Sağlığın ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi doğrultusunda yürütülen ve gelinen noktada hem sağlık çalışanları hem de hastalar açısından ciddi sorunlara sebep olan “sağlıkta dönüşüm” programı, Erdoğan’ın yıllardır hayalini kurduğu şehir hastaneleri projesinin hayata geçirilmesiyle birlikte daha büyük ve daha yıkıcı sorunlara yol açacak yeni bir aşamaya geçmiş bulunuyor. Şehir hastaneleri projesinin ilk adımı, “sağlıkta dönüşüm” programının da bir parçası olarak 2005 yılında Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa bir ek madde eklenmesi ile atılmıştı. Bu maddede şöyle deniliyordu: “Yapılmasının gerekli olduğuna Yüksek Planlama Kurulu tarafından karar verilen sağlık tesisleri, Sağlık Bakanlığına veya Hazineye ait taşınmazlar üzerinde ihale ile belirlenecek gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerine 49 yılı geçmemek şartıyla belirli süre ve bedel üzerinden kiralama karşılığı yaptırılabilir.” Nitekim şehir hastaneleri için ihale süreci 2009 yılında başladı. Bugün tamamlananlar ve ön fizibilite aşamasında olanlarla birlikte toplam 31 adet şehir hastanesi projesi bulunuyor.
Şehir hastaneleri Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) kapsamında yapılıyor. KÖİ, “bir sözleşmeye dayalı olarak, yatırım ve hizmetlerin, projeye yönelik maliyet, risk ve getirilerinin, kamu ve özel sektör arasında dengeli bir şekilde paylaşılması yoluyla gerçekleştirilmesi” olarak tanımlanıyor. Gerçekte ise dengeli bir paylaşım değil riskin çok büyük bir kısmını devletin üstlendiği, kâr pastasını ise kapitalistlerin yalayıp yuttuğu bir “işbirliği” söz konusu. Devletin üstlendiği riskin ise özünde işçiler, emekçiler açısından yağmalanan fonlar, vergilerde artış ve daha fazla hak gaspı anlamına geldiği çok açıktır. Bugüne kadar enerji sektörünün yanı sıra havalimanları, karayolları ve köprülerde yapılan sözleşmelerle özellikle yandaş sermayeyi ihya eden AKP iktidarı, son olarak sağlık sektörü için kolları sıvamış durumda. Sırada ise eğitim sektörü var.
Şehir hastanelerinin neden sermayenin iştahını kabarttığını ilk elden birkaç maddeyle sıralayalım.
1. Şehir hastanesi, yüklenici şirkete bedelsiz olarak verilen Hazine arazisi üzerine yapılıyor.
2. Yüklenici şirket KDV’den muaf tutuluyor. Üstelik sadece hastane yapımı sırasında değil, hastane açıldıktan sonra hastane içinde ve çevresinde yapacağı ticari faaliyetler için de KDV muafiyeti devam ediyor.
3. Yüklenici şirketin proje finansmanı için aldığı uluslararası kredilere devlet garantisi veriliyor. Yani kredi borcunun şirket tarafından ödenmemesi durumunda borç Hazine tarafından ödenecek.
4. Sözleşmeye göre Sağlık Bakanlığı yüklenici şirkete 25 yıl boyunca hem kira ödeyecek hem de bina onarım ve bakım işini üstlenecek. Kalkınma Bakanlığının “Dünyada ve Türkiye’de Kamu Özel İşbirliği Uygulamalarına İlişkin Gelişmeler 2015” raporunda 17 şehir hastanesi ve bir sağlık tesisi için Sağlık Bakanlığının ödeyeceği kira bedeli 27 milyar dolar, buna karşılık şirketlerin yatırım bedeli ise yaklaşık 10 milyar dolar olarak belirtiliyor. Yani şirketler kira ve diğer işletme gelirleriyle birlikte yatırımlarını hiç de uzun olmayan bir sürede amorti edebilecekler.
