Reformizmle mücadele
Engels 1878 Eylülünde çok sevdiği eşi Lizzy’yi kaybetti. Ama mücadele, çözülmesi gereken pek çok sorunla birlikte devam ediyordu. 1879 sonbaharında, Alman Sosyalist İşçi Partisinin reformizme doludizgin kayışının önemli bir göstergesiyle daha karşı karşıya kalınmıştı. Partinin yönetici konumunda bulunan üç kişinin (Höchberg, Bernstein ve Schramm) Zürih’te yayınlanan Jahrbuch adlı yayın organına yazdıkları bir makale, Marx ve Engels’i çok ciddi bir tepki yükseltmeye itmişti. Parti liderliğine iletilmek üzere Bebel’e gönderdikleri sirküler niteliğindeki mektubu Engels kaleme almıştı.
Jahrbuch’da yayınlanan makalede açıkça partinin sınıf karakterinin sulandırılması savunuluyor, “mücadeleyi sanayi işçilerinin çıkarları için tek yanlı bir savaşıma indirgemek yerine, insanlık aşkıyla dolu tüm insanların yürüteceği bir hareket”in gerekliliğinden söz ediliyordu. Söz konusu makaleyi yazanlara göre, “kaba proleter özlemler” bir kenara bırakılmalı, toplumun üst katmanları ürkütülmemeli, onlar arasında da enerjik bir propaganda yürütülmeli ve tüm bunlar sayesinde parti “kendini parlamentoda temsil etmeye layık insanlara” sahip olmalıydı! “Parti şiddete dayalı, kanlı devrim yolunu izleme niyetinde olmadığını, ... legalite, yani reform yolunu izlemeye kararlı olduğunu” göstermeliydi! Savunulanlar, sosyalist bir partinin liderlik kademesindeki insanların legalizm, parlamentarizm ve reformizm çukuruna batıp düzenle bütünleşik hale gelmelerinin ibretlik ifadesiydi. Bu çizgiyi sert bir dille eleştiren Engels, reformist bakış açısını şöyle özetliyordu:
“1848’de burjuva demokrat olarak ortaya çıkan insanlar, bugün kendilerini sosyal-demokrat olarak da adlandırabilirlerdi. Burjuva demokratlar için demokratik cumhuriyet nasıl erişilemez bir şey idiyse, sosyal-demokratlar için de kapitalist sistemin yıkılması o kadar gerçekleşemez bir şeydir; bu nedenle de bugünün pratik politikasında kesinlikle hiçbir önemi yoktur; kişi şefaat dilenebilir, uzlaşabilir ve doya doya insanseverlik gösterisine kalkabilir. Proletaryayla burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı için de böyledir. Daha fazla yadsınamadığı için varlığı kâğıt üzerinde itiraf edilmiştir, ama pratikte, örtbas edilmiş, sulandırılmış, hafifletilmiştir. Sosyal-demokrat parti bir işçi partisi olmamalıdır; burjuvazinin ya da herhangi birinin nefretini çekmemelidir; her şeyin ötesinde burjuvazinin içinde enerjik bir propaganda yürütmelidir; burjuvaziyi ürkütüp kaçıran ve her şey bir yana bizim kuşağımızın ömrü içinde elde edilmesi olanaksız uzun erimli amaçları vurgulamak yerine, tüm gücünü ve enerjisini, eski toplum düzenine yeni destekler sağlayarak, belki de, sonal felâketi, aşama aşama, yavaş yavaş ve olabildiği ölçüde barışçıl bir çözülme sürecine dönüştürebilecek olan parça-buçuk küçük-burjuva reformlara adamalıdır.”[1]
Engels, çok şey yapar görünen ama aslında çenebazlık dışında bir şey yapmayan reformistlerin, tıpkı 1848-49’da yaptıkları gibi, eylemin her biçiminden duydukları korkuyla hareketi her adımda engellediklerini belirtiyordu. Bunlar, izledikleri politikayla kendilerini sonunda direnişin de kaçışın da olanaksız olduğu bir çıkmaz sokağa sürükleyip, o noktaya düşünce de hayretler içinde kalanlardı. Bunlara bir işçi partisi içinde ancak geçici olarak katlanılabileceğini, eninde sonunda ayrılığın kaçınılmaz olduğunu vurgulayan Engels, Alman Sosyalist İşçi Partisi açısından bu zamanın geldiğini belirtmekteydi:
