Dünya Mutluluk Raporu’na göre, dünyanın en mutsuz insanları bir Afrika ülkesi olan Togo’da yaşıyor. 195 ülkenin sıralandığı raporda Togo’yu yine Afrika ülkeleri olan Benin ve Orta Afrika Cumhuriyeti takip ediyor. Diğer Afrika ülkeleri de listede üst sıralarda bulunuyorlar, yani rapora göre Afrika ülkelerinde yaşayan insanlar oldukça mutsuzlar. Afrikalıların mutsuz olmalarının başlıca sebepleri olarak da refah düzeylerinin düşüklüğü, özgürlüklerinin kısıtlı oluşu, kendilerini güven duyarak huzurla yaşabilecekleri bir ortamda hissetmemeleri gösteriliyor.
Elbette bu tablo hiç de yeni ve şaşırtıcı değildir, çünkü emperyalistlerin acımasızca sömürdüğü Afrika’nın kara bahtı yüzyıllardır değişmemiştir. “Beyaz adam” Afrika’ya “uygarlık” götürdüğünden beri durum aynıdır. Zaman geçtikçe “uygarlık” ilerlemiş ama Afrikalıların kaderi aynı kalmıştır. Geçmişte Batılı emperyalistlere köle olarak hizmet eden Afrikalı halkların tepesine nicedir Çin ve Türkiye gibi ülkelerin burjuvaları da binmeye başlamıştır. Kapitalizmin küresel krizinin kızıştırdığı rekabetin etkisiyle, Afrikalı emekçilerin kanını emmek için kıtaya dadanan emperyalistlerin sayısı ve hırsı da artmaktadır.
Emperyalist kapışma şiddetlendikçe Afrika halkı daha da yoksullaşmakta, sefaletin en derin uçurumlarına sürüklenmekte, açlığın pençesinde kıvranmakta, nüfuz ve paylaşım kavgasının uzantısı olan savaşlar ve çatışmalar girdabında kanı oluk oluk akmaktadır. Bunlara, insafsız tekellerin kâr uğruna doğayı katletmesini, kirletmesini ve yağmalamasını da eklemek gerekir. Hızla yok edilen tarım alanları yüzünden insanlar kitlesel halde açlığa sürüklenmektedir. Emperyalistlerle işbirliği içindeki yerli egemenler de, emekçi halkı daha fazla sömürmenin koşullarını yaratmak için en ağır saldırı politikalarını büyük bir azimle hayata geçirmektedirler.
Emperyalistlerin yöntemleri de niyetleri gibi değişmeden sürmektedir. Demokrasi ve özgürlük getirmek yahut yardım etmek bahanesiyle kimi zaman ulusal, etnik veya dini ayrımları kışkırtarak, kimi zaman da yerel egemenleri birbirine düşürerek Afrikalı halkları bölmeye ve yönetmeye devam ediyorlar. Emperyalist müdahale bazen “barış gücü” şekline bürünüyor, bazen de “insani yardım” şekline. Çürüyen kapitalizm dünyanın her köşesinde, örgütlü bir işçi hareketinin yokluğunda, iyi bilinen iğrenç oyunlarını ve yöntemlerini tekrar tekrar devreye sokabiliyor. Son süreçte Afrika’da yaşanan gelişmeler, emperyalistlerin bu yöntemlerini nasıl da her defasında aynı biçimde hayata geçirebildiklerinin yeni örneklerini oluşturmaktadır.
“Kony’ye karşı Jony” veya kâğıttan öcü yaratmak
KONY 2012 adıyla internet ortamında yürütülen kampanya, bilhassa Amerikan emperyalizminin kullandığı yöntemleri ve zihniyetini anlamak açısından bariz bir örnektir. Bir grup sözde insan hakları savunucusu aktivist tarafından başlatılan kampanya, kısa sürede dünya çapında milyonlarca insana ulaştı ve milyonlarca dolarlık bağış topladı. Kampanyanın içeriğini, Orta Afrika ülkelerinden Uganda’da faaliyet gösteren ve liderliğini Joseph Kony adlı savaş ağasının yaptığı LRA’nın (Tanrının Direniş Ordusu) faaliyetleri oluşturuyordu. Kampanyanın amacı da, uluslararası kamuoyunun ilgisini çekmek suretiyle Kony’nin ve diğer LRA liderlerinin tutuklanmasıydı.