5. Sağlık personelini kendisi sağlayan Sağlık Bakanlığı hastaneyi işleten şirketten “hizmet” satın alacak. Laboratuar, MR, görüntüleme, temizlik, güvenlik, otopark, yemek vb. hizmetler Sağlık Bakanlığına fatura edilecek. Sağlık Bakanlığı hem hizmet bedelini hem de kira bedelini öncelikle döner sermayeden karşılayacak. Döner sermayenin yetersiz gelmesi durumunda Hazine parası kullanılacak.
6. Ortalama yatak sayısı 1000’in üzerinde olan şehir hastanelerine %70 doluluk garantisi veriliyor. Yüksek güvenlikli adli psikiyatri hastaneleri için bu oran %80. Yani tıpkı Osmangazi köprüsünde verilen araç geçişi garantisi gibi, dolu yatak sayısının belirlenen oranın altında kalması durumunda eksik kalan fark bakanlık tarafından ödenecek.
7. Kampüs içinde inşa edilen hastanelerin içinde ve çevresinde ticari işletme kurma veya işlettirme hakkı yüklenici şirketlere bırakılacak. Şehir hastanelerinin AVM mantığıyla yapıldığını düşünürsek hastane kampüsü içinde yapılacak cafe, restaurant, mağaza, otel vb. işletmeler şirketlere ciddi kârlar sağlayacak.
Finansal riskin büyük bir kısmının devlet tarafından üstlenildiği, birkaç yıl içinde kendisini amorti edecek, yüklenici şirketlere büyük kârlar sağlayacak şehir hastaneleri projesinde ihaleleri kapan şirketler hangileri peki? AKP iktidarı döneminde yıldızları parlayan, sıçramalı büyüme kaydeden, sağlıktan önce başta enerji ve karayolları olmak üzere pek çok ihaleyi zaten almış bulunan bu şirketler tahmin edileceği gibi ağırlıklı olarak yandaş sermaye grupları! Sadece birkaç örnek vermekle yetinelim. Adana, Elazığ, Yozgat, Bursa ve İstanbul İkitelli şehir hastanelerinin ihalesini Erdoğan’ın sarayının inşaatını yapan Rönesans Holding almış bulunuyor. İDO özelleştirme ihalesini kapan, Mersin limanının işletmesini 36 yıllığına alan ve enerjiden inşaata pek çok ihalenin kazananı, vergi cennetlerinin “altın müşterisi” Akfen Holding ise Isparta, Eskişehir ve Tekirdağ şehir hastanelerinin ihalesini aldı. Ankara Etlik, İzmir Bayraklı ve Kocaeli şehir hastanelerinin yüklenici şirketi Türkerler Holding. 1993 yılında kurulan bu şirket özellikle enerji sektörüne girdiği 2005 yılından itibaren HES’lerden doğalgaz ve elektrik dağıtımına, baraj inşaatlarına kadar pek çok projenin ihalesini alarak tıpkı diğer yandaş sermaye grupları gibi çok hızlı bir şekilde büyümeyi başarmış. Kayseri, Manisa, Konya ve Urfa şehir hastanelerinin ihalesini alan YDA grup ise özellikle inşaat alanında aldığı ihalelerle AKP iktidarı döneminde yıllık %40 oranında bir büyüme kaydetmiş. Sözünü ettiğimiz bu şirketlerin sahipleri aynı zamanda 2016 yılında Türkiye’nin en zengin 100 kişisi listesine de girmiş bulunuyor.
