Stalin’in marifetiyle biçimlenmeye başlayan “tek ülkede sosyalizm” teorisi, Komintern’in 1928 yılında toplanan Altıncı Kongresince kabul edilen programa da damgasını bastı. Lenin’in otoritesi altında söylediklerini daha sonra bir bir geri alan Stalin, Kongre öncesinde Buharin’e tek ülkede sosyalizmin savunusu doğrultusunda bir program taslağı hazırlatmıştı. Taslakta, kapitalizmin mutlak bir yasası olan ekonomik ve siyasal gelişim eşitsizliğinin emperyalizm döneminde daha da şiddetlendiği belirtilmekte ve takiben şöyle denilmekteydi: “Bu nedenle, uluslararası proletarya devrimi, aynı zamanda her yerde birden gerçekleşecek tek bir eylem olarak görülmemelidir. Bu nedenle sosyalizmin zaferi, ilkin az sayıda hatta bir tek kapitalist ülkede mümkündür.” (III. Enternasyonal - Belgeler, Belge Yay., Ekim 1979, s.150)
Açıktır ki Stalinizm, proleter devrimin siyasal ve toplumsal boyutlarının içerik ve anlamı konusunda bilinçli olarak tam bir zihin karmaşası yaratmıştır. Siyasal devrimin tek ülkede gerçekleşme olasılığı ikna edici bir unsur olarak kullanılarak, sosyalizmin tek ülkede muzaffer olabileceği yalanı inandırıcı kılınmaya çalışılmıştır. Bunun anlamı, işçi sınıfı devriminin toplumsal bir devrim olarak asla ulusal arenada tamamlanamayacağı gerçeğinin fütursuzca inkâr edilmesidir. Stalinizmin egemenliğinin tesisi ile birlikte Komintern de devrimci özünü yitirmiş ve bürokrasinin komünistler üzerindeki baskı aracına dönüşmüştür. Komintern programı ve içerdiği tek ülkede sosyalizm anlayışı, egemen bürokrasi tarafından dünya komünist hareketine resmen dikte ettirilecektir. O gün bugündür tek ülkede sosyalizm konusu, aşamalı devrim anlayışının yanı sıra Stalinist çizginin belirleyici unsurları arasına katılmış ve resmi komünist çizgiye bağlanan (ya da ondan kopamayan) kuşaklar tarafından inatla savunulmuştur.
Ancak bürokrasinin “sosyalizm” konusundaki tahrifatı yukarıda belirttiğimiz noktada da durmamış, 1936 yılına gelindiğinde Stalin, Sovyetler Birliği’nde sosyalist düzenin artık tamamen gerçekleştiğini açıklamıştır. 1939 yılında toplanan 18. Parti Konferansında ise, Stalin bu kez “komünizme ilerliyoruz” palavrasını savurur. Kruşçev, bürokrasinin büyük şefinin açtığı yoldan “ilerlemeyi” sürdürecek ve resmi KP’lerin 1960 yılında Moskova’da gerçekleşen bir toplantısında, “Sovyetler Birliği’nin komünist toplumun genelleşmiş inşasını başarıyla gerçekleştirdiğini” ilan edecektir. Stalinizmin devrimci Marksizmin katli anlamına geldiğinin bundan daha çarpıcı kanıtı olabilir mi?
İkinci Enternasyonal sosyalizminin yansıması
Stalinist “tek ülkede sosyalizm” teorisi, gerici ve ütopik bir anlayışın ifadesidir. Gericidir, zira sosyalizmin maddi zeminini döşeyen faktör ulusal kalkınma değil, kapitalizmin uluslararası gelişimidir. Tek ülkede sosyalizm anlayışı ise evrenselleşmenin karşısına ulusalcılığı dikmektedir. Ütopiktir, çünkü tek ülkede sosyalizmin gerçekleşmesi fiilen olanaksızdır. Tek ülkede sosyalizm sözde teorisi ve iddiası, Stalin’in Marksizme bir katkısı değil Marksizmin Stalin tarafından açıkça inkârıdır. Ve nihayet bütün bu nedenlerle bu “teori” ve “iddia” işçi sınıfının devrimci çıkarlarına tamamen aykırıdır. Tekrar pahasına bir kez daha altını çizelim. İktidarın proletaryanın eline geçmesi devrimi tamamlamaz, sadece onu başlatır. Sosyalist inşa, ancak devrimin ulusal ve uluslararası ölçekte sürekliliği temelinde yol alabilir.
Stalinizmin egemenliğini yansıtan “tek ülkede sosyalizm”in (ya da bir zamanlar ünlenen deyişle reel sosyalizmin), sınıfsız toplumun ilk evresi anlamına gelen sosyalizmden tamamen farklı bir olguya işaret ettiği yeterince açık olsa gerek. Stalin ve onun izinden gidenler tarafından savunulan bu sınıflı ve devletli “sosyalizm”, aslında daha İkinci Enternasyonal zamanında üretilen çarpıtılmış ve iğdiş edilmiş bir sosyalizm anlayışının yansımasından ibarettir. Stalinist egemenlik düşünsel dayanaklarını Marksizmde değil, Marx’ın eleştirdiği Lasalcı küçük-burjuva sosyalizminde bulmuştur ve bu durumun aslında anlaşılır bir yanı da vardır. Zira bürokratik diktatörlüğün varlığıyla uyumlu “sosyalizm” ancak bu olabilir ve Stalinizmin sosyalizm teorisi de zaten bu uyumun bir ifadesidir. Bürokratik diktatörlük böylece, devlet mülkiyeti ve bürokratik planlamadan ibaret bir gerçekliği, yani kendi egemenliğinin koşullarını topluma yaşayan sosyalizm diye sunmanın yolunu bulmuştur.