“Parti, bu makalenin yazarlarını nasıl hâlâ hoşgörebilir anlamıyoruz. Parti önderliği şu ya da bu ölçüde bu tür insanların eline geçerse, parti en hafifinden iğdiş edilmiş olur ve bu da proleter ateşliliğin sonu demektir. Bize gelince, tüm geçmişimizin ışığında bize açık tek yol var. Neredeyse kırk yıldır biz, tarihin doğrudan devindirici gücünün sınıf savaşımı olduğunu ve özellikle burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf savaşımının, modern toplumsal devrimin büyük manivelası olduğunu vurgulayageldik; bu nedenle bizim, sınıf savaşımını bu hareketten koparıp atmak isteyen insanlarla işbirliği yapmamız olanaksızdır. Enternasyonal kurulduğu zaman, savaş haykırışını açıkça şöyle formüle etmiştik: «İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olacaktır.» Bu nedenle, işçilerin kendilerini kurtaramayacak kadar cahil olduklarını, o yüzden de üst ve alt-orta sınıflardan insansever kişiler eliyle özgürleştirilmeleri gerektiğini açıkça belirten insanlarla biz işbirliği yapamayız. Yeni parti organı bu bayların görüşüne uygun bir çizgiyi, yani proleter-olmayan orta-sınıf görüş çizgisini benimserse, kamuoyu önünde, bu bizim için ne kadar üzücü olursa olsun, bu çizgiye muhalefetimizi ve yurtdışında Alman partisini temsil etmemizin nedeni olan dayanışma bağlarımızı kopardığımızı ilan etmekten başka yapacak bir şeyimiz kalmaz. Ama işlerin böyle bir noktaya gelmeyeceği umulur.”
Marx ve Engels o dönemde uyarılarının dikkate alındığını gördüklerinden, işler Alman partisiyle bağlarını koparma noktasına varmayacaktı. Ne var ki reformist eğilim ilerleyen yıllarda çok daha geniş kanallar bulacak ve partiye hâkim olacaktı. Bunda kuşkusuz parlamentarizm başat bir rol oynuyordu. Marx ve Engels, yaşamları boyunca reformlar için verilen mücadeleyi hiçbir şekilde küçümsemediler, aksine buna karşı çıkan sekter yaklaşımları daima eleştirdiler. Bununla birlikte, devrimci mücadelede legal olanaklardan olabildiğince fazla yararlanmak üzere parlamentoyu da kullanmak gerektiğini savunmaları, onları asla parlamentarist budalalılığa prim verme noktasına düşürmedi. Tersine, bunu gördükleri her yerde işçi sınıfını söz konusu tehlike karşısında uyarma görevlerini yerine getirdiler. Örneğin Engels, seçim zaferlerinin “proletaryanın nihai zaferini elde etmek için artık başka bir şey yapmak gerekmediği” yönündeki bir yanılsamayı beslediğini, Bismarck’ın çıkardığı Sosyalistlere Karşı Yasanın bu yanılsamayı yerle bir ederek işçileri devrimci yoldan ilerlemeye zorlamak bakımından faydalı bir işlev gördüğünü bile dile getirdi.[2] Louis Bonaparte’ın genel oyun nasıl yığınları ezmek için bir araç haline dönüştürülebileceğini gösterdiğini dile getiren de yine oydu.[3]
Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, reformizmin en tipik özelliği, kısmi iyileştirmeler için yürütülen mücadelenin kapitalizmin devrimci yöntemlerle yıkılması amacına tâbi kılınmaması ve bu hedefle bütünleştirilmemesidir. “Marksist kavrayışta amaç sosyal devrimdir, sosyal reform ancak bu amaca tâbi bir araç olabilir. Reformistler açısından ise reformlar nihai amaçtır. Bu nitelikteki sol örgütlerin çarpıcı özelliği, mücadeleyi burjuvazinin kabul sınırları içinde tutmaya yeminli olmalarıdır. (…) Devrim böyleleri için sanki hiç gelmeyecek bir tarihe ertelenmiş boş bir düştür, devrimci içeriği tamamen boşaltılmış sosyalizm sözcükleriyle bezeli yasalcı mücadele ise her şeydir.”[4]
