeti eliyle, çılgın projelerin konusu haline getirdiği, milyonlarca dolarlık kulelerle kentin siluetini, trafiğini, görselliğini, tarihini allak bullak ettiği İstanbul’u da, “küresel marka haline getirmek” adı altında pazarlamanın telâşı içindedir. Bu arada yoksul emekçiler sanayiyle birlikte kent dışına sürülmekte, onlardan arındırılan arsalarla rant pastası alabildiğine büyütülmektedir. Sanayinin İstanbul dışına itilmesi, Tekirdağ, Çorlu, Kocaeli, Adapazarı gibi yerleşim yerlerindeki tarım arazilerinin, su kaynaklarının, ormanların talan edilmesiyle sonuçlanmakta, aynı plansız yapılaşma, çevre tahribatı ve çarpık kentleşme sorunları bu bölgeleri de esir almaktadır.
Vatandaşlarının barınma sorununu güvenli, konforlu, insanın sosyal doğasıyla, yerleşim yerlerinin tarihsel ve kültürel dokusuyla ve çevreyle uyumlu konutlarla ve yaşam alanlarıyla çözme sorumluluğu olan devlet, kalem kalem vergileri toplarken tüm azametiyle boy gösteriyor, ancak toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeye gelince ortada görünmüyor. AKP hükümetinin ucuz konut sağlama adına konut siloları ürettirdiği TOKİ de, milyonlarca yoksul emekçinin ihtiyacını karşılamaktan alabildiğine uzak bir anlayışa sahiptir. Yukarıda saydığımız kriterlerin hiçbir şekilde yerine getirilmemesi bir yana, TOKİ’nin ürettiği projeler tümüyle ev sahipliği mantığı üzerine inşa edilmiştir. Yerel yönetimlerin ve TOKİ’nin hazine arazilerine yönelik konut inşa projelerinde kiralık konut uygulamasına yer verilmesi gündeme dahi alınmamıştır. Bu tür öneriler karşısında “devlet ev sahipliği mi yapsın” türünden çıkışların geleceğinden eminiz, ancak bu çıkışları yapması beklenenlerin “devlet müteahhitlik mi yapsın” şeklindeki itirazlarını nedense hiç duymuyoruz.
Konut üretimini ve pazarlamasını son derece kârlı bir sektör haline getiren burjuvazi, bankaları, emlak şirketleri, inşaat firmaları ve bizzat devleti aracılığıyla, “herkesin ev sahibi olabileceği yanılsamasını” alabildiğine körüklemektedir. Oysa kapitalist sistemde “herkesin ev sahibi olması”, gerçekleşmesi olanaksız bir düştür. Kapitalizm engeli kaldırıldığında ise barınma sorununun çözümünün önünde herhangi bir maddi engel kalmayacaktır. Üretenin de yönetenin de emekçiler olduğu, kârı değil toplumsal ihtiyaçları esas alan bir sistemde, konut sorununun herkesin hayatı boyunca bir eve çakılı kalması şeklinde çözülmeyeceği de açıktır. Geleceğin sosyalist toplumunda, dünyanın farklı bölgelerini görmek, buralarda tatil yapmak için nasıl ev sahibi olmak gerekmeyecekse ve bu ihtiyaç kamusal barınma olanaklarıyla karşılanacaksa, insanların yaşamlarını sürdürdükleri konutlar da, oturanın kullanma hakkına sahip olduğu, her türlü ihtiyaçla uyumlu ve konforlu konutlar olacaktır. Bunun maddi olanakları bugünden fazlasıyla mevcuttur. Tek engel, bu olanakları tekelinde toplayan ve özel mülkiyet prangasıyla onlara ket vuran burjuvazi ve onun sömürü sistemidir. Milyarlarca emekçinin örgütlü ve birleşik bir güçle bu engeli ortadan kaldırması ise sanıldığından çok daha kolaydır. Yeter ki işçiler, emekçiler, ev sahibi olmak için harcadıkları umarsız çabanın küçük bir kısmını bu mücadeleye harcasınlar!
link: İlkay Meriç, Depremin Kabarttığı Rant İştahı, Aralık 2011, https://marksist.net/node/2834
Bölüm 9 - Batı Virginia’da Cinayet
AKP Baskı Politikalarına Sarılıyor