Bürokrasinin egemenliği altında devletin hiç de sönmeye yüz tutmadığı, tersine daha da güçlendiği bir “sosyalizm” maskaralığının üzeri, küçük-burjuvanın kulağına pek hoş gelen o meşhur “özgür halk devleti” yalanı ile cilâlanacaktır. Nitekim Sovyetler Birliği’nde 1936 Anayasası ile bir yandan sosyalizmin zaferi ilan edilirken, öte yandan bürokrasi “özgür halk devleti” propagandasına dört elle sarılır. Bu durum, bürokratik diktatörlüğün kendi despotik devletini “sevimli” göstermek üzere başvurduğu bir sahtekârlıktan öte bir şey değildir.
Unutulmasın ki, bir zamanlar Alman sosyal demokrasisi içindeki küçük-burjuva sosyalizminin alâmet-i farikası olan devletçi sosyalizm anlayışı da kendisini “özgür halk devleti” esprisiyle ifade etmiştir. Marx tarafından eleştirilen Lassalle’ın sosyalizm anlayışı, küçük-burjuva solun ulusalcı ve devletçi zihniyetini yansıtmıştır. Keza Alman sosyal demokrasisinin ünlü teorisyenlerinden Vollmar, ulusal ölçekte devlet mülkiyeti ve planlama üzerinde yükselen sosyalizm açılımıyla, tek ülkede sosyalizm teorisinin zeminini döşemiştir. Sosyalizm konusunda Marksist kavrayışa açıkça karşı çıkan Vollmar, “Yalıtık Sosyalist Devlet” adlı makalesinde şöyle demektedir: “İnanıyorum –ve aşağıdaki sayfalarda kanıtlamaya çalışacağım– ki, sosyalizmin nihai zaferi tarihsel olarak öncelikle tek devlette daha muhtemel olmakla kalmayıp, yalıtık sosyalist devletin varlığı ve refahı yolunda hiçbir engel bulunmamaktadır.” (Aktaran Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.42)
Günümüzde de benzerlerini çeşitli sosyalist örgüt ve çevreler arasında çokça bulabileceğimiz bu siyasi anlayış, kapitalist çağın üretici güçleri ulaştırdığı boyutları ısrarla görmezden gelmeye çalışmakta, küreselleşme olgusunu yalnızca burjuvazinin ideolojik propagandası addetmekte, evrensel gelişmenin karşısına ulusalcılığı dikmektedir. Oysa biliyoruz ki, bu tür anlayışlar ve bu temelde oluşmuş ulusalcı siyasetler, uzun yıllar önce bizzat Marksizmin kurucuları tarafından mahkûm edilmiştir.
Marx ve Engels, Fransız sosyalist hareketi içinde baş veren küçük-burjuva sosyalizm anlayışına karşı yürüttükleri ideolojik kavgada, proleter devrimin ulus-ötesi karakterine ciddi biçimde dikkat çekmişlerdi. Fransa örneği vesilesiyle proleter devrimin özelliğine değinirken, Marx, devrimin Fransa’da başlayabileceğini fakat sorunun yalnızca Fransa içinde çözümlenemeyeceğini, yani devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanamayacağını belirtmişti. İşçi sınıfının Fransa’da siyasal iktidarı ele geçirerek devrimi başlatması mümkündü, ancak toplumsal devrimin başarısı onun diğer ülkelere yayılmasına bağlıydı. Bu nedenle şu değerlendirmeyi yapıyordu Marx: “Yeni Fransız Devrimi, derhal ulusal alandan ayrılmak ve 19. yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek zorunda olacaktır. (Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.1, Aralık 1976, s.276) Marx’ın 19. yüzyılın koşulları nedeniyle Avrupa olarak vurguladığı bu alan, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte giderek dünya düzeyine yükselmiştir.
Ulus-devletin sınırları içinde tamamlanan burjuva devrimlerden farklı olarak, proleter devrim her yönüyle uluslararası bir içeriğe sahiptir. Evrensel-tarihsel eğilimi itibarıyla ulusal sınırları aşarak çeşitli ülkeleri tek bir dünya pazarının ortak potasına akıtan kapitalizm, bu ülkeleri uluslararası işbölümü ve eşitsizlik ilişkileri temelinde karşılıklı bağımlılık içine sokmuştur. Fakat bu iktisadi birlik eğilimi, kapitalizmin bunalımlarını ve rekabet gerçeğini ortadan kaldırmamıştır, kaldıramaz da. Bu nedenle, ulusal sınırların ve çekişmelerin yok olduğu, siyasal açıdan bütünleşmiş bir Avrupa (ya da benzeri bölgesel birlikler) kapitalizm altında liberal bir düşten öteye geçememektedir. Avrupa’da olsun veya dünyada olsun, çeşitli halkların barış içinde yaşayabileceği ve iktisaden hep birlikte gelişebileceği bir birliği gerçekleştirme olanağına yalnızca dünya proleter devrimi sahiptir. Kapitalist gelişme dünya üzerinde sosyalizmin maddi önkoşullarını yaratmıştır. Ne var ki, üretici güçlerin önüne bir engel olarak dikilen özel mülkiyet zincirlerini ve gerici ulusal sınırları yalnızca dünya devrimi paramparça edebilir. Bu gelişme, insanlığın kendi gerçek tarihini yaşayacağı birleşmiş özgür bir dünyayı yaratacaktır.
