Faşizmin geçmişte kaldığını düşünenlerin yanılgısını yüzlerine çarparcasına, dünya faşizan eğilimlerin giderek güçlendiği bir sürece girmiş durumda. İnsan hakları ayaklar altına alınarak tüm dünya bir işkencehaneye çevriliyor, kimyasal silah bulundurduğu gerekçesiyle işgal edilen Irak kimyasal silahların deneme sahası haline getiriliyor. Özgürlük adına Irak halkı zincire vuruluyor, barış adına savaşların en kanlısı Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünyaya yayılmaya çalışılıyor, demokrasi adına faşizan rejimler tüm ülkelerin normu haline getirilmek isteniyor, terörle mücadele adına devlet terörü sınır tanımaz bir şekilde azdırılıyor.
11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD ve onu izlemekte vakit kaybetmeyen diğer ülkeler, sözde terörle mücadele adı altında her geçen gün maddeleri daha da ağırlaştırılan yeni faşizan yasaları yürürlüğe koyuyorlar. Türkiye’nin de dahil olduğu bu ülkelerde, devletin resmi ideolojisine aykırı olan düşüncelerin açıklanması, “teröre destek vermek”, “terör propagandası yapmak” olarak değerlendirilip ağır ceza kapsamına sokuluyor. Bu yasalarla, grevler dahi toplumsal düzeni bozmaya çalışmak gerekçesiyle terör suçu olarak değerlendirilebiliyor. Bütün bunlar açıkça, bu tür yasaların aslında şimdiden işçi sınıfı mücadelesinin önünü kesme amacını güttüğünü gösteriyor.
İşçi sınıfının mücadelesi burjuva düzeni tehdit eder boyutlara geldiğinde, demokrasi şampiyonluğuna soyunanlar başta olmak üzere tüm kapitalist ülkelerin, faşizm gibi sermayenin çıplak diktatörlüğüne tereddütsüz başvuracağından kimsenin şüphesi olmasın. Burjuvazinin Alman faşizminden aldığı ders nedeniyle faşizme bir kez daha başvurmayacağı yollu çocukça görüşler besleyenler, safça kapitalizmden akılcılık bekliyorlar. Oysa sermaye, Alman faşizminden sonra da pek çok kez faşizm silahına başvurarak işçi sınıfına son derece acılı tarihsel deneyimler yaşattı. Tıpkı bundan birkaç on yıl önce, bir Eylül ayında, Şili ve Türkiye’de olduğu gibi.
11 Eylül deyince bugün akla ilk olarak 2001 yılında ABD’de İkiz Kulelere yapılan saldırı geliyor. Oysa 11 Eylül Şili halkı için çok daha farklı bir anlam taşımaktadır. Latin Amerika’nın Batı kıyısı boyunca ince bir şerit halinde uzanan Şili, bundan 33 yıl önce, on altı yıl sürecek kanlı bir faşist diktatörlüğün karanlığına gömülmüştü. 11 Eylül 1973’te CIA desteğiyle ve Şili finans kapitalinin yönlendiriciliğinde tezgâhlanan faşist askeri darbe, on binlerce insanın katledilmesiyle sonuçlanan kanlı bir dönemin de başlangıç noktasıydı. 2001 11 Eylül günü New York’ta iki iş kulesine yapılan ve yaklaşık üç bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir saldırıyı “tüm insanlığa ve demokrasiye” yapılmış bir saldırı ilan ederek kendisinin yanında olmayan herkese karşı savaş ilan eden ABD, bu tarihten 28 yıl önce Şili’de binlerce insanın katledilmesine yol açan faşist askeri darbeyi tezgahlamakta bir beis görmemişti. Tıpkı yine bir Eylül sabahında, 12 Eylül 1980’de, bu kez bambaşka bir coğrafya’da, Türkiye’de, aynı türden bir faşist askeri darbenin gerçekleştirilmesine destek vermekte bir sakınca görmediği gibi. ABD’li yetkililerin “bizim çocuklar” dediği generaller, ağabeylerinin desteğiyle, Şili’de de, Türkiye’de de “iyi iş çıkarmışlardı”!