Bilindiği gibi, bir süre sonra İkinci Enternasyonal partilerinin tümüne, ya da diğer bir deyişle sosyal demokrasiye damgasını basacak olan reformist programın tipik özelliklerinden birini de, kapitalizm altında iktidarın seçimler yoluyla alınmasının ardından girişilecek devletleştirmelerle adım adım sosyalizme yürüneceği anlayışı oluşturmaktadır. Oysa Engels, kapitalizm altında devletleştirmeleri bir tür sosyalizm olarak gören reformistlere son derece sert eleştiriler yöneltmiştir. Örneğin Anti-Dühring’e düştüğü bir dipnotta şunları söylemiştir: “Bismarck’ın devletleştirmeye girişmesinden bu yana, ortaya belli bir sahte sosyalizm çıktı, hatta şurada burada, her devletleştirmeyi, hatta Bismarck’ınkini bile, sosyalist olarak ilan eden bir tür dalkavukluk biçiminde yozlaştı. Tütün sanayiinin devletleştirilmesi sosyalist olsaydı, doğrusu Napolyon ve Metternich sosyalizmin kurucuları arasında sayılırlardı.” 1881’de Bernstein’a yazdığı bir mektupta da bu hususun altını çizmiştir:
“Devletin serbest rekabete her müdahalesini –koruyucu gümrük tarifelerini, loncaları, tütün tekelini, belli sanayi kollarının ulusallaştırılmasını, dış ticaret derneğini ve krallık porselen fabrikasını– «sosyalizm» diye adlandırmak Manchester burjuvazisinin, kendi çıkarı için yaptığı bir çarpıtmadır. (…) bu inanç temelinde bir teori geliştirirsek, sosyalizm olduğu savlanan bu şeyin bir yandan feodal bir gericilik, öte yandan hem para sızdırma mazereti, hem de olabildiği ölçüde proleteri devlete bağlı memur ve emekli durumuna getirmenin, böylece de disiplinli bir ordunun ve devlet memurları ordusunun yanısıra bir işçi ordusu kurmanın mazereti olduğu basitçe kanıtlandığı zaman, o teori, tüm dayanaklarıyla çöker. Fabrikalardaki ustabaşılar yerine devlet mekanizmasındaki amirlerin sağladığı zorunlu oy – ne hoş bir sosyalizm türü! Burjuvazinin inanmadığı, ama inanmış göründüğü şeye, yani devlet demek sosyalizm demektir düşüncesine inanırlarsa, insanların varacağı nokta işte budur.”[5]
Engels bu dönemde de geniş bir politik konu çeşitliliğine sahip makaleler yazmaya devam ediyordu. Ekonomik yükselişin yaşandığı yıllarda reformist yanılsamaların beslendiği İngiltere’de devrimci hareket gerilerken sendikalizm güç kazanmıştı. Fakat 1877-78 krizi, şiddetli bir şekilde sarstığı işçi sınıfının toplumsal sorunlara ilgisini arttırarak sınıf hareketinde belirgin bir canlanma yaratmıştı. Engels 1881 baharında ve yazında haftalık bir sendika gazetesi olan The Labour Standart’ta kaleme aldığı 11 makalede, İngiliz işçi sınıfına hitap eden bir dille, ücret sorunu, bilimsel sosyalizm, işçi sınıfı partisinin gerekliliği, kapitalist sömürünün mekanizması, Amerika’da gıda ve toprak sorunu gibi konuları işliyordu.
Bunlar arasında yer alan “Adil Bir İşgünü Karşılığı Adil Bir Ücret” ve “Ücret Sistemi” başlıklı[6] iki makalesinde, kapitalizmde “adil işgünü”nün ve “adil ücret”in ne anlama geldiğini sorguluyor ve bu eski sloganı tümüyle bir kenara atmak gerektiğini dile getiriyordu. Bu sloganın bugün de sosyal demokrat programlarda ve bunların etkisiyle şekillenen sendikal camiada halen sahiplenip yükseltildiğini biliyoruz. Oysa Engels, hiçbir değer üretmeyen kapitalistlerin üretilen tüm artı-değere el koymasına dayanan kapitalist sistemde adil bir ücretten de bölüşümden de söz edilemeyeceğini söylüyordu: “Bugünkü sosyal koşullar altında, en adil ücret zorunlu olarak işçinin ürettiğinin en adaletsiz bölüşümü demektir. Bu ürünün daha büyük bölümü kapitalistin cebine inerken, işçi yalnızca kendini çalışacak durumda tutan ve neslini devam ettirmesini sağlayan bir miktarla yetinmek zorundadır.” Dolayısıyla söz konusu sloganın yerine şunun benimsenmesi lazımdır: “Çalışma araçları –hammaddeler, fabrikalar, makineler– çalışanların kendilerinin olmalıdır!” Ancak bu sağlandığı takdirde işçi sınıfının gerçek kurtuluşundan, dolayısıyla da gerçek adaletten söz edilebilir hale gelecektir.