Devrimci Marksizme sahip çıkan Troçki
Stalinist egemenlik yalıtılmış Rusya’nın tek başına sosyalizmi kuracağını söylemekle, her adımda Marksizmin inkârına dayanan bir dönemi başlatmış oluyordu. Kapitalizmle bile çelişen, kendine yeterli, kapalı, otarşik bir ulusal düzen fikrinin, kapitalist dünya sistemini haydi haydi aşacak bir evrensellik düzeyini gerektiren sosyalizm hedefiyle bağdaşması hiçbir şekilde mümkün değildi.
Marx ve Engels’ten başlayarak Lenin dahil tüm devrimci önderlerin titizlikle savunageldiği dünya devrimi fikrine sahip çıkmayı sürdüren devrimci önder Troçki oldu. Troçki’nin başını çektiği devrimci muhalefetin (Sol Muhalefet) yükselttiği dünya işçi devrimi ve sürekli devrim inancı, Stalinist egemenlik tarafından “maceracılık”, “Sovyet düşmanlığı” sıfatlarıyla lanetlendi. Böylece, uluslararası statükonun koruyucu önderi olarak Stalin Batılı kapitalistlere göz kırpıyor ve gönderdiği işaret de karşı tarafça alınıyordu. Dünya burjuvazisi, dünya devrimine inanan “maceracılar”a karşı statükocu bürokrasiyi yeğlemekte kendi çıkarları açısından yarar umacaktı. Kendi ulus-devletini koruma güdüsüyle biçimlenen egemen bürokrasi içinse, dünya kapitalizmiyle “barış içinde birlikte yaşamak”tan ve dünya devriminin ilerleyişini durdurma pahasına işine gelen bir uluslararası dengeyi korumaktan daha doğal ne olabilirdi?
Bürokrasinin önderi Stalin proletaryanın uluslararası devrimci hedeflerinin karşısına ulusal egoizmi dikerken, Troçki ise ulusal sosyalizmin imkânsızlığı ve Sovyet rejimini bekleyen tehlikeler üzerine çok özlü açılımlar getirmekteydi. “Proleter devriminin, Sovyetler Birliği deneyiminin de gösterdiği gibi uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde, ulaşılan başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik durumunun devam etmesi halinde proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur. Buradan tek kurtuluş yolu, gelişmiş ülkelerin proletaryalarının iktidarı ellerine geçirmesidir. Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası zincirin yalnızca bir parçasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur.” (Troçki, Sürekli Devrim, Köz Yay., Kasım 1976, s.16)
Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı anlamına geldiğine dikkat çekiyordu Troçki. Sovyet ekonomisinin izolasyonu bir üstünlük değil, aksine ekonomik işleyiş açısından uzun vadede yıkıcı bir tehditti. Kapitalizmin dünya ekonomisi çağında, “sosyalist” Sovyetler Birliği kapitalizmin restorasyonu tehlikesiyle yüz yüze bulunmaktaydı. Nitekim yakın tarihlerde cereyan eden olaylar, Stalin’in veya Stalinistlerin içi boş “komünizm” böbürlenmelerini yerle bir ederken, Troçki’nin 1936 yılındaki tahminini doğruladı. “Sovyetler Birliği kapitalizm ile çevrelenmeye ne kadar devam ederse, toplumsal dokunun dejenerasyonu da o kadar ilerler. Uzatılmış bir tecrit dönemi, kaçınılmaz olarak, ulusal komünizmle değil, kapitalizmin restorasyonu ile bitecektir.” (Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Köz Yay., Mayıs 1980, s.240)
Nihayet tek ülkede sosyalizm (veya genel anlamda komünizm) iddiası karşısında hatırlanması gereken en önemli husus, Stalinist diktatörlükler altında yaşanmış olan sözde sosyalizmin, Marksizmin önderlerinin dahiyane öngörüsünü doğrulamaktan başka bir kapıya çıkmadığıdır. “Üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik yaşantısının, yerel hayat planı üzerinde değil de dünya tarihi planı üzerinde cereyan etmesini içeren gelişmesi) katiyen vazgeçilemez, önce yerine gelmesi gereken pratik bir koşuldur, çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için mücadele yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.… Bu koşul olmadığı takdirde:1. komünizm ancak yerel bir görüngü olarak var olabilir; 2. bizzat insan ilişkilerinin güçleri, evrensel, bu yüzden de katlanılmaz olan güçler olarak gelişemezler, yerel batıl inançlardan doğan ‘koşullar’ olarak kalırlar; ve 3. değişimlerin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırır. Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların ‘ani’ ve ‘aynı zamanda’ meydana gelen hareketi olarak mümkündür, bu da gene üretici gücün evrensel gelişmesini ve komünizme sıkı sıkıya bağlı dünya çapında değişimleri varsayar.” (Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.1, s.42)
Yaratılan büyük tahribat
Stalinist ideoloji, tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı bir yana, aslında tek ülkede işçi iktidarıyla bile en ufak bir ilgisi bulunmayan bir siyasal gerçekliğin ifadesidir. Vaktiyle Stalin, Sovyet işçi iktidarının içten yürüyen bürokratik karşı devrimle yıkılması neticesinde egemenlik koltuğuna kurulmuş ve bürokratik rejimi dünyaya “sosyalizm” diye lanse etmişti. Stalinizmin yaratığı bu “tek ülkede sosyalizm” fenomeni tek kalmayacak ve zamanla benzerleri de türeyecekti. Böylece, çeşitli Doğu Avrupa ülkeleri, Çin, Küba, Vietnam gibi örneklerle sayıları artan bürokratik rejimler temelinde bir “sosyalist blok” hasıl oldu. Bu ülkelerde kendilerini işçi-emekçi iktidarı diye tanıtan, gerçekte ise devletli bir sınıf olarak egemenlik sürdüren yönetici bürokrasiler, oluşturdukları modern despotik diktatörlükleri uzun yıllar boyunca sosyalizm diye yutturmayı başardılar.