Reklâmlar ve gerçekler
Başta Erdoğan olmak üzere iktidar sözcüleri her fırsatta “beş yıldızlı otel konforunda”, çoğu 1000’in üzerinde yatağı olan, bütün branşları aynı kampüs içinde bulabileceğimiz, son teknoloji ile donatılmış, geniş, ferah hasta odaları olan, bırakalım Avrupa’yı dünyanın en büyük hastanelerine sahip olacağımız propagandasını yapıyorlar. Kaliteli sağlık hizmetinden çok “müşteri memnuniyeti” zihniyetiyle dile getirilen söylemler “sağlık gibi yaşamsal bir alan kimlerin elinde ne hale getiriliyor” dedirtiyor insana. Örneğin eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ hastaneleri inşa ederken önceliklerinin ne olduğunu acil servisleri örnek vererek anlatıyordu: “Dünyada başka ülkelerde aşiretiyle, 25-30 kişiyle acil servise hasta getiren yok. Bizde ise böyle. Demek ki daha geniş bir acil servise ihtiyaç var. Yoğun bakımlarda hastasını görecek şekilde insanların girmesi diğer ülkelerde yok. Ama bizde inancına göre dua edecek, Kur’an okumak isteyen insanlar oluyor. Bunlar da göz önüne alındı.” ATO’nun düzenlediği sempozyumda konuşan Yozgat Şehir Hastanesinde görev yapmış bir doktor ise şöyle diyor: “Hastane çok büyük, cezbedici. Girişte hostesler karşılıyor. Onlar güleryüzlü olmak, makyaj yapmak zorundalar. Polikliniğe gelen hastalar teşekkür ederek çıkıyor. Toplumsal rıza çok iyi sağlanıyor.”[1] Bütün bu açıklamalar, uygulamalar ilk başta kulağa hoş geliyor olabilir. Ama asıl niyeti gizleyen süslü sözlerle yapılan yalan propaganda gerçeklik duvarına toslamaya mahkûmdur. Şehir hastaneleri projesi de bu gerçekten muaf değildir. Erdoğan’ın ilham kaynağı olan İngiltere’deki şehir hastanelerinin bugün geldiği durum ve daha bu yıl açılmış olmasına rağmen Isparta, Adana ve Mersin Şehir Hastanelerinde yaşanmaya başlanan sıkıntılar sağlık sisteminde yaşanacak daha büyük sorunların işaretleridir.
Şehir hastaneleri şehir merkezinin uzağında yapılıyor. Bu da hastaların sağlık hizmetine ulaşımını zorlaştırıyor. Şimdiye kadar açılan dört şehir hastanesinde de bölge halkının yaşadığı en büyük sorunlardan biri hastaneye ulaşım sorunu oldu. Ama sorun sadece bu değil. Şehir hastanelerinin yapılmasına “yapılacak hastanedeki yatak sayısı kadar mevcut hastanelerden azaltılması ya da mevcut hastanelerin kapatılması kaydıyla” izin veriliyor. Şirketlere %70 doluluk garantisi veren bir sözleşme imzalandığı için şehir merkezinde bulunan mevcut devlet hastaneleri kapatılıyor. Örneğin Adana Şehir Hastanesi açıldıktan sonra Yüreğir’de TOKİ Numune, Çukurova’da Seyhan Uygulama ve Seyhan’da Doğumevi ve Çocuk Hastanesi kapatıldı. Mersin ve Isparta’da ise şehir merkezinde bulunan Devlet Hastanesi ile Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi kapatılmış durumda. Keza İstanbul’da da Tuzla’daki hastanenin devreye girmesiyle birlikte, çok geniş bir hinterlanda hizmet vermekte olan Kartal Yavuz Sultan Selim Hastanesi kapanıyor. Yeni hastanelerin yerleşim merkezlerine uzaklığı ve büyük kentlerin olağanüstü trafik yoğunlukları da düşünüldüğünde, acil ve ağır hastalar için hayati risk anlamına geliyor.
