Kapitalist kriz aşılmadı, sürüyor ve büyüyor. İçine girilen ağır ve tarihsel kriz döneminden çıkış ufukta görünmüyor. Daha düne kadar, burjuvazinin tarihsel zafer kazandığını iddia ettiği ya da artık geri döndürülemez olduğuna yemin billâh ettiği ne varsa bugün sorgulanmakta ve hedef tahtasına oturtulmaktadır. Bugün kapitalizm ve onun neo-liberal ideolojisi giderek artan ölçüde sorgulanmakta ve “başka bir dünya” arayışları güçlenmektedir.
Halbuki kriz patlak vermeden önce kapitalistler büyük bir özgüvenle konuşuyorlardı. Geçenlerde tekrar gündeme gelen 2005 tarihli Citigroup raporlarında ifade edilen görüşler bu özgüveni fazlasıyla sergiliyor. Bugünkü tarihsel krizin hemen öncesinde yayınlanan bu raporlarda, dünyanın efendileri, en ileri kapitalist ülkelerde zenginliğin çok büyük ölçüde toplumun çok küçük bir bölümünün elinde toplandığını söylüyorlar. Bu zenginlik birikiminin ulaştığı boyutların, toplumların ekonomik gidişatını tek başına belirleme noktasına geldiğini, ekonomik büyümenin bu bir avuç azınlığın çıkarına işlediğini itiraf ediyorlar. Mevcut sistemin istikrarının geniş halk kitlelerinin aldatılmasına (yanlış ve eksik bilgilendirilmesine) ne denli bağlı olduğunu üstü örtük bir şekilde dile getiriyorlar. Bu denli kutuplaşmanın olduğu toplumları plütonomi olarak adlandırıyorlar. İşin ilginç yanı bu durumun bir olumluluk olarak saptanması ve sürgit devam edeceğinin kabul edilmesidir. Bu duruma emekçi kitlelerin tepki vermemesinin şaşırtıcı olmakla birlikte, bunun bir tehdit oluşturmadığı dile getiriliyor ve durumun “kontrol ve takip altında” olduğu belirtiliyor.
Bu süper zengin elitin yalnızca ekonomiyi değil, siyaseti de tek başına belirlediğini itiraf ediyorlar. Bu plütokratların en pişkinlerinden biri geçtiğimiz yıl BBC’ye verdiği bir röportajda, yıllardır bu kriz dönemini beklediğini, bunun para kazanmak için mükemmel bir fırsat olduğunu, hükümetlerin hiçbirinin bu krizi çözemeyeceğini söyleyip ekliyor: “Ben bir ‘tüccar’ım. Biz hükümetlerin ekonomiyi yoluna sokup sokamayacaklarıyla ilgilenmeyiz, bizim işimiz bu durumdan para kazanmaktır.” Ardından bir başka değerli itirafı daha aynı pişkinlikle yapmaktan geri durmuyor: “dünyayı hükümetler yönetmiyor, Goldman Sachs yönetiyor.”
Tüm bu olgular ne yalnızca Citigroup uzmanlarının plütonomi olarak adlandırdığı üç beş ülkeyle sınırlıdır, ne de biz Marksistler için yeni ve şaşırtıcıdır. Türkiye’de de zenginliğin giderek küçülen bir kapitalist elitin elinde yoğunlaştığını, sınıflar arasındaki uçurumun her geçen gün daha da derinleştiğini görüyoruz. 2011 yılına ait vergi rakamları bu gerçekliğin bir yönüne işaret edecek açıklıktadır. En zengin 100 Türkün toplam kişisel serveti 92 milyar TL’yi aşmışken, bunların çoğunun adına en yüksek vergi verenler listesinde rastlamak pek mümkün değildir. Bu haliyle bile, ilan edilen “100 vergi rekortmeni”nin yıllık kazancının 3 milyon 215 bin asgari ücretli işçinin kazancına denk olduğunu görüyoruz.
Bu olgular kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan, bu sistem çerçevesinde kaçıp kurtulunamayacak ve hatta geri döndürülemeyecek olgulardır. Son dönemde ABD’de başlayan “İşgal Et” hareketinin, toplumsal eşitsizliğe ve gelir uçurumuna atıfta bulunmak için süper zengin eliti %1 olarak adlandırması kuşkusuz çarpıcı bir benzetmedir. Ama gerçekler gösteriyor ki, emeğin ürettiği toplumsal zenginliğin çoğu, bundan bile daha küçük bir azınlık tarafından gasp edilmektedir. Ama yine de sorunun çözümü daha adil bir bölüşümde yatmıyor, daha açık bir ifadeyle kapitalizmin kötülüğü bölüşüm alanında yaşanan adaletsiz dağılımdan kaynaklanmıyor. Bu adaletsizlik bir vakıadır ama neden değil, sonuçtur. Kapitalist sistemin ve yarattığı her türlü kötülüğün temelinde yatan şey, bölüşüm alanında gerçekleşen eşitsizlik ve adaletsizlik değil, diğer her şeyin yanı sıra bu olguyu da doğuran sömürü gerçekliğidir.
Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve rekabete dayanan kapitalist sistem, emeğin sömürüsü temelinde yükselir. Bu sömürü bizzat üretim alanında gerçekleşir. İşçinin emeği, kendisi için giderek artan göreli bir sefalet üretirken, mülk sahibi kapitalist sınıf için saraylar, büyük bir zenginlik ve şaşalı bir yaşam üretir. Kapitalist üretim biçimi devam ettiği sürece, emeğin sömürüsünün ve buradan kaynaklanan sefaletin ortadan kalkması mümkün değildir. Kapitalist toplumda işçinin sefaletinin gerçek nedeni ücretinin düşüklüğü değil, bunu zorunlu kılan ücretli kölelik düzeni, yani yaşamak üzere emekgücünü bir ücret karşılığı satmaktan başka hiçbir çaresinin olmamasıdır.
Ahlâki kapitalizm?
Bugün milyarlarca insan günde bir iki dolarlık bir gelirle sefaletin pençesinde kıvranıyor ve ekonomik kriz nedeniyle her gün bu sefalet ordusuna yeni neferler katılıyor. Kapitalizmin aklayıcıları, gün geçtikçe daha da büyüyen sefalet tablosu karşısında “başka bir kapitalizm mümkün” şeklinde özetlenebilecek yalanları giderek daha yaygın ölçüde pazarlamaya çabalıyorlar. Bunlardan son dönemde moda olanlarından biri de “ahlâki kapitalizm” masalı. Bu sahtekârlığın, yoksulların dini inançlarının kötüye kullanılmasıyla, din tacirliğiyle el ele gitmesine şaşırmamak gerekiyor. Bugün Türkiye’de kendini İslamcı olarak tanımlayan gençlerin bir kısmı bile kapitalizmin yarattığı bu iğrenç tablo karşısında kendilerini anti-kapitalist olarak adlandırmaya başlarken, dindar geçinen ama ruhunu sermayeye satmış kimi burjuva kalemşorlar, ahlâki temellerde kapitalizmin ıslah edilebileceğine dair vaazlar veriyorlar. Bu gibiler, her zamanki gibi, sosyalizmin dinle bağdaşmayacağı söylemine sarılarak dindar emekçileri sosyalizmden uzak tutmaya çalışıyorlar.
Özgürlük, eşitlik, adalet, barış, kardeşlik, refah ve dayanışma gibi yüksek insani değerler temelinde şekillenen sosyalist idealleri dindar insanların değerleriyle bağdaştıramayan bu zatların sömürüyü, hak gaspını, meta fetişizmini, para hırsını, bencilliği, açgözlülüğü vb. temel alan kapitalizmi dinle bağdaştırabilmeleri, hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiklerini yeterince göstermektedir. Kapitalizm, iktisat yasaları temelinde işler ve bu yasalar arasında ahlâki değerlere yer yoktur, burjuva iktisadının denklemlerinde bu tarz değişkenler yoktur. Porno sektörünü, fuhuşu tümüyle ortadan kaldıracak, silah üretimine ve insanların birbirini çıkar uğruna katletmesine son verecek, hiçbir emek harcamadan başkalarını soymak demek olan faizi, rantı, “kâr payları”nı yok edecek bir kapitalizm hayal etmek mümkün müdür? Sermayeyi değil, emeği “kutsal” sayabilecek bir kapitalizm olabilir mi? Ya da rekabeti değil de dayanışmayı? Tüm bu tarz ahlâki ya da ıslah edilmiş kapitalizm düşünceleri, gerçekte kapitalist toplumdaki sorunları bölüşüm alanıyla sınırlayan ve onun esas olarak emeğin üretim alanındaki sömürüsüne dayandığı gerçeğinin üstünü örtmeye çalışan yalanlardan oluşmaktadır.
Umutsuzluktan öfkeye
Bu tarz yalanların giderek artacağını ve türlü versiyonların piyasaya sürüleceğini biliyoruz. Nitekim sisteme dönük tepkiler artmaktadır.