Bu gelişmelerle birlikte “tek ülkede sosyalizm” konusu da, tarihin önemli bir kesitine damgasını basan somut bir olgu katına yükselmişti. İşçi sınıfı ve birbiri ardı sıra gelen kim bilir kaç devrimci kuşak böyle bir dünyaya gözünü açtı, bu “sosyalist” gerçekliğin altında yaşadı veya sosyalizm diye bunu gördü, bunu belledi. Böylece dünya komünist hareketinde Marksizmin yerini Stalinizm alırken, gerçek sosyalist toplum kavrayışı da yerini “tek ülkede sosyalizm”lere terk ediyordu. Bu temelde 20. yüzyılın önemli bir bölümüne, Rusya’nın büyük ve ezen ulus “sosyalizmi”, Çin’in köylü “sosyalizmi”, Yugoslavya’nın piyasa “sosyalizmi”, Küba’nın devlet “sosyalizmi” ve hatta Kamboçya’da Pol Pot’un emekçi kitleleri kırıp geçiren cinsten “sosyalizmi” şeklinde tasvir edebileceğimiz bir büyük rezalet damgasını basacaktı. Bu tablo karşısında devrimci Marksistlerin yüreği yanar ve ecelleri fiilen bu “sosyalist” bürokrasilerin eliyle gelirken, gündelik yaşamın hay huyu içinde sürüklenen işçi-emekçi kitlelerin ise sosyalizme dair kavrayışları bulandı. Umutları sararıp soldu.
Çeşitli vesilelerle vurguladığımız gibi, tarihten ders çıkartırken muradımız tüm günahları şu ya da bu kişinin sırtına yükleyerek işin içinden sıyrılmak değildir. Kuşkusuz ki devrimci Marksistlerin sorunu, bir kişi olarak Stalin’le uğraşmaktan ibaret olamaz. Fakat dilerseniz bir başka kavramla adlandırın, Stalinizm dediğimiz ideoloji ve tarihsel gerçeklik, dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesinin, Marksist düşüncenin, insanlığın güzelim sosyalizm sevdasının sırtına saplanmış kalleş bir hançerdir. Bakın, alınan yaralar hâlâ iyileşmedi. Devrimci işçi hareketi uzun yıllar boyunca bir yandan burjuva düzenin, diğer yandan bürokratik rejimlerin salvo ateşleri altında güçsüz düştü. Burjuva düzenin işçi sınıfına gül yağdırmayacağı bilinen bir gerçekti, ama kendini işçi sınıfının yoldaşı ve komünist diye satan bürokratların yarattığı tahribat çok ama çok daha büyük oldu. Bu tahribat, bürokratik rejimlerin “yaşayan sosyalizm” kılığına büründüğü yıllar boyunca birikimli olarak gerçekleşti. Ve sonunda bu rejimler tarih sahnesini terk ederlerken de, artlarında kendilerine inanmış olanların çöküntüsünden oluşan koskoca bir enkaz yığını bırakarak çekip gittiler.
Günümüzde Marksizmin ve sosyalizm inancının yeniden güç kazanabilmesi için, taze kana ve boşa geçirilmeyen, tam anlamıyla devrimci sabırla, emekle inşa edilecek yeni bir mücadele hattına ihtiyaç var. Devrimci Marksizm kof hayaller değil, bilimsel temeller üzerinde yükselen tarihsel iyimserlik demektir. Ama yalnızca tarihsel iyimserliğe sahip olmak ve devrimci mücadelenin yeniden atılıma geçeceğine inanmak da yetmiyor. Bunun yanı sıra, işçi sınıfının devrimci potansiyeline ve Marksizme içten ve derinden inanan kişilere düşen bir büyük görev var. Sağlam ideolojik temellerde örgütlenmek ve diyelim günümüzde Küba örneğinde olduğu gibi, bürokratik bir rejimin “yaşayan sosyalizm”in son kalesi diye yutturulması şeklindeki oyunlara iştirak etmemek gerekiyor. Yoksa tarih yine affetmez! Sosyalizm umudunun bürokratik rejimlerin varlığına bağlanmasının işçi mücadelesinde açtığı yaraların ne denli derin olduğu Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte kavranamadı mı? Daha ne kanıt isteniyor? Bu kez de bir başka sarsıcı olay, Küba’nın çöküşü mü bekleniyor?