Aynı günlerde kaleme aldığı “Sendikalar” başlıklı yazısında ise işçi sınıfı açısından sendikaların rolü ve önemi üzerinde duruyordu Engels. Sendikalar olmasa, işçinin, ücret sisteminin kurallarına göre payına düşmesi gerekeni bile alamayacağını, kapitalistlerin sendikalardan duydukları korku yüzünden işçinin emek gücünün tam pazar değerini vermeye mecbur kaldıklarını belirtiyordu. Yine bu makale dizisinde, toplumun iki büyük sınıfı arasındaki mücadelenin mutlaka politik bir mücadele durumunu aldığının, bu mücadelede işçinin en büyük silahının ise örgüt olduğunun altını çiziyordu.
Bu gazetede beş ay boyunca yazdığı başyazılarla doğru fikirleri yaymaya çalışan Engels, bir süre sonra yayın yönetmeninin korkmaya başladığını fark edince burada yazmayı bırakacaktı. Kuşkusuz bunlar onun o dönemde yazdığı makalelerden birkaçıydı sadece.
Bilimsel çalışmalara verilen önem ve Doğanın Diyalektiği
“Daha aydınlık ve berrak bir zekâ düşünmek çok zor; hangi konuya değinse, üzerine bir ışık demeti serperdi. Daha önce görmediğiniz noktaları görür, gördüklerinizi ise, daha sağlam biçimde algılardınız. Onu tanıyanlar şunu pekâlâ söyleyebilir: «Üzerine ışık demeti serpmeyeceği şeye hiç değinmemiştir!»”[7]
Edward Aveling’in bu sözlerle andığı Engels’in “ışık demeti serptiği” konulardan biri de bilimdi. Engels ekonomi ve tarihin yanı sıra doğabilimlerinin de her dalıyla ilgiliydi ve Marx gibi o da bu konulardaki yeni gelişmeleri gençliğinden beri yakından takip ediyordu.
Marx’a yazdığı 14 Temmuz 1858 tarihli mektupta, o sırada fizyoloji ve karşılaştırmalı anatomiyle ilgilendiğinden ve doğabilimlerinde son otuz yılda yaşanan gelişmelerin öneminden söz ederek şöyle diyordu:
“Şu kadarı kesin ki, karşılaştırmalı fizyoloji sayesinde, insanın idealist bir biçimde öteki yaratıkların en üstüne yerleştirilmesini horgörür hale geliyorsun. İnsanın geri kalan memelilerle tam bir benzeşim içinde olduğunu, kişi her adımda kabul etmek zorunda kalıyor; anahatlarda bu benzeşim tüm omurgalılar ve hatta o kadar belirgin olmasa da, omurgasızlar, böcekler, kabuklular, tenyalar vb. için de geçerli. Hegel’in nicelik dizilerinde niteliksel sıçrama anlayışı burada da çok uygun. Ve ensonu en alt türden tekhücrelilerde, ilkel biçime, basit, bağımsızca varolan hücreye ulaşılıyor; bunları algılanabilir herhangi bir farklılıkları bakımından en alt bitki türlerinden (tek hücreli mantarlar - patates ve asma hastalığı mantarları vb.) ya da insan yumurtası ve sperm dahil gelişmenin daha üst basamaklarındaki mikroplardan ayırdetmek olanaklı değil ve aynı biçimde yaşayan bedendeki bağımsız hücreler gibi (kandaki yuvarlar, üstderi ve mukoza hücreleri, beze ve böbreklerdeki salgı hücreleri vb.) bir görünümleri vardır…”
Engels, Darwin’in Türlerin Kökeni adlı çığır açıcı eserini 1859’da yayınlanır yayınlanmaz okumuştu. Marx da “doğa bilimlerindeki teleolojiye ilk kez öldürücü bir darbe indirdiğini” söylediği bu eser için, “bizim görüşümüzün doğa tarihine ilişkin temelini ortaya koyan kitap, bu kitaptır” diye yazmıştı Engels’e. Kuşkusuz her ikisi de Darwin’in eksiklerini, yanlışlarını ve kimi hususlarda tezlerinin hamlığını dile getirmekten geri durmamışlardı. Burada Engels’in Darwin’de önemli bir yer tutan “varolma savaşı”na ve özellikle de bu tezin insan toplumlarına uygulanmasına yönelik eleştirilerini hatırlatmakla yetinelim.[8]
Marx ve Engels sosyalizmi ütopyadan bilime dönüştürürken, materyalizmi de diyalektik bir yaklaşıma kavuşturmuşlardı. Şöyle diyordu Engels Anti-Dühring’in ikinci baskısına yazdığı önsözde:
“Alman idealist felsefesinden bilinçli diyalektiği doğanın ve tarihin materyalist anlayışına taşıyarak kurtaran, hemen hemen yalnızca Marx ve ben olduk. Fakat diyalektik ve aynı zamanda materyalist bir doğa anlayışı, matematikle ve doğabilimle tanışıklığı gerektirir. Marx, esaslı bir matematikçi idi, fakat doğabilimlerini ancak parça parça, kopuk, dağınık bir biçimde izleyebiliyorduk. Bu nedenle, ticari işlerden çekilip Londra’ya yerleşerek bunu yapabilecek zamanı kazandıktan sonra, olanaklar elverdiği ölçüde, matematik ve doğabilimlerinde, Liebig’in dediği gibi, tam bir «karınsa» («Mauserung»)[9] yaşadım ve sekiz yılın çok önemli bir bölümünü bunun için kullandım. İşte Bay Dühring’in sözümona doğa felsefesi ile uğraşmaya başladığımda, bu karınsa sürecinin tam ortasındaydım.”
Engels Anti-Dühring’e yoğunlaşması nedeniyle yarım bırakmak zorunda kaldığı büyük çalışmasına nihayet 1878’de geri dönebilmişti. Fizik, biyoloji, kimya, gökbilim, anatomi, fizyoloji, matematik gibi tüm bilim kolları üzerinde derinlemesine bir incelemeyi kapsayan bu çalışmayı, Doğanın Diyalektiği başlıklı bir kitaba dönüştürmeyi hedefliyordu. Doğanın Diyalektiği’nin giriş bölümünü 1873-76 döneminde yazmış, yazım planını da yine o dönemde tamamlamıştı. Ne var ki bu alandaki çalışmalarını ancak 1883’e kadar devam ettirebilecekti. Zira Marx’ın ölümünün ardından artan örgütsel sorumluluğu ve başta Kapital olmak üzere onun geride bıraktığı elyazmalarını yayına hazırlama görevi, daha fazlasına izin vermeyecekti. Engels’in ölümünün ardından, bu çalışmaya ait çok sayıda yazı ve notu derlediği dört kapsamlı dosya kalacaktı geriye. Ve bunlar ancak 1925’te Sovyetler Birliği’nde kitaplaştırılıp yayınlanacaktı.
Bilimin pek çok kolunda ayrıntılı incelemelerin ve değerlendirmelerin yer aldığı Doğanın Diyalektiği’nin asıl önemi, bilime ve bilim tarihine yaklaşımda diyalektik materyalizmin bir yöntem olarak çarpıcı bir şekilde uygulamaya konmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan Giriş bölümü özellikle dikkat çekicidir. Engels, Kilisenin insanların düşünceleri üzerindeki diktatörlüğünü yıkan Rönesansla birlikte bilim ve felsefe alanındaki sıçramalı gelişimin de önünün açıldığına dikkat çekerek başlamaktadır bu bölüme:
“Bu, o zamana kadar insanlığın geçirdiği en büyük ilerletici devrimdi; öyle bir dönem ki, devler istiyordu ve bu devleri yarattı – düşünce, tutku ve karakter gücünde, evrensellikte ve öğrenmede devler. (…) O sıralarda doğabilim de, genel bir devrimin içinde gelişmiş ve bilimin kendisi de devrimci bir bilim olmuştur; gerçekten bu bilim, kendi yaşama hakkını savaşım içinde kazanmak zorundaydı.”[10]
Ama bu dönem aynı zamanda kendine özgü bir genel görüşle belirlenmişti. Bu genel görüşün temel noktasını doğanın mutlak değişmezliği anlayışı oluşturuyordu. Buna göre tüm evren, başlangıçtaki gizemli bir “ilk itiş”le harekete geçmişti ve o zamandan beri de değişmeksizin aynı kalmıştı. Buna üzerindeki kıtalarla, dağlarla, nehirlerle, canlı türleriyle, iklimiyle vb. dünya da dâhildi:
“Doğadaki bütün değişiklikler, bütün gelişmeler görmezlikten geliniyordu. Başlangıçta onca devrimci olan doğabilim, birdenbire, kendini, bütün bütün tutucu hale gelmiş bir doğa karşısında buluverdi. (…) 18. yüzyılın ilk yarısında doğabilim, bilgide ve hatta eldeki malzemenin gözden geçirilmesinde eski Yunan’dan daha üstün bir düzeydeydi, ancak bu malzeme üzerindeki teorik yetkinlik, yani genel doğa görüşü bakımından eski Yunan’ın altında bulunuyordu. Yunan filozofları için, dünya, aslında kaostan çıkmış, gelişmiş ve yaşama ulaşmış bir şeydi. Ele aldığımız dönemin doğa bilginleri için ise, dünya, kemikleşmiş, değişmez bir şeydi ve bunların çoğuna göre de bir hamlede yaratılmıştı. Bilim, henüz tanrıbilimin ağı içindeydi.”