Ancak kısa sürede ortaya çıktı ki, asıl amaç petrol yatakları nedeniyle bölgeye yerleşmiş olan ABD askerlerinin görev süresinin uzatılması ve hatta bölgeye daha fazla ABD askerinin gönderilmesinin sağlanmasıdır. Zaten kampanyanın destekçilerinin de Amerikan sağının finanse ettiği Hıristiyan örgütlerinden ve think-thank gruplarından oluştuğu anlaşıldı.
Kampanyanın hazırlanışı ve sunuluşu, aynı zamanda, burjuva medyanın son zamanlarda örgütsüzlüğü propaganda etmek için abartılı biçimde öne çıkardığı “sosyal medya”nın kapitalist devletler açısından nasıl kullanılabildiğini de göstermektedir. İnternetin özellikle gençler arasında yaygın biçimde kullanıldığını bilen burjuva medya, kampanyayı sanki bir grup genç aktivist örgütlüyormuş gibi sundu. Ve her nasıl olduysa (!) bir gün içinde 100 milyona yakın insan KONY 2012 adıyla hazırlanan ve Joseph Kony adlı Afrikalı savaş ağasının küçük çocukları nasıl kaçırıp zorla savaştırdığını, nasıl seks kölesi haline getirdiğini anlatan videoyu izledi. Ardından milyonlarca dolarlık bağış toplandı ve kampanya yürütücüleri başkan Obama’ya bir mektup yazarak, eğitim amacıyla hâlihazırda Uganda’da bulunan 100 ABD askerine ilaveten bir ordu gönderilmesini ve “kötü adam” Kony’nin yakalanmasını talep ettiler. Obama da “istemeye istemeye” konuyla ilgileneceğini duyurdu.
Ancak anlaşıldı ki kampanya Amerikan burjuvazisi tarafından el altından desteklenmiş ve manipüle edilmişti ve asıl amaç da petrol yataklarını garantiye almaktı. Ayrıca kampanyada vurgulanan “çocukların asker olarak zorla savaştırılması” işini başlatan ve tek uygulayan da Kony değildi. Bu yöntem Afrika’da, bizzat emperyalist güçlerce beslenen ve kullanılan savaş ağaları tarafından onyıllardır uygulanmaktadır. Daha da önemlisi, ABD’nin Kony’ye karşı desteklediği ve eğittiği Uganda ordusu da bu yöntemi kullanarak ailelerin elinden çocuklarını zorla almakta ve savaştırmaktadır. Üstelik kampanya tam da Kony’nin liderliğini yaptığı LRA’nın en zayıf olduğu, hepi topu 300 askerinin kaldığı bir süreçte yürürlüğe sokulmuştur. Kony’yi provoke etmek ve kampanyaya malzeme çıkartmak için ABD destekli Uganda ordusu sürekli kışkırtıcı taciz saldırılarında bulunmuştur. Kony’nin katliamları dile dolanırken, kimse Uganda ordusunun 1990’ların ortalarından bu yana komşu ülke Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yediği haltlardan ve buna bağlı olarak 6 milyona yakın sivilin zarar görmesinden bahsetmemektedir. Kampanya, Amerikan emperyalizminin kitleleri manipüle etmek için ne denli bayağılaşabildiğinin ve bu anlamda çıkışsızlığının, çürümüşlüğünün de göstergesidir.