Tarih keyfi tercihlerle ilerlemiyor
Tek ülkede sosyalizm bahsi, siyasi çevrelerin kendi eğilimlerine göre olumlu ya da olumsuz tarzda yaklaşacakları iradi bir tercih konusu değildir. Onun olanaksızlığı, nesnel gerçekliğe ve tarihsel koşulların ürünü olan gelişmelere bağlıdır. İnsan toplulukları kendi tarihlerini kendi keyiflerine göre değil, kendilerini içinde buldukları verili koşullara göre yaparlar. Bir toplumsal düzenin son bulmasının ve yerini bir başka toplumsal düzenin almasının yine verili koşullar tarafından belirlenen kuralları vardır. Marksizmin tarih anlayışı, somut koşulların çözümlenmesine, yaşamın içinde bizzat hükmünü icra edecek olan kuralların kavranmasına dayanır. Tarihsel materyalizm dediğimiz bu tarih anlayışı tamamen bilimsel temeller üzerinde yükselir. Onun, henüz yaşanmamış bir tarih dilimine önceden kalıp çıkarmaya teşebbüs etmek gibi saçma ve kurgusal yaklaşımlarla hiçbir ilişkisi yoktur.
Tarihin materyalist kavranışı, dünya üzerinde yaşanmış olan çeşitli toplumsal düzenlerin içsel özelliklerini anlamamızı, bunların birbirlerinden farkını görebilmemizi ve içerdikleri gelişme dinamiklerinin neler olduğunu değerlendirebilmemizi sağlıyor. Biliniyor ki, dünya üzerinden gelip geçen farklı toplumsal düzenler farklı üretim tarzlarına dayanmıştır. İnsan toplulukları bir zamanlar sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal düzen (ilkel komünal toplum) içinde yaşamış, daha sonra ise tarih sahnesine sınıflı toplumlar çıkmıştır. Tarihin Doğu tipi gelişme çizgisine asyatik üretim tarzı damgasını basarken, Batı tipi gelişme çizgisi boyunca, köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzları yaşanmıştır. Nihayetinde kapitalist üretim tarzı Doğuda ve Batıda tüm eski üretim ilişkilerini tasfiye etmeye koyularak, dünya üzerinde egemenliğini ilan etmiştir.
Kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelerek, vaktiyle farklı üretim tarzlarına sahip tüm ülkeleri eşitsizlik temelinde organik bir bütünlüğe ulaştırması, insanlığı fevkâlade önemli bir dönemeç noktasına getirmiş bulunmaktadır. Zira kapitalist üretim tarzına dek başka hiçbir üretim tarzı, insanlığın önüne, sınıflı toplum düzeninin hem de dünyasal ölçekte aşılabilmesi fırsatını çıkarabilmiş değildir. İnsanlık tarihi içinde erişilmiş bulunan bugünkü gelişme düzeyi ise, nesnel olarak, sınıflı toplumlar döneminin sonu ve sınıfsız toplum döneminin eşiği anlamına geliyor. Kuşkusuz bu olanağı gerçekliğe dönüştürecek olan, ancak ve ancak işçi sınıfının bilinçli devrimci eylemi olabilir.
Asyatik, köleci, feodal üretim tarzlarının hiçbiri, insan topluluklarının dünyasal birliğini ve ortak tarihini yaratmaya muktedir olamadı. Bunların her biri bir başka sınıflı toplum düzenine yerini terk ederek göçüp gitti. Dünya genelinde düşünüldüğünde, farklı üretim tarzlarının birbirinin yerini alışı hiç de eş zamanlı ve aynı sırayı izleyen biçimde gerçekleşmedi. Toplumların tarihsel evrim çizgisini böyle yanlış bir şekilde tasavvur etmenin gerçeklikle veya Marksist tarih anlayışıyla uzak yakın bir ilişkisi yoktur.
Dünyayı bir bütün olarak sınıfsız toplum düzeninin eşiğine getiren kapitalist üretim tarzı ise, toplumsal devrimin karakteri ve ona önderlik edecek sınıf bakımından, tarihin daha önceki halkalarında asla mümkün olmayan bir değişim fırsatı yaratmış bulunuyor. Kapitalizmden önce gelen sınıflı toplumlarda eski egemen sınıf, yeni üretim ilişkileri temelinde yükselen bir başka egemen sınıf tarafından devriliyor ve bu değişim neticesinde bir başka sınıflı toplum düzeni kuruluyordu. Bu tür bir değişime eşlik eden hiçbir toplumsal devrim, sınıflı toplum düzenine son vermemiş, dünya ölçeğinde süreklilik kazanmamış ve evrensel bir nitelik taşımamıştır. Öte yandan bu nitelikteki toplumsal devrimlerin tümünde, emekçi kitleler son tahlilde yükselen egemen sınıfa yardımcı olmaktan öte bir rol oynamamışlardır. O nedenle, kendilerini bir egemen sınıfın elinden kurtarsalar bile bir başka egemen sınıfın iktidarı altında bulmuşlardır. Oysa kapitalist düzene son verecek olan sosyalist devrim, tüm bu açılardan bambaşka bir nitelik taşımaktadır. Bu tarihsel farklılığın temelinde, yine kapitalist üretim tarzı altında gerçekleşen nesnel bir değişim yatıyor.
Bu değişimin niteliği üzerinde kısaca duralım. Eski üretim ilişkilerini tasfiye ederek yol alan kapitalist gelişme, böylece, geçmiş dönemlerin egemen devletli sınıflarını, egemen toprak beylerini ortadan kaldırmış ve tüm egemenlik kaynaklarını kapitalistleştirmiştir. Kapitalizm altında egemen unsurlar, tek bir burjuva sınıf içinde farklı kesimler halinde bütünleşmişlerdir. Kapitalist üretim tarzı, geçmiş toplumlarda tanık olunduğu gibi, kendi içinden yeni üretim ilişkileri temelinde bir başka sömürücü egemen sınıf çıkartmaya muktedir değildir. İşte bu nedenle kapitalizm, sınıflı toplumlar tarihinin son halkasıdır. (Ekim Devrimi sonrasında yaşandığı üzere, işçi iktidarını yıkarak veya onun adına iktidara gelerek egemen olan bürokrasinin kurduğu sınıflı-sömürülü toplumlar bu kuralı bozmuş değildir. Zira bu gibi kendine özgü geçici toplumsal biçimlenmeler, son tahlilde kapitalizm karşısında yıkılmaya yazgılı olan ve neticede kuralı doğrulayan tarihsel anomalilerdir.)