Engels bu taşlaşmış doğa görüşünde ilk gediğin bir doğabilimci tarafından değil, bir filozof tarafından, Kant tarafından açıldığını belirtir. 18. yüzyılın ortalarında yazdığı kitabında Kant, “ilk itiş” sorununu ortadan kaldırıyor, böylece dünya ve tüm güneş sistemi zaman içinde varlaşan bir şey olarak ortaya çıkıyordu. Şöyle diyordu Engels:
“Eğer doğa bilginlerinin büyük çoğunluğu, Newton’un ifade ettiği, «Fizik, metafizikten kendini koru!» uyarısı üzerinde düşünmekten biraz daha az tiksinselerdi, Kant’ın bu tek parlak buluşundan sonuçlar çıkarmaya yönelebilirlerdi ve böylece sonsuz sapmalardan ve yanlış yolda harcanmış büyük bir zaman ve emek kaybından kendilerini korurlardı. Çünkü Kant’ın buluşu, daha sonraki bütün ilerlemelerin hareket noktasını kapsamına almaktaydı. Eğer dünya varlaşmış bir şey ise, o takdirde dünyanın şimdiki yerbilimsel, coğrafi ve iklim durumu, aynı şekilde bitkileri ve hayvanları da varlaşmış bir şey olmak zorundaydı; onun yalnızca uzay içinde birarada oluşunun değil, aynı zamanda, zaman içinde sürekliliğinin de bir tarihi bulunmak zorundaydı. Eğer bir kez bu yönde daha ileri incelemelere kararlı olarak başlansaydı, şimdi doğabilim, olduğundan, dikkate değer ölçüde daha da ileri giderdi.”
Felsefi olarak ortaya konan varsayımların ilerleyen yıllarda bilimsel gelişmelerle doğrulandığını belirten Engels, Doğanın Diyalektiği’nde buna pek çok alandan örnekler vermektedir.
“BÖYLECE, Yunan felsefesinin büyük kurucularının görüş tarzına; en küçük unsurdan en büyüğüne, kum zerreciklerinden güneşlere, protistadan insana kadar, doğanın tümünün, öncesiz ve sonrasız yaşama geliş ve gidişte, kesintisiz bir akımda, bitmek bilmez bir hareket ve değişim içinde varlığa sahip olduğu görüşüne, bir kez daha dönmüş oluyoruz. Yalnızca temel bir fark var: Yunanlılarda parlak bir sezgi olan şey, bizim için, deneyle pekiştirilmiş kesin bir bilimsel araştırmanın sonucudur ve daha kesin, daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır.”
Engels’in dediği gibi, tek hücreli canlılardan omurgalı hayvanlara ve “doğanın kendi bilincine eriştiği” omurgalıya yani insana ilerleyen evrim de bu bilimsel araştırmaların sonucunda kesin ve açık bir şekilde ortaya konan olgulardan biridir.