Şehir hastanelerinin neredeyse tamamına yakınında hasta yatağı sayısı 1000’in üzerinde. Bir marifetmiş gibi övünülerek dile getirilen bu konu aslında başlı başına sağlık hizmetinin kalitesini ve sağlık çalışanlarının performansını düşüren bir sorun. TTB’nin şehir hastaneleri ile ilgili yaptığı bilgilendirme toplantısında konuşan İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Selçuk Erez şunları söylüyor: “Şehir Hastaneleri binlerce kişilik, 2600-2700 kişilik yatak kapasitesiyle lanse ediliyor. Dünyanın en büyük hastaneleri geliyor, deniliyor. Oysa ABD, İngiltere ve Avrupa ülkelerinde yapılan onlarca yayında «200 yataklıdan düşük, 600 yataklıdan büyük hastanelerin verimli olmadığı» ortaya konuyor.”[2] Ama verimlilikten sağlık hizmetinin kalitesini değil gelecek tatlı kârları anlayan patronlar için sorun yok! Hatta yatak sayısı ne kadar çoksa o kadar iyi! Nasılsa devletin verdiği %70 doluluk garantisi var!
Ankara Tabip Odasının 25 Kasımda düzenlediği “Şehir Hastanelerinde Bizi Ne Bekliyor” başlıklı forum-sempozyumda Yozgat, Isparta, Adana ve Mersin Şehir Hastanelerinde yaşanan sorunları aktaran doktorların anlattıkları, hem hastaların yaşadığı sorunları hem de sağlık emekçilerinin çalışma koşullarının ne denli zorlaştığını gösteren önemli veriler içeriyor. Nitelikli sağlık hizmeti almak zorlaştırılırken sağlık emekçileri daha ağır koşullarda çalışmaya ve örgütsüzlüğe mahkûm edilmek isteniyor. Adana, Mersin ve Isparta Şehir Hastaneleri için dile getirilen bu sorunlar hiç şüphesiz İstanbul gibi bir metropol şehirde çok daha fazla yaşanacaktır.
Doktorlar poliklinik hizmetlerinde tıbbi sekreter bulunmadığı için hekimlerin iş yükünün arttığını, bilgisayar başında geçirdikleri sürenin hastalara ayırdıkları süreden daha fazla olduğunu belirtiyorlar. Mevcut doktor, hemşire, anestezi uzmanı, teknisyen, oda personeli, veri giriş elemanı sayısı hastanelerin kapasitesinin altında. Bu durum hem çalışanların iş yükünü arttırıyor hem de hastaların bekleme süresini uzatıyor. Aynı sorun deneyimsiz personelin riskli bölümlerde çalıştırılmasını da beraberinde getiriyor. Meselâ Isparta Şehir Hastanesinde deneyimsiz elemanlar yoğun bakımda çalıştırılıyorlar. AKP sözcüleri her fırsatta hastanelerin büyüklüğüyle övünedursunlar, doktorlar çok fazla ölü alanın bulunduğunu, hastane alanının geniş oluşunun her konuda sorun yarattığını ifade ediyorlar. Örneğin bloklar arası erişimin zaman alması nedeniyle mavi kod ve beyaz koda erişim süresinin uzadığını belirtiyorlar. Aynı şekilde servis ve yoğun bakım odalarının gereğinden fazla büyük olması doktorların vizit süresini uzatıyor. Bu hem hastalarla ilgilenme süresini azaltan hem de doktorun dinlenme ihtiyacını karşılamasını engelleyen bir sorun. Çalışanlar sorunlarının çözümü konusunda doğrudan muhatap bulamıyorlar. Kira ve bakım onarım giderleri döner sermayeden karşılandığı için doktor ve hemşirelerin döner sermaye geliri çok azalmış durumda. Genel olarak hekim ve diğer sağlık personelinin moral-motivasyonunun düşük olduğu, yorgunluk, mutsuzluk ve huzursuzlukla birlikte depresif ruh halinin oluştuğu, iletişim ve dayanışmanın azaldığı dile getiriliyor.[3]
Yaşanan diğer bir önemli sorun ise şehir hastanelerinin açılmasıyla birlikte kapanan devlet hastanelerinde çalışan işçilerin işten çıkarılmasıdır. Isparta Şehir Hastanesinin açılmasıyla birlikte güvenlik, sekreterlik, danışma hizmetlerinde çalışan personel işten çıkarılarak yerine asgari ücretli işçiler alınmıştır.
