Kırk yılı aşkın süredir kapitalist ekonomi programlarının merkezinde yer alan özelleştirme saldırısının insan hayatını en doğrudan etkilediği alan şüphesiz sağlık sektörüdür. Rekabetin sağlık hizmetini ucuzlatacağı, kalitesini arttıracağı, verimliliği yükselteceği gibi iddialarla gerçekleştirilen özelleştirmelerin yıkıcı sonuçları tüm dünyada kendisini gösteriyor. Ticarileşen ve bunun bir uzantısı olarak hastaya müşteri gözüyle bakan kapitalist sağlık sisteminde, sadece devlet kaynakları özel sektör tarafından hortumlanmıyor, daha fazla kâr için bebeklerin canı bile hiçe sayılıyor. Devlet bütçelerinin, sosyal güvenlik kurumlarının ve emekçilerin soyulması üzerine inşa edilen bu sistemin vahşet boyutlarına varan sonuçlarına Türkiye’de de tanık oluyoruz. Sağlık hizmetlerinin merkezine insan sağlığı değil kâr oturtulunca, SGK’dan daha fazla para alabilmek için yeni doğan bebeklerin anne kokusunu bile almadan günlerce kuvözlere haspsedilmesi de, yaşlıların yoğunbakım ünitelerinde süründürülmeleri de, gereksiz tetkikler, gereksiz operasyonlar, milyonlarca liralık sahte reçeteler vb. de sıradan durumlar haline geliyor.
Ünlü tıp dergisi The Lancet’te geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir çalışma da bu olgulara işaret etmekte.[1] Gelir düzeyi yüksek ülkelerde (ABD, Almanya, Kanada, İngiltere, İsveç, İtalya, Hırvatistan ve Güney Kore) sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin etkilerine odaklanan bu çalışma, özelleştirmenin sağlık hizmetlerini hiç de daha iyi ve daha ucuz hale getirmediğini, aksine hizmetin niteliğini düşürdüğünü gösteriyor. Çalışmada, “Kamudan özel mülkiyete geçen hastanelerin, öncelikle seçici hasta alımı ve personel sayısındaki azalmalar yoluyla, dönüşüm yapmayan kamu hastanelerine göre daha yüksek kâr elde etme eğiliminde olduğunu bulduk. Ayrıca özelleştirmedeki toplam artışların sıklıkla hastalar için daha kötü sağlık sonuçlarıyla örtüştüğünü bulduk” deniliyor. Aşırı reçete yazma, aşırı tetkik, hastaları erken taburcu etme gibi uygulamalara dikkat çekilirken, özel hastanelerin seçici bir şekilde yüksek gelir sağlayacak hastalara yöneldiği de belirtiliyor. Örneğin ABD’de, yoksullar için oluşturulan kamusal sağlık sigortası (Medicaid) ve hayır kurumları tarafından desteklenen veya desteklenmeyen (ve dolayısıyla daha az kârlı olduğu düşünülen) hasta sayısının, özelleştirilen hastanelerde ortalama olarak azaldığına işaret ediliyor.
Çalışma özelleştirmenin önlenebilir ölüm oranlarını yükselttiğini gösteriyor. Taşeron temizlik hizmetlerinin dahili temizlik hizmetlerine kıyasla daha yüksek “yatan hasta” enfeksiyon oranlarına neden olduğunu saptıyor. Hasta başına daha az sağlık çalışanı istihdam edilmesi, ücretlerin düşürülmesi, ücret eşitsizliği, iş yükünün artması da tespit edilen olgular arasında. Araştırmanın sonuçlarının Türkiye’deki uygulamaların yol açtığı sonuçlarla örtüşmesi, kapitalist sağlık politikasının küresel hedefli bir program dâhilinde hayata geçirildiğini de ortaya koyuyor.