İnsanla birlikte tarihe girildiğini söyleyen Engels, insanların dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini bizzat bilinçle yaptıklarını belirtir. Böylece umulmayan etkenlerin, denetlenmeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi o ölçüde azalmaya başlamıştır. Ancak bu etki hâlâ güçlü olduğundan, tasarlanmış amaçlarla varılan sonuçlar arasında çok büyük bir oransızlık bulunmaya devam etmektedir. Engels bunun üstesinden gelinmesinin gerek koşulunu şöyle dile getirmektedir:
“En gelişmiş sanayi ülkelerinde, doğa kuvvetlerini irademiz altına aldık ve insanların hizmetine verdik; böylece üretimi sınırsız olarak artırdık, öyle ki, bir çocuk, şimdi, eskiden yüz yetişkinin ürettiğinden fazla üretiyor. Sonuç ne oldu? Daima artan aşırı-çalışma ve yığınların gitgide daha fazla yoksulluğu ile her on yılda bir, büyük bir çöküntü. (…) Ancak üretimin ve dağıtımın planlı olduğu bilinçli bir toplumsal üretim düzeni, bizzat üretimin insanları yükselttiği gibi, onları, toplumsal açıdan, hayvanlar dünyasının üstüne yükseltebilir. Tarihsel evrim, böyle bir düzeni, her gün biraz daha zorunlu, biraz daha da olanaklı hale getiriyor. İnsanlığın ve onunla birlikte, bütün faaliyet kollarının, özellikle de doğabiliminin, daha önceki her şeyi koyu gölgeler içinde bırakacak bir gelişme göstereceği yeni bir tarihsel çağ onunla başlayacak.”
Engels’in evrenin oluşumuna dair metafizik tezleri eleştirirken sergilediği diyalektik materyalist bakış açısı da son derece öğreticidir. Bu tür tezlerin bugün hâlâ savunulabiliyor olması (örneğin “akıllı tasarım” ambalajıyla pazarlanan bildik yaratılışçılık), aslında felsefi idealizmin bilimin gelişiminin önünde devasa bir engel olarak durmaya devam ettiğini göstermektedir.
Diyalektik, Engels’in ifadesiyle, “doğanın, insan toplumunun ve düşünmenin genel hareket ve gelişme yasalarının bilimi”dir. Niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümü, karşıtların iç içe geçmesi, yadsımanın yadsınması, onun temel yasalarıdır. Hegel’in geliştirdiği bu yasalar, onda doğa ve tarihten çıkarılmayıp, düşünce yasaları olarak doğa ve tarihe zorla yamanmıştır. Bu nedenle de “evren ister istemez, kendisi ancak insan düşüncesinin evriminin belirli bir aşamasının ürünü olan bir düşünce sistemine uymak zorundadır. Olanı tersine çevirirsek, her şey pek basit bir görünüş alır, idealist felsefede son derece gizemli görünen diyalektik yasalar hemen basitleşir ve gün gibi açık olur”.
Modern doğabilim hareketin (yani enerjinin) yok olmazlık ilkesini de felsefeden devralmıştır. Kuşkusuz “maddenin hareketi, salt kaba mekanik hareket değildir, salt yer değiştirme değildir; ısı ve ışıktır, elektrik ve magnetik gerilimdir, kimyasal bileşim ve ayrışımdır, yaşamdır ve son olarak bilinçtir.”
Doğanın Diyalektiği’nin eğildiği önemli konulardan biri de insanın insanlaşmasında emeğin rolüdür. Engels’in dile getirdiği gibi, insanın varlığının temel koşulu olan emek, aynı zamanda onu bizzat yaratan şeydir de. Maymun atalarından farklılaşıp iki ayak üzerinde dik durmaya başlamasıyla birlikte elinin serbest kalması, insan için tarihsel bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. Burjuva bilim âlemine insanın evriminde beynin gelişmişliğini temel alan bir anlayış hâkimken, Engels diyalektik materyalist bir yaklaşımla, büyük beyni yaratan şeyin ne olduğunu şöyle ortaya koymaktadır:
“Binlerce yıllık savaşımdan sonra, el, ayaktan ayrıldı, sonunda dik yürüyüş sağlandı, insan maymundan farklı oldu, heceli konuşmanın gelişmesi ve beynin büyük gelişmesi için temel atıldı, ondan bu yana da insanlarla maymunlar arasındaki aşılmaz boşluk ortaya çıktı. Elin uzmanlaşması alet demektir, alet de özgül insan faaliyeti, insanın doğa üzerindeki dönüştürücü tepkisi; üretim demektir. Daha dar anlamda hayvanların da aletleri vardır, ama yalnızca bedenlerindeki organlar olarak: karınca, arı, kunduz; hayvanlar da üretirler, ama onların çevrelerindeki doğa üzerindeki üretici etkisi doğaya göre hiç derecesindedir. Yalnızca insan, bitkilerin ve hayvanların yerini değiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda oturduğu yerin görünüşünü, iklimini, hatta bitkileri ve hayvanları, faaliyetinin sonuçlarını ancak yeryuvarlağının tamamen yok olmasıyla ortadan silinebileceği biçimde değiştirerek, doğaya damgasını vurmayı başarmıştır.”[11]