Emperyalizmin eskimeyen politikası: böl ve yönet
Kendi planlarını hayata geçirmek ve nüfuz alanlarını genişletmek için emperyalistlerin onyıllardır uyguladıkları politikaların başında “böl ve yönet” politikası gelmektedir. Bu amaçla etnik veya ulusal ayrımlar kaşınır, çatışmalar tırmandırılmaya çalışılır ve sonra da “barış gücü” yahut “hakem-garantör” olarak bölgeye yerleşilir. Kârlı petrol, doğalgaz, maden anlaşmaları yapılır. Doğal kaynaklar ve ucuz işgücü sonuna kadar sömürülür. Halkların birleşmesini ve başkaldırmasını önlemek için de çatışma hali kronikleştirilir. Bu amaçla kabileler, aşiretler veya yerel egemenler birbirine karşı kışkırtılır, silahlandırılır (ve bu arada silah satışlarından elde edilen tatlı kârlar cebe indirilir), “düşük yoğunluklu” savaşlarla birbirlerine girmeleri sağlanır. Filler tepişir, çimenler ezilir…
Afrika’nın kaderi ve rutini haline gelen bu duruma bir örnek de Sudan’la Güney Sudan arasında tekrar tırmanan gerilimdir.[*] İngiliz emperyalizminin sömürge döneminde temelini attığı ayrılık tohumlarının kısa sürede yeşermesiyle onyıllarca içsavaş felâketiyle boğuşan ve katliamlara kurban edilen Sudan halkı, 2005’teki anlaşma ve 2011’deki referanduma dayalı ayrılıktan sonra barışa kavuşacağını düşünüyordu. Ama emperyalizmin elini attığı yerde barışın ve huzurun varolmayacağının tipik bir kanıtı olarak, petrol rezervlerinin kontrolü yüzünden başlayan gerginlik kısa zamanda çatışmaya dönüştü ve iki ülkeyi tekrar savaşın eşiğine getirdi. Güney Sudan’ın bağımsızlığını kazanmasından önce Çin ve Rusya El Beşir’i destekliyor, Batılı güçler ise Güney’in arkasında duruyorlardı. Aynı Batılı güçler, bölünmeden hemen sonra Güney Sudan’ı, Sudan’la aralarındaki tampon bölgede yer alan ve petrol rezervleri açısından zengin olan bölgede hak iddia etmesi için de cesaretlendiriyorlardı. Ne zamanki Güney Sudan’ın ürettiği petrolün önemli bir kısmı Çin’e gitmeye başladı ve Çin bu yeni ülkenin en önemli ekonomik partnerlerinden biri haline geldi, Batılı emperyalistlerin tutumu da değişmeye başladı.
Bağımsızlığını kazanması sürecinde Güney Sudan’ı destekleyen Batılı emperyalist güçler (çünkü petrol rezervlerini elinde tutan Sudan yönetimi Batı’nın planlarına uygun hareket etmeyi reddediyor veya işi yokuşa sürüyordu), son süreçte ise Güney’in hizaya gelmesi için Sudan’ın Darfur katliamlarıyla ünlenmiş lideri El Beşir’in çıkışlarına göz yummaya başladılar. Kendisine sunulan fırsatı kullanmakta gecikmeyen El Beşir’in talimatıyla, sivillerin yaşadığı bölgeler de dâhil olmak üzere Güney’deki birkaç şehir Sudan uçakları tarafından bombalandı ve sınıra yakın bazı bölgeler işgal edildi.
Sudan’ın niyetinin Güney’e gözdağı vermenin ötesine geçtiğini fark eden ABD derhal tutumunu değiştirerek (İngiltere ve Fransa da onu takip ettiler), Sudan’ın bombardımanı hemen durdurması gerektiğini, aksi takdirde garantör olarak müdahale etmek durumunda kalacaklarını ilan etti. Obama’nın bu çıkışı karşısında Rusya ve Çin de karşı açıklamalarda bulunarak Sudan’ın (kuzey) meşru müdafaa hakkının bulunduğunu öne sürdüler. Emperyalistler Sudan halkının kaderiyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynarken, silah tacirleri de her iki ülkeye olan silah satışlarını arttırdılar. İsrail Güney Sudan’a ve Rusya da Sudan’a milyon dolarlık silah satışı gerçekleştirdi. Emperyalist müdahalelerin halklar açısından anlamının açlık, sefalet, toplu tecavüzler ve katliamlar olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Emperyalistler ve onların uzantıları olan yerel güçler arasında Sudan’da yaşanan bu tepişmelerle eş zamanlı yaşanan bir başka gelişme de, kıtanın batı yakasındaki bir ülke olan Mali’deki darbe oldu. Birkaç hafta gibi kısa bir zaman diliminde ülkede önce “genç subaylar” askeri darbeyle Afrika standartlarına göre demokratik sayılabilecek bir rejimin liderini devirdiler. Gerekçeleri, mevcut cumhurbaşkanının ülkenin kuzeyindeki ayrılıkçı Tuareglerle yeterince baş edememesiydi. Ardından Tuaregler kuzeydeki bazı şehirlerin yönetimini ele geçirerek bağımsızlıklarını ilan ettiler ve sonra bu şehirlerden birisinde şeriat ilan edildi. Ve son olarak da darbeci subaylar meclis başkanı yönetiminde seçimlere gidilecek olan bir geçiş sürecini başlattıklarını açıkladılar.