Kamusal sağlık hizmetlerinde kesintiye ve özelleştirmeye dayanan söz konusu politikalar 80’lerden itibaren IMF ve Dünya Bankası gibi küresel sermaye kurumlarının “sağlıkta yeniden yapılanma” adı altında dayattığı programlarla hayata geçirilmeye başlanmıştı. Türkiye’de AKP’nin işbaşına geldiği 2002 yılından sonra hızlanan sağlıkta özelleştirme ve ticarileştirme programının bir ürünü olarak devlet hastaneleri “işletme”ye dönüştürüldü. Taşeronlaştırma yaygınlaştırıldı. Sağlık ocakları aile sağlığı merkezi adı altında özelleştirildi. Özel hastanelere teşvikler verilerek ve devlet hastanelerindeki hizmeti sınırlı tutup hastaları özel hastanelere gitmek zorunda bırakarak özel sektörün payı arttırıldı. Kapitalist kâr anlayışıyla bağdaşmayan halk sağlığı ve önleyici tedavi yaklaşımının yerini semptomların tedavisi odaklı yaklaşım aldı. Devlete ait aşı tesisleri ve ilaç fabrikaları kapatılıp, ilaç tekellerinin fahiş kârlar elde ettiği bir sektör yaratıldı. Gereksiz ilaç, tetkik ve operasyonlar arttırılarak sosyal güvenlik fonları yağmalandı. İşçiler her ay düzenli ödedikleri sağlık primine ek olarak bir de “katkı payı” ödemek zorunda bırakıldı. Sağlık çalışanlarının sayısı ihtiyacın çok altına çekilerek iş yükleri arttırıldı. “Performans sistemi” adı altında çalışanlar ölümcül sonuçlar doğuran bir rekabete itildi. Tüm bunları kolayca hayata geçirebilmek için elbette öncelikle sağlık çalışanları sendikasızlaştırılıp örgütsüzleştirildi. Kâra dayalı bu sistemin yarattığı sorunlara karşı bilinçlenmenin ve örgütlü bir karşı duruş sergilemenin zeminini alabildiğine daraltan bu olgu, sağlık alanında yaşanan sorunları iyice içinden çıkılmaz hale getirdi.[2]
Sözünü ettiğimiz çalışmada da dikkat çekildiği gibi, özelleştirme süreci her zaman özel sektöre tam geçiş şeklinde gerçekleşmiyor. Devlet hastaneleri içinde çeşitli bölümlerin taşeronlaştırılmasının yanı sıra kamu-özel ortaklıkları gibi gizli özelleştirme biçimleri de son derece yaygın bir şekilde uygulanıyor. Nitekim Türkiye’de de devlet hastanelerinde güvenlik, temizlik, yemek, tomografi-MR, laboratuar gibi bölümlerin yanı sıra hemşirelik, hastabakıcılık gibi doğrudan ana işi oluşturan birimler de taşeronlaştırılmıştır. Bu hem özel sermayeye alan açmak hem de işçileri bölüp sendikalaşmalarının ve birlikte hareket etmelerinin önüne geçmek için yapılmaktadır. Kamu-özel ortaklığı şeklindeki gizli özelleştirme biçimi ise Türkiye’de şehir hastanelerinde somutlanmaktadır.
Bedelsiz olarak tahsis edilen Hazine arazileri üzerine şirketler tarafından kurulan şehir hastaneleri, Sağlık Bakanlığının hem 25 yıl boyunca kiracısı olduğu hem de yüklenici şirketten hizmet satın aldığı bir soygun modelidir. Binaların onarım ve bakım işini de üstlenen ve sağlık personelini kendisi sağlayan Sağlık Bakanlığı, hastane bünyesindeki laboratuar, MR, görüntüleme, temizlik, güvenlik, otopark, yemek vb. hizmetleri de yüklenici şirketten satın almaktadır. Mevcuttaki 24 şehir hastanesinin kira ve hizmet bedeli olarak 2024 yılında bütçeden ayrılan pay 83,7 milyar liradır ve bu Sağlık Bakanlığı bütçesinin %11,4’üne denk düşmektedir. Bu parayla onlarca devlet hastanesi yapılabilecekken, özel sektöre işte böylesine devasa bir kaynak aktarılmaktadır.