Engels tarihsel materyalizm açısından da son derece önemli olan “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” başlıklı makalesinde bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. Elin ve emeğin gelişmesinin başta beyin ve ona bağlı duyuları olmak üzere organizmanın diğer bölümlerini de doğrudan etkilediğini belirtirken, bunun sadece biyolojik açıdan değil toplumsal açıdan da çok önemli sonuçlarının olduğunu vurgulamaktadır:
“(…) emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa faaliyet durumlarını çoğaltma, ve bu ortaklaşa faaliyetin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler. (…) Hayvanlarla bir karşılaştırma, dilin kaynağının, emek sürecinden ve emek süreci ile birlikte doğduğu açıklamasının, tek doğru açıklama olduğunu gösterir.” [12]
Etle beslenmenin yol açtığı iki yeni gelişmenin, yani ateşin kullanılması ve hayvanların evcilleştirilmesinin aynı zamanda insan için yeni kurtuluş araçları da yarattığını belirten Engels, bu makalede insanın toplumsal evrimini de özetlemektedir. Öte yandan insanın doğada değişiklikler meydana getirip onu amaçlarına yarar duruma sokması ve böylelikle ona egemen olması, onun öteki hayvanlardan temel farkı olarak ortaya konmuştur. Ne var ki bu egemenliğin yıkıcı sonuçlarına da değinilmeden geçilmemiştir:
“Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna zemin hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alpler’deki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayiinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.”[13]
Bu önemli satırlar, benzer nitelikte başkaları gibi, günümüzde önemli bir güç kazanmış olan çevreci hareketin ürettiği ve sosyalist hareketin kimi kesimlerinin çabucak etkisinde kaldığı bir fikrin de kof bir efsaneden ibaret olduğunu göstermektedir. Bu efsaneye göre, üretici güçlerin gelişimine tek yanlı biçimde vurgu yapan Marksizm bu sürecin özellikle kapitalizm altında yarattığı yıkıcı sonuçları öngöremez, açıklayamaz ve hatta bu sorunların sorumluluğunu taşır. Bilinçli biçimde Marksizmi karalamaya dönük değilse açıkça cehalet ürünü olan bu yaklaşım, onu yetersiz ve hatta suçlu göstermek suretiyle işçi sınıfı hareketini ve ona katılan aydınları Marksizmden uzaklaştırma, ondan soğutma amacına hizmet etmektedir.
Doğanın Diyalektiği, burada yer veremeyeceğimiz kadar geniş bir konu çeşitliliğine sahiptir ve Engels her bir konuda çok önemli tespitlerde bulunmaktadır. Fakat başta da belirttiğimiz gibi, Marx’ın vakitsiz ölümü nedeniyle tamamlanamamış bir eser olarak kalmıştır. Buna rağmen, doğabilimlerinin tüm alanlarında ele aldığı, yorumladığı ve çözümlediği konular ve sorunlarda dayandığı diyalektik materyalist yaklaşımla 21. yüzyılda da bilimcilere doğru bir kılavuz sunmaya devam etmektedir.
(devam edecek)
[1] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2 (17-18 Eylül 1879 tarihli mektup), s.118
[2] Engels, “The Anti-Socialist Law in Germany”, Collected Works, c.24, s.251
[3] Engels, Tarihte Zorun Rolü, Sol Yay., 1974, s.70
[4] Elif Çağlı, Reformizm Üzerine, marksist.com
[5] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2 (12 Mart 1881 tarihli mektup), s.141-42
[6] Marx-Engels-Lenin, Sendikalar Üzerine, Bilim Yay., 1975, s.109-121
[7] Marx-Engels Anıları, Evrensel Yay., s.365
[8] Bu konuda Lavrov’a yazdığı 12 Kasım 1875 tarihli mektuba (Seçme Yazışmalar, c.2, s.93-96) bakılabilir.
[9] Kuşların tüy değiştirme zamanı.
[10] Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yay., 5. bsk., s.32-33
[11] Engels, age, s.45
[12] Engels, age, s.189
[13] Engels, age, s.196-97
link: İlkay Meriç, Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /9, 24 Haziran 2021, https://marksist.net/node/7385