Yarıdan fazlası çölle kaplı olan ve yıllardır Batı’nın ilgisini çekmeyen 3 milyon nüfuslu bir Afrika ülkesinde yaşanan bu başdöndürücü hızdaki gelişmeler, haliyle herkesin aklına “acaba bu işin içinde başka birilerinin parmağı mı var” sorusunu getirecek türdendi. Nitekim emperyalizm çağında bu tür kuşkucu soruların her zaman sorulması gerektiğini doğrularcasına, üzerinden biraz zaman geçtikçe meselenin içyüzü aydınlanmaya başladı. Öğrendik ki, meğer kimsenin umursamadığı Mali’de zengin altın madeni yatakları bulunuyormuş ve geleneksel olarak Fransa’nın nüfuz alanında bulunan ülkedeki darbenin amacı ABD çıkarlarına daha yakın bir yönetimi işbaşına getirmekmiş. Kapitalizmin küresel kriziyle daha da açgözlü ve müsamahasız hale gelen Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu ve Güney Asya’nın yanı sıra, Batı Afrika’da da daha fazla pay istemekte, Fransa’nın kaymağın tümünü götürmesine göz yummayacağını ortaya koymaktadır.
“Arap baharı”nı destekle, sınıf hareketini köstekle!
Kuşkusuz emperyalistler eskilerin yanında yeni yöntemler de geliştiriyorlar. Arap coğrafyasındaki isyan dalgasının halklar üzerinde yarattığı olumlu havayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve planladıkları yönetim değişikliklerini bu isyanlardan da yararlanarak gerçekleştirmek, özellikle Batılı emperyalistlerin geliştirdiği yeni yöntemlerden birisidir. Bu maksatla başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler, işlerine gelen yerlerde anti-demokratik işleyişi öne çıkararak, isyan hareketlerini destekliyorlar. İşlerine gelmeyen yerlerde ise halk isyanlarını demokrasiyi tehdit eden bozguncu ayaklanmalar, sivil darbe girişimleri veya El Kaide bağlantılı terör hareketleri olarak lanse ediyorlar. Suriye’de yaşanan süreç birinci duruma tipik bir örnek olarak verilebilir. Afrika ülkelerinin birçoğunda yaşanan gelişmelerse ikinci duruma örnektir.
Mevcut devlet başkanının 2000 yılından beri iktidarda olduğu Senegal’de, anayasa mahkemesi geçtiğimiz Şubat ayında, artan işsizlik ve sefaletten dolayı isyan eden yoksul kitlelerin öfkesinin de basıncıyla, 85 yaşındaki başkanın artık seçimlere katılamayacağına hükmetti. Batı medyası ve El Cezire ise, anayasa mahkemesinin bu girişimini “sivil darbe” olarak yansıttı ve (85 yaşındaki birisi tarafından 12 yıldır baskıyla yönetilen) Senegal’in diktatörlükle yönetilmeyen az sayıda Afrika ülkesinden biri olduğunu ve (isyancı halkın nefret ettiği) mevcut başkanın halk arasındaki popülaritesinin de hayli yüksek olduğunu anlatmaya başladı.
Afrika’nın gelişkin ülkelerinden Nijerya’da yaşananlar da, kendilerini “demokrasi ve özgürlük yanlısı” olarak yutturmaya çalışan emperyalist-kapitalist güçlerin işçi sınıfı hareketi karşısındaki konumunu açıktan ortaya koymaktadır. Hatırlanacak olursa Ocak ayının sonlarına doğru Nijerya’da milyonlarca işçi ve emekçi, petrol fiyatlarına yapılan zammı protesto etmek için sokaklara dökülmüştü. Elbette kitlelerin bu yığınsal öfkesi, onyıllardır süregelen ve giderek artan yoksulluğun, işsizliğin, sefaletin dışavurumuydu. Kitlelerin tepkisi o kadar yüksekti ki, hükümet zamların geçici olduğunu açıklamak zorunda kaldı. Bu açıklamayla birlikte sendika bürokrasisi 4 gün süren genel grevi apar topar sonlandırdı. Çünkü protesto gösterileri kontrolden çıkmaya başlamıştı ve işler hükümetin devrilmesine doğru gidiyordu.