O yüzden bugün tüm insanlığın önünde, ya bu kahrolası kapitalist toplum düzeni altında bir yok oluşa sürüklenmek ya da onu aşarak, dünya ölçeğinde sınıfsız, sömürüsüz toplum düzenine ulaşmak dışında hiçbir başka seçenek yer almıyor. Tek tanrılı dinlerin uzun yıllar boyunca emekçi kitlelerin beynine kazımış olduğu cennet-cehennem ikilemi aslında bu biçimiyle, bu yaşamda ve bu dünyada karşımızda duruyor. Yeryüzünü bir cennete çevirmek elimizdedir, bunun için ayaklarımızın altına döşenmiş nesnel bir temel de bulunmaktadır; ama fırsatlar asla kendiliğinden gerçekliğe dönüşmeyecektir.
Sınıflı toplumların son halkası kapitalizm, nihayet insanın insanı sömürmesine son verecek ve sınıfların, egemenlik müessesesinin, devletin sönümlenmesini sağlayacak mucizevi bir sınıfı doğurup büyütmüş bulunuyor. Yaşlanıp çürümeye yüz tutan ve can çekişen kapitalizm, kendi eseri olan bu sınıfın eliyle gelecek olan ölümünü geciktirmek için ne denli çırpınsa da, işçi sınıfını daha da büyütmekten ve onun yüreğini iğrenç kâr düzeninin kötülüklerine karşı isyan duygusuyla doldurmaktan kaçamaz. İnsanlığı yok oluş uçurumuna sürükleyen kapitalist düzene son verebilecek yegâne sınıf olan işçi sınıfı, derinlerde yatan sınıf kinini, kapitalizme öfkesini fiilen devrimci güce dönüştürecek bir örgütlenme ve mücadele ihtiyacı içindedir.
Günümüzün temel sorunu budur. Devrimin öznel faktörlerinin (devrimci bilinç ve devrimci örgütlülük düzeyi) yetersizliği nedeniyle doğmuş olan büyük boşluğu, bir başka toplumsal dinamiğin (örneğin çevreci hareket, kadın hareketi, dünya sosyal forumu gibi organizasyonların ya da radikal İslamcı hareketlerin vb.) doldurabileceği düşüncesi tehlikeli bir düştür. Evet bu bir düştür, çünkü bunların hiçbiri kapitalizme son vermek bakımından işçi sınıfının sahip olduğu devrimci potansiyele sahip değildir. Bu düşünce tehlikelidir de. Zira yok oluşun kıyısına sürüklenmiş bulunan insan türünü kurtarabilecek yegâne fırsat olan sosyalist dünya devriminin gerçekleşme koşullarının olgunlaştırılması görevini gölgelemektedir.
Yukarda kısaca değinmeye çalıştığımız hususların işaret ettiği sonucu özetleyelim. İnsanlığın kapitalizmin yarattığı katlanılmaz felâketlerden kurtulabilmesi ancak sosyalist devrim sayesinde mümkün olacaktır. Bu devrimi gerçekleştirebilecek yegâne sınıf işçi sınıfıdır. Kapitalist dünya sistemine son verecek toplumsal devrim, ancak dünya ölçeğine yayıldığı takdirde başarılı olabilir. İşçi sınıfının yerküremiz üzerinde sömürücü sınıf egemenliğine son verecek siyasal iktidarının kurulması, sosyalizme geçişin olmazsa olmaz koşuludur. Üretici güçlerin gelişimini ve üretim sürecinin niteliğini yerel ya da bölgesel olmaktan çıkartıp dünyasallaştıran kapitalist üretim tarzını aşacak yeni bir toplumsal düzen, ancak işçi sınıfının dünya ölçeğindeki devrimci atılımı temelinde kurulabilir. Tüm bu nedenlerle, şu ya da bu siyasal eğilimin arzu ya da iradesinden bağımsız olarak, işçi devrimi sürekli bir devrim, bir dünya devrimi niteliği taşır. Ve tartışma konumuz temelinde vurgulayacak olursak, tek ülkede sosyalizm diye bir şey olamaz. Bu sonuçlar Stalinistlerin iddia ettiği üzere Troçkizmin kurgusal çıkarsamaları olmayıp, tarihsel gidişatı derinliğine ve bütünselliğine kavrayan devrimci Marksizmin dile getirdiği gerçeklerdir.