Özellikle SSCB’nin yıkılışından sonra kapitalist dünyada emekçilere dönük dizginsiz saldırılara eşlik eden ve arkası kesilmeyen ağır iktisadi krizler, işçi sınıfının saflarında “bir süre sonra işlerin düzeleceği” beklentisini artık yok etmiştir. Ne denli kemer sıkılırsa sıkılsın, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında bir iyileşmenin sağlandığını söylemek mümkün değildir.
Neo-liberal paradigmanın “başka yol yok” dayatması, uzun bir dönem boyunca işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını giderek kötüleştirmenin yanı sıra, çaresizlik, umutsuzluk, kinizm ve boyun eğerek kabullenme psikolojisini yaygınlaştırmayı başarmıştı. En azından son yıllara dek! Bugün artık bu umutsuzluk, gelecekten değil, kapitalist sistemden umut kesilmesi noktasına doğru yaklaşmakta, umutsuzluk sisteme karşı öfkenin ve değişim arzusunun güçlenmeye başlamasının da dinamiği olarak işlemektedir. Bu değişim arzusunu tüm ülkelerin emekçilerinde görmek mümkündür. Geçtiğimiz yıl Ortadoğu coğrafyasını sarsan devrimci isyan dalgası, derin köklerinde bu eğilimin bir dışavurumuydu. Bugün Avrupa ve ABD’de yaşanan gelişmeler de aynı kökten kaynaklanmaktadır. Bu anti-kapitalist tepkiler kimi ülkelerde çok daha militan biçimlere dönüşürken, birçok ülkede tarihin yasalarını doğrular biçimde ilkin reformist eğilimlere güç vermektedir.
Savunmadan saldırıya
İngiltere’de sol koalisyon Respect’in adayı Galloway’in milletvekili seçilmesi, Fransa’da sol blok adayı Melenchon’un önemli bir destek toplaması ve Hollande’ın devlet başkanlığını kazanması, Yunanistan’daki seçimlerde Syriza’nın başarısı vb. olgularda da gördüğümüz gibi, kapitalizmin tarihsel krizi koşullarında düzen dışı arayışlar güçleniyor ve bu arayışların ilk uğrakları da reformist eğilimler oluyor. Bunun genel anlamı, kapitalistlerin derin bir krizi reformistler eliyle geçiştirmeye çalışmasıdır. Bunda da başarılı olamazlarsa, ki başarılı olma şansları neredeyse yoktur, sıradaki, yaygınlaşan ve tüm dünyayı kasıp kavuracak bir emperyalist savaş ile faşist ya da totaliter rejimler olacaktır. Tabii ki, komünistler üzerlerine düşen görevlerini yerine getirmeyi beceremezlerse.
Tüm tarihsel deneyim, bu denli derin kapitalist krizlerden normal bir çıkış yolu olmadığını, düzen ve/veya rejim dışı arayışların güçlendiğini, siyasi kutuplaşmanın gelişerek keskinleştiğini gösteriyor. Bu koşullar altında, reformist hükümetlerin neo-liberal saldırılara karşı durmadan, en azından onun ideolojik ağırlığını kırmaya çabalamadan iktidarda kalabilmesi mümkün değildir. Böylesi tarihsel kriz dönemleri beraberinde devrimci yükselişleri ve onunla birlikte karşı-devrimi de körüklemektedir. Bir yanda faşizmin diğer yanda komünizmin güçlendiği bu tip dönemlerde işçi sınıfının devrimci örgütlülük ve bilinç düzeyidir temel belirleyici olan.
Sınırsız ve dizginsiz bir sömürüye dayanan kapitalist piyasanın boğucu etkisine karşı, “başka bir dünya mümkün” çığlığının yeniden emekçi yığınlar nezdinde destek bulması, mücadele ve zafer umudunun yeniden yeşermesi ve düzen dışı arayışların güçlenmesi hiç kuşkusuz komünist hareketi güçlendirme potansiyelleri taşımaktadır. Yeter ki, reformist iktidarların yetersizliğini kuru laflar ve kof bir ajitasyonla değil, kitlelerin bilinç, örgütlülük ve mücadelesini geliştirebilecek yerinde ve devrimci taktiklerle teşhir etmeyi becerebilelim.
link: Oktay Baran, Kriz, Plütokrasi, Sınıf Mücadelesi, Haziran 2012, https://marksist.net/node/3042
Afrika’nın Kara Bahtı Değişmiyor
Burjuva Devlet Katillerine Sahip Çıkıyor!