Yüklenici şirketler, kampüs içinde inşa edilen hastanelerin içinde ve çevresinde ticari işletme kurma veya işlettirme hakkına da sahiptir. Çeşitli ülkelerde yapılan çalışmalar “200 yataklıdan düşük, 600 yataklıdan büyük” hastanelerin verimli olmadığını ortaya koyarken, inşa edilen şehir hastanelerinin tümünün yatak sayısı 1000’in üzerindedir. Üstelik AKP iktidarı, bu hastaneleri yapan ve işleten şirketlere %70 doluluk garantisi vermiştir. Bunu sağlamak için de onlarca devlet hastanesi kapatılmıştır.[3]
Sağlık hizmetlerini verimli, kaliteli ve ucuz hale getirme propagandasıyla hayata geçirilen ticarileştirme ve özelleştirme sonucunda ucuzlama olmadığı gibi hizmet kalitesi de artmamıştır. Olan şey, özel hastanelerin lüks otelcilik hizmetini kaliteli sağlık hizmeti olarak pazarlamalarıdır. “Verimlilik” ise özel hastanelerde olduğu gibi devlet hastanelerinde de çalışan sayısını azaltıp iş yükünü arttırarak sömürüyü arttırmak dışında bir anlam taşımamaktadır. Gelinen noktada, devlet hastanelerinde pek çok branşa randevu almak imkânsız hale gelmiştir. Doktorların bir hastaya ayırabildiği süre 5-10 dakikayla sınırlandırılmıştır. Tetkikler için aylar sonrasına gün verilmekte, tetkik sonuçları haftalar sonra çıkmaktadır. Özel hastanelerse tam bir soygun şebekesine dönüşmüştür ve görece daha ucuz olanlarda hizmet kalitesi devlet hastanelerinden bile daha kötü durumdadır. Üstelik halkın tedavi, ilaç vb. amaçlı yaptığı cepten sağlık harcamasının oranı %20’ye çıkmıştır.
Sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi hiç de savunulduğu gibi daha sağlıklı bir toplum ortaya çıkarmamıştır. AKP iş başına geldiğinde “bir yılda kişi başına doktora başvuru sayısı” 3 civarında iken bugün 12’ye yaklaşmıştır. Bunun birkaç nedeni bulunuyor. Birincisi elbette kapitalizmin insan sağlığını pek çok sebeple bozmasıdır: çalışma ve yaşam koşulları, sağlıksız beslenme, yetersiz dinlenme, yiyeceklerimize kadar giren kanserojen maddeler, soluduğumuz havanın zehir saçması, stres vb. İkincisi, amacın hastaları tedavi etmekten çıkarıldığı bu sağlık sisteminde insanların hastalıklarına çare bulamamalarıdır. Üçüncüsü ise yine bu sistemin ürettiği aşırı teşhis/tedavi ve “kışkırtılmış” sağlık talebidir.
İnsan sağlığı kâr kaynağı olarak görülünce, karşımıza hastalıktan olduğu kadar endişeden ve sağlık takıntısından da beslenen bir “sağlık sistemi” çıkmaktadır. Erdoğan’ın “şehir hastanelerinin müşterisi inşallah daha çok artacak” duaları bunu fazla söze gerek bırakmadan ifade etmektedir. Ne kadar hasta, o kadar para! Hastalıkların en kısa zamanda, olabildiğince ucuz yöntemlerle ve kalıcı bir şekilde tedavi edilmesi, hasta insan sayısının çeşitli önlemlerle en aza inmesi gibi insani beklentiler, bu sistemin mevcudiyetiyle temelden çelişmektedir. Zira hastalıklar ilaç tekellerinin de beslenme kaynaklarıdır ve bu yüzden de araştırmaları köklü çareler bulmaya değil ömür boyu kullanılması gereken ilaçlara yöneltmek, örneğin AIDS’i, kanseri vb. ortadan kaldıracak nihai çözümler yerine, uzun süreli ve kesin çözüm olmayan tedavilere yönelik ilaçlar geliştirmek, sistemin genel mantığı olarak boy göstermektedir. Kapitalist ilaç tekelleri bu yüzden nihai çözüme yönelik araştırmalara kaynak aktarmamaktadırlar.[4]
Kapitalist üretimin sonuçları insanları her şekilde hasta ederken, “şifa” alanının da soygun ve sömürü konusu haline getirilmesiyle sağlıkta özel sektörün payı sürekli artmaktadır. Sağlık Bakanlığının sonuncusunu 2022’de yayınladığı Sağlık İstatistikleri Yıllığına göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Sağlık Bakanlığına bağlı hastane sayısı 774 iken, 2022’de bu sayı 915’e çıkmıştır. Üstelik bu sayıya, daha önce çeşitli devlet kurumlarının bünyesinde olup sonradan bakanlığa devredilen 61 hastane de dâhildir. Aynı dönemde özel hastanelerin sayısı ise 271’den 572’ye yükselmiştir. Bu süreçte nüfusun 20 milyon arttığı, daha da ötesi kentsel nüfus oranının %60’tan %90’a çıktığı hesaba katıldığında devlet hastanelerinin sayısındaki artışın ne kadar düşük olduğu çok daha net görülecektir.