4 Eylül 1970’ten 11 Eylül 1973’e
4 Eylül 1970 seçimleri, Şili işçi sınıfı ve dünya sosyalist hareketi açısından tarihsel önemde derslerle dolu üç yılık bir sürecin kapılarını açacaktı. Sosyalist Parti, Komünist Parti, Radikal Parti, Birleşik Halk Eylemi Hareketi, Hıristiyan Sol ve Bağımsız Halk Eylemi’nin oluşturduğu bir cephesel birlik olan Halk Birliği’nin (Unidad Popular) adayı sosyalist Salvador Allende bu seçimlerde %36,3 oy alarak başkanlığı kazanmıştı. Ama parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip olamayan Halk Birliği, ancak verdiği anayasal teminatlar karşılığında Hıristiyan Demokratlardan aldığı destekle hükümet oldu. Burjuva devlet aygıtına ve mevcut anayasal işleyişe hiçbir şekilde zarar verilmeyeceği yönündeki bu teminatlar, gerçekte Halk Birliği hükümetinin, iddialarının aksine iktidarı işçi sınıfına vermek gibi bir niyetinin olmadığını gösteriyordu.
Allende’nin devlet başkanı seçildiği 4 Eylül ile resmen başkanlık koltuğuna oturduğu 3 Kasım tarihleri arasında, Şili burjuvazisi, CIA’nın da büyük desteğiyle birçok provokasyona başvurdu. Allende’ye suikastlar düzenlendi, gerici tertipte yer almayı reddeden genelkurmay başkanı öldürüldü, daha önce yeterince semirtilmiş ve silahlandırılmış olan faşist çeteler de kullanılarak pek çok yer bombalandı. Fakat Allende’nin başkanlığı ve Halk Birliği’nin hükümet olması engellenemedi. Üstelik tüm bu sabotajlara rağmen, yedi ay sonra gerçekleştirilen yerel seçimlerde Halk Birliği’nin oy oranı %50’ye çıkacaktı.
Halk Birliği hükümetinin ilk icraatlarından biri toprak reformuydu. Şili’de toprakların %90’ı kırsal nüfusun %7’sini oluşturan bir avuç büyük toprak sahibinin elindeydi ve ucuz işgücüne başvurup makineleşmeden kaçınılması nedeniyle verimlilik son derece düşüktü. Tarım ürünleri ülke ihtiyacını karşılamadığı için ithalata gidiliyor, yoksul köylüler ve tarım işçileri sefalet içinde yaşıyorlardı. Halk Birliği hükümetinden önceki Hıristiyan Demokrat hükümetin de seçim vaatleri arasında yer alan toprak reformu, o zamana dek kır burjuvazisinin yoğun karşı koyuşu nedeniyle uygulanamamıştı. Halk Birliği hükümeti, iktidara geldikten birkaç ay sonra, daha önceki hükümetler döneminde çıkarılıp uygulanamayan bir yasaya dayanarak 80 hektardan büyük topraklara el koymaya başladı. İktidarda olduğu süre boyunca hükümetin devletleştirdiği toprak miktarı 10 milyon hektara yaklaşacaktı.
El konulan toprakları yoksul köylülere dağıtması ve köylü kooperatiflerinin örgütlenmesi Halk Birliği hükümetinin yoksul köylüler arasındaki desteğini büyük ölçüde arttırmıştı. Zira toprak reformu yoksul köylüler için hayati önem teşkil ediyordu. Eğitim ve sağlık alanındaki ciddi reformlar, işçi çocukları için kurulan kreşler, tüm çocuklara her gün ücretsiz olarak dağıtılan süt, işçi ücretlerine yapılan zamlar ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi yönündeki çabalar da yoksul halkın desteğinin kazanılmasındaki çok önemli faktörlerdi.
Bazı büyük sanayi işletmelerini ve bankaları tazminat ödeyerek devletleştiren hükümet, 1971 Temmuzunda bu kez Şili’nin temel zenginlik kaynağı olan bakır madenlerini devletleştirme kararı aldı. Hıristiyan Demokratların iktidarda olduğu bir önceki hükümet döneminde %51’i zaten devletleştirilen bakır madenleri, Halk Birliği hükümeti tarafından tamamen devletleştirildi. Bu durum kuşkusuz en çok, bakır madenlerinin %49’una sahip olan ABD sermayeli Anaconda ve Kennecott tekellerini etkilemişti. “Tahmin edileceği gibi, Halk Birliği hükümetinin bakıra uzanan elini kırmak amacıyla yerli ve yabancı finans kapital alarm durumuna geçti. ABD Allende hükümetini düşürebilmek amacıyla çeşitli ekonomik ambargoları devreye sokarken, Şili burjuvazisi de Halk Birliği hükümetine artık hiçbir şekilde destek verilmemesi konusunda sınıf tavrını ortaya koymuştu. İşçi sınıfı ise devrimci önderliğe sahip bulunmadığından ve Halk Birliği’nin yenilgiye yazgılı reformist politikalarının bütünüyle etkisi altında olduğundan, burjuvazinin hamlesine kendi bağımsız sınıf tutumuyla karşılık