Afrika’nın en büyük petrol yataklarına sahip ülkelerinden birisi olan Nijerya’daki bu gelişmelere Amerikan emperyalizmi müdahale etmekte gecikmedi. Çünkü ABD petrol ithalatının %9’unu bu ülkeden sağlıyordu ve ABD’li petrol tekellerinin en çok yatırımlarının bulunduğu Afrika ülkesi Nijerya’ydı. Bizlere çok tanıdık gelen senaryolar ivedilikle uygulamaya sokuldu. Genel grevin bitmesinden birkaç gün sonra ülkenin onlarca noktasında bombalı saldırılar gerçekleşti ve suç İslamcı örgütlerden birine yıkıldı. ABD’li istihbarat servislerinin ve Nijerya hükümetinin iddiasına göre bu İslamcı örgüt El Kaide ile bağlantılıydı ve yığınsal gösterileri düzenleyen sendikaların içine de sızmıştı. Ülkede sürek avı başlatılarak sözümona El Kaide militanları “tespit edilmeye ve etkisiz hale getirilmeye” başlandı. Kısacası ABD ve Nijeryalı kapitalistler, milyonlarca insanın günler boyu sokaklara dökülerek ve polisle çatışmayı göze alarak gerçekleştirdikleri protesto gösterilerini “El Kaide bağlantılı terör örgütü”nün kışkırtması olarak göstermeye çalıştılar. Kuşkusuz bu yalanlar Nijerya halkı nezdinde itibar görmedi ve tehlikenin bu kadar kolay atlatılamayacağının bilincinde olan ABD, Afrika kıtasındaki askeri güçlerini olası “acil durumlara” karşı alarma geçirdi. AFRICOM (ABD Afrika Komutanlığı) bir acil durum senaryosu hazırlayarak bölgeye 20 bin ABD askeri sevketti. Tabii ki emperyalistler ve kapitalistler için tehlikede olan tek ülke Nijerya değildi. Benzer durumlar ve senaryolar, Zambiya ve Güney Afrika’daki protesto gösterileri, genel grevler için de hazırlandı.
Afrika’nın kaderini işçi sınıfının devrimci mücadelesi değiştirir
Emperyalistlerin ve onlarla işbirliği halindeki egemenlerin bu kadar pervasızca ve rahatlıkla istediklerini yapabilmelerinin yegâne koşulu, ortada, birikmiş öfkeyi ve açığa çıkan tepkiyi sonuna kadar götürecek devrimci bir işçi hareketinin olmamasıdır. Tıpkı dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Afrika’da da, Arap coğrafyasındaki isyan dalgasının da azımsanamaz etkisiyle, ezilenler ve işçi sınıfı yavaş yavaş ayağa kalkmaya, kendisine yönelik saldırılara ve baskılara karşı tepkisini ortaya koymaya başlamıştır. Ancak sayıları rahatlıkla milyonları bulabilen kitle hareketi henüz siyasal bilinç açısından ya çok yetersizdir ya da reformist partilerin veya sendika bürokrasisinin kontrolündedir. Hal böyle olunca da “böl ve yönet” politikaları, terörizm bahanesi, düzen güçlerince yaratılan sahte öcüler, emperyalistlerce kışkırtılan ulusal-etnik-dinsel ayrımlar başarıya ulaşabilmekte ve sınıf hareketinin birleşip güçlenmesi önlenebilmektedir.
Ancak bu kandırmacanın ilâihaye süremeyeceği açıktır. Nitekim hemen her örnekte, kitle hareketi geri çekilse bile bu geçici olmakta, taleplerinin karşılanmadığını ve gerçekte bir şeyin değişmediğini fark ettikleri anda yığınlar tekrar sokaklara dökülmektedirler. Afrikalı işçi-emekçi sınıflar da, kurtuluşlarının bu düzen dâhilinde gerçekleşmeyeceğini öğreneceklerdir. Emperyalistleri ve kapitalistleri “acil durum” planları hazırlamaya sevkeden de budur.
link: Kerem Dağlı, Afrika’nın Kara Bahtı Değişmiyor, Haziran 2012, https://marksist.net/node/3044
Kapitalist Tüketim Her Araçla Pompalanıyor
Kriz, Plütokrasi, Sınıf Mücadelesi