Aynı yıllarda devlet ve özel hastanelerin yatak sayılarındaki değişime baktığımızda durum çok daha çarpıcıdır. 2002 yılında Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerin yatak sayısı yaklaşık 107 bin iken 2022’de 163 bine çıkmıştır (artış oranı %52). Fakat aynı dönemde özel hastanelerin yatak sayısı yaklaşık 12 binden 44 bine yükselmiştir (artış oranı %254).
Koronavirüs pandemisine kadar, özel hastanelerin toplam yoğun bakım yatak sayılarının Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerinkine neredeyse eşit olması ise, özel hastanelerin en kârlı görünen alanlara yoğunlaşmalarının çarpıcı örneklerinden biridir. Devlet, özel hastanelere hasta yönlendirmek için kendi bünyesindeki yoğun bakım ünitelerini bilinçli olarak yetersiz hale getirmiştir. Tıpkı özel sektör tarafından son derece kârlı olan radyolojik görüntüleme, hemodiyaliz ünitelerinde yaptığı gibi. Bu alanların tümünde SGK özel sektörü fonlamanın aracı haline getirilmiştir. Öte yandan sağlıkta özelleştirme, sağlık hizmetine ulaşım ve faydalanma noktasındaki sınıfsal eşitsizliği de her açıdan derinleştirmiştir. Özel hastanelerin daha ziyade yüksek gelir bölgelerine yoğunlaşmaları bile eşitsizlik üzerine kurulu bir sözde sağlık sisteminin ürünüdür.
Söz konusu politikaların sağlık sistemini birkaç onyıl içinde en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile çökerttiğini görüyoruz. Altyapı, tıbbi cihaz ve personel yetersizliği yüz binlerce ölüme mal olan devlet hastaneleriyle, korona hastalarına yatak açmak istemeyen, korona testleri üzerinden vurguna girişen özel hastaneleriyle, aşıları ve ilaçları fahiş fiyata satan ilaç tekelleriyle, sağlık çalışanlarının hayatının hiçe sayılmasıyla pandemi döneminde yaşananlar unutulmamalıdır. Söz konusu tablo bugün de değişmemiştir. Aksine, sınır tanımayan çürüme, her gün birbirinden vahim olaylarla kendini göstermektedir.
Sağlık sisteminin her yanını saran cerahatin asıl kaynağı, kâr uğruna insanı insanlıktan çıkaran kapitalist sistemdir. Sağlık alanı sermayenin kâr güdüsüne teslim edildiği ölçüde, bu tablonun değişmesi olanaksızdır. İçine ticari kaygıların girdiği, hastanın müşteri olarak görüldüğü bir sistem sağlık üretemez. Sağlıkta özelleştirme, ticarileşme ve metalaşmaya karşı işçi sınıfı, ücretsiz, nitelikli bir kamusal sağlık hizmeti için örgütlü ve hedefli bir mücadele yürütmek zorundadır. Toplumsal sağlığın korunmasının yolu bu mücadelenin kapitalizmin temellerine yönelmesinden geçmektedir.
[1] The Lancet, “The effect of health-care privatisation on the quality of care”, Mart 2024
[2] İlkay Meriç, Sağlıkta Kapitalizm Virüsü, 27 Mart 2020, https://marksist.net/node/6869
[3] Demet Yalçın, Kamu Hizmetini Kapitalist İşletmelere Dönüştüren Şehir Hastaneleri, 19 Aralık 2017, https://marksist.net/node/6122
[4] İlkay Meriç, Tekellerin İnsafına Terk Edilen Sağlık, 1 Kasım 2009, https://marksist.net/node/2315
link: İlkay Meriç, Sağlıkta Özelleştirmenin Yıkıcı Sonuçları, 28 Kasım 2024, https://marksist.net/node/8390
İnsanı İnsana Düşman Eden Bu Sisteme Hayır!