Sosyalizm bir düş değil
Stalinizmin egemenliği altında dünya komünist hareketinin perspektifi, Sovyetler Birliği’nin istikrarının korunmasına indirgenmişti. Hem de dünya devriminin ilerleyişinin durdurulması pahasına! Aslında korunmaya çalışılan, sovyet işçi iktidarını tasfiye etmiş bulunan bürokratik bir rejimdi. Fakat kuşkusuz minareyi çalan kılıfını da hazırlayacaktı. Dolayısıyla bu gerçekliği gözlerden gizleyecek çeşitli gerekçeler icat edilip, bunlar teorize edildi. Böylece, resmi komünist hareketin peşinden sürüklenenler “yaşayan sosyalizmi” koruma adına çeşitli tahrifatları kabullendiler. Günümüzde resmi komünist hareketin temelleri çökmüş olsa da, Stalinist sol anlayışlar varlıklarını sürdürüyorlar. Merkezci akımlara gelince, bunlar Stalinizmin bazı yönlerini eleştirir gibi görünseler bile aslında bütünü irdelemekten uzak duruyorlar.
Demokrasi denildiğinde işçi iktidarını değil de, bu iktidar hedefinin önüne dikilen ve burjuvaziyle ittifaklara dayanan halk cephesi, ileri demokrasi tarzında aşamaları anlayan Stalinist geleneğin devrim perspektifi de tamamen sakattır. Aşamalı devrim anlayışı ve sınıf uzlaşmacılığı, 1917 Ekim Devrimine öncülük eden Bolşeviklerin tarihsel geleneğinden kopuşu simgeleyen en önemli kanıtlardır. Stalinist bürokrasilerin kendi egemenliklerini ve kendi çıkarlarını yansıtan bürokratik rejimleri sosyalizm diye yutturmaları, aslında işçi sınıfını kurtuluşa götürecek yegâne olanak olan dünya devrimi mücadelesine indirilmiş muazzam bir darbedir. Ne var ki, uzun yıllara damgasını basan bir tarihsel sapma nedeniyle pek çok devrimci insan Stalinist geleneği Marksizmin somutlanışı olarak kavrama gafletine sürüklenebilmiştir. Ne yazık ki bu tür acı yanılgılara sürüklenişin sonu gelmiş de değildir. Günümüzde Küba örneği temelinde sürdürülmeye çalışılan “yaşayan sosyalizm” anlayışı bu durumun en bariz göstergesidir.
Devrimci Marksist geleneğin dünya devrimi ve sürekli devrim bağlamında savunduğu siyasal çizginin anlamı, yerküremizi kapitalizmin esaretinden kurtarmak ve sınıfsız toplum düzenine ilerletmektir. Bu hedeflere ulaşabilmenin, devrimci Marksizmin aydınlattığı devrim ve sosyalizm anlayışı dışında başka hiçbir yolu bulunmuyor. Ama biliniyor ki, düşüncelerin ömrü ilham aldıkları gerçeklerin ömründen uzundur. Bu konuda akla gelebilecek sayısız örnek bir yana, Stalinizmin etkisi gerçekten de çarpıcıdır. Stalinizm kendi varlık nedeni olan bürokratik rejimlerin çöküşünden sonra, yani günümüzde bile ne yazık ki dünya üzerinde hâlâ nice devrimci niyetli insanı Marksist mücadele yolundan alıkoymaktadır.
Dile getirmeye çalıştığımız tüm bu hususların, Stalinist çizginin düşünsel esaretinden beynini kurtaramamış olanlara “karşı-devrimci Troçkizm” biçiminde görüneceğini çok iyi biliyoruz. Maksadımız, umutsuz vakalar karşısında fazladan çene yormak değil. Ama futbol takımı tutar gibi küçük-burjuvaca bir “Stalinizm mi, Troçkizm mi” çekişmesiyle de hiçbir yere varılamayacağı çok açık. Dünya işçi sınıfının devrimci atılımının sağlanabilmesi için devrimci Marksist geleneğe sahip çıkılması, onun güçlendirilmesi gerekiyor. Ve bu yapılmadıkça kaybeden, şu veya bu Stalinist ya da Troçkist çevre olmayacak, doğrudan dünya işçi sınıfı olacaktır.
Stalinizmin Marksizme saldırısı kuşkusuz yalnızca teorik düzeyde kalmamıştı. Marksizmi savunmaktan başka “günahları” olmayan Leninist-Bolşeviklere “karşı-devrimci”, “ajan” diye kara çalınmasından tutun da, pek çoğunun yaşamı bürokrasinin engizisyon mahkemelerinden çıkartılan idam kararlarıyla söndürülmüştü. Her şey bu kadardan da ibaret değil. Stalinizmin siyasi mücadele çizgisi, yıllar içinde ortaya çıkan nice devrimci fırsatın heba edilmesine, böylece dünya devriminin ilerleyişinin baltalanmasına neden oldu. Bu acı gerçeklerle yüzleşmek, Marksizme ve işçi sınıfının kurtuluşu davasına inanan her dürüst devrimcinin boynunun borcu olmalıdır.
Stalinizme yönelttiğimiz tüm eleştiriler, Stalinist geleneğin iç yüzünü henüz kavrayamadığı için ondan kopamayan kimi devrimcilerin sandığı gibi Troçkizmin yumurtladığı yaveler değil, tarihsel gerçeklerdir. İşçi sınıfı adını kullanarak hükümran olan ve neticede dünya işçilerinin sosyalizme duyacağı özlemi karartan Stalinizm tarihsel bir vakadır. Stalin egemen bürokrasinin en yüksek temsilcisi olmuş ve dünya komünist hareketini yolundan saptıran resmi çizgi haliyle onun adıyla anılmayı hak etmiştir! Devrimci Marksizme düşman egemen bürokrasilerin mahkûm edilmesi görevi asla savsaklanamaz. Stalin’in devrimci insanlara ve işçi sınıfının devrimci mücadelesine indirdiği ölümcül darbeleri, “devrim yolunda yapılmış hatalar” diyerek geçiştirmenin mazur görülecek hiçbir yanı olamaz.