Şehir hastanelerinde henüz yolun başında olduğumuzu düşünürsek bu günlerin “iyi günler” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nihayetinde şehir hastanelerinin insan odaklı sağlık hizmeti vermek maksadıyla kurulmadığı ortadadır. Amaç kâr olduğuna göre doktorlara daha fazla hasta bakmaları, daha çok fazla mesai yapmaları, daha çok MR, tahlil vs. vermeleri, kâr getirmeyecek hastaları başka hastanelere yönlendirmeleri konusunda baskılar artacaktır. Bunun ne anlama geldiğini son zamanlarda zaten artmış bulunan intihar vakalarından biliyoruz. Şirin görünmek adına şimdilik ücretsiz otopark kampanyası yapan şirketler ileride hastane kapısından içeri adım atıldığı andan itibaren hastaların ceplerini boşaltmak için türlü hesaplar çıkaracaklardır. Yüklenici şirketlerin hastane hizmetlerinde onlarca taşeron çalıştırması ise başlı başına bir sorundur. Hâlihazırdaki taşeron deneyiminden çok iyi biliyoruz ki yemek, temizlik, güvenlik, otopark vb. hizmetlerde çalışan taşeron işçilerin iş güvencesi olmayacak, sendikasızlaştırma, düşük ücretlerle ağır ve yorucu çalışma temposu dayatılacaktır. Hastanelerde onlarca taşeronun varlığı bir başka sorunu daha beraberinde getirecektir. Onlarca muhatabın varlığı hem hizmet kalitesinin hem de bakanlığa kesilecek faturaların gerçekliğinin denetimini imkânsızlaştıracaktır. Sonuçta Sağlık Bakanlığına kesilecek her fatura işçi ve emekçilerden alınan vergilerle, gelirlerinden yapılan kesintilerden oluşturulan fonlarla ödenecektir. Yüklenici şirketlerin aldıkları kredileri geri ödemede sorun yaşayıp yaşamayacağını ise göreceğiz. Ancak bu hiç de uzak bir olasılık değildir ve böyle bir durumda devreye garantör olarak devlet gireceğine göre olan yine emekçilere olacaktır. Bu sıraladığımız sorunların bazıları zaten yaşanmakta olan, sadece daha da derinleşecek olan sorunlardır. Bazıları ise başka ülkelerde, örneğin İngiltere’de yaşanmış ya da yaşanmakta olan sorunlardır.
AKP iktidarı her zamanki gibi tüccar zihniyetiyle hareket ederek milyonlarca emekçiyi mağdur edecek bir projeyi hayata geçiriyor. Şehir hastaneleri projesi zaten çürümüş olan sağlık sistemini daha da çekilmez hale getirecek. 25 yıl gibi bir insan yaşamında hiç de kısa olmayan bir süre için sözleşme imzalayan AKP iktidarı işçilerin çocuklarının ve hatta torunlarının sağlık hakkını gasp etmekle kalmıyor, onları şimdiden sermayenin büyümesi uğruna ağır bir borç yükünün altına sokuyor. Sağlık hizmetini ticarileştirmenin sonucu koruyucu sağlık hizmetinden vazgeçerek toplumu daha da hasta etmektir. Oysa nitelikli ve ücretsiz sağlık hakkı bütün emekçilerin en temel, yaşamsal hakkıdır. Elbette büyüyen sorunlar ilelebet suskunlukla karşılanmayacaktır. AKP ve Erdoğan’ın iktidar gemisinde deliklerin sayısı her geçen gün artıyor ve gemi su alıyor. Şehir hastaneleri projesinin getireceği sorunlar iktidar gemisinde açılan deliklere bir yenisini daha ekleyecektir.
link: Demet Yalçın, Kamu Hizmetini Kapitalist İşletmelere Dönüştüren Şehir Hastaneleri, 19 Aralık 2017, https://marksist.net/node/6122
Bolşevik Kadınlar
Bireylerin Benliği