Stalin aslında tersten olmak üzere Marx’ı doğruladı. Marx, Komünist Birliğe Çağrı başlıklı bildirisinde sürekli devrim anlayışını ortaya koyarken, demokratik küçük-burjuvazinin devrimi kısmi istemlerin gerçekleşmesi noktasında sonlandırmak isteyeceğine dikkat çekiyordu. Buna karşılık komünistlerin görevi, “az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak”tı. Stalinizmin yaptığı, Marx’ın mahkûm ettiği çizgiyi izlemek ve devrimleri yarı yolda kesintiye uğratmak oldu.
Durum buyken, Marksizmin sürekli devrim anlayışını Troçkizm diyerek lanetleyen bürokrasinin baş temsilcisini “hatalarına rağmen o bir devrimci liderdi” diyerek aklayacağız öyle mi? İnsanlığı sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceğe taşıyabilecek olan sosyalist mücadele anlayışı egemen bürokrasinin çıkarlarını yansıtan “tek ülkede sosyalizm” çarpıtmasıyla boğulmuşken, “Troçkizm” veya benzeri suçlamalar gelir korkusuyla susulacak mı? Devrimci insan kendini tarihten ders almayı bilemeyen bir aptal durumuna düşürebilir mi? Hayır, elbette hayır!
Stalinizm “tek ülkede sosyalizm” acı ilacını dünya komünist hareketine yuttururken, “Sovyetler Birliği” faktörünü tepe tepe kullanmıştı. Bürokrasinin oyunu hiç de yabana atılır çapta değildi, zira devrimci insanların Ekim Devriminin yeşerdiği topraklara içten bir bağlılık ve sevgi beslemesi anlaşılır bir şeydi. Stalinizm yalnızca beyinlerimizi zehirlemekle kalmadı, kim bilir kaç kuşaktan işçinin devrim ve sosyalizme ilişkin en içten duygularına, yüreğine, inancına, sevgisine el uzattı, değdiği yeri dumura uğrattı. Bilinçleri alabildiğine çarpıttı. Bu nedenledir ki, Lenin döneminin Sovyetler Birliği’yle hiçbir ilgisi kalmamış bulunan koca bir bürokratik rejim çökerken, ona hâlâ “yaşayan sosyalizm” diye bakanlar her şeyin sonu gelmişçesine gözyaşı döktüler. Diğer yandan, uzun yıllar bu rejimlerin altında yaşamış ya da bu gerçekliği gözlemiş milyonlarca işçi ise, bürokratik rejimlerin çöküşünü, Marksizmin ve sosyalizmin sonu diye lanse eden dünya burjuvazisinin ideolojik etki alanına sürükleniverdi.
Aslında bugün üretici güçlerin ulaştığı düzeyi değerlendirecek olursak, nesnel koşullar sınıf düşmanı cephenin iddia ettiği gibi sosyalizmin sonuna değil, tam tersi bir duruma işaret ediyor. Açlığın, yoksulluğun, eşitsizliğin, sömürünün, savaşların, sınıfların, devletin, siyasi çekişmelerin, birbirinin sırtına basarak yükselmeyi arzulattıran o pis rekabetin olmadığı bir gelecek olanağı kapıya dayanmış, devrimci mücadele eliyle gerçekliğe dönüşmeyi bekliyor. İnsan soyunun çıkarları adına yalansız dolansız ve göğsümüzü gererek söyleyebiliriz ki, sosyalizm sayesinde yeryüzündeki tüm insanlar kardeşleşebilir, barış ve huzur içinde yaşayabilirler. Böyle bir dünya düş değil, masal değil; işçi sınıfı devrimiyle rahatlıkla ulaşılabilecek gerçek bir hedef.
Komünizmin ilk evresinden yani sosyalizmden başlayarak, insanın insanı ezmediği, tam tersine her an birbirine dostluk elini uzattığı ve her şeyi kardeşçe paylaşma bilinci içinde daha da insanlaştığı bir toplumsal düzen kurulabilir. Bu toplumsal düzen sayesinde insanlık, bebelerine tüm toplumun kendi çocuğu gibi sahip çıktığı, hastalarını iyileştirmek için seferber olduğu, yaşlılarını derin bir sevgi ve saygı halesiyle kuşattığı, gençlerinin önüne kültürel yükseliş ve özgürce gelişim olanaklarını serdiği, yaşamı zorunlu bir çalışma alanı olmaktan çıkartıp keyifli bir oyun alanına dönüştürdüğü bir dünyayı yaratabilir. Böyle bir geleceği yaratmak hiç de hayal değil. Köhnemiş kapitalizm yıkılmayı bekliyor.
İnsan soyunu sınıflı ve sömürülü toplum düzeninin cenderesinden kurtarıp, o güzelim geleceğe taşıyacak olan işçi sınıfı görev başına! Burjuvazi ne denli çırpınırsa çırpınsın, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yeniden ve bu kez daha sağlam biçimde ilerleyişe geçeceğine olan inancı köreltmeye, bu inanç doğrultusundaki çabaları durdurmaya muvaffak olamayacak. İşçi sınıfı devrimci bir şahlanışa geçmeyi başardığında, sonunda kazanan bu sefil kâr düzeni değil insanlık olacak!
link: Elif Çağlı, “Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır /2, Eylül 2006, https://marksist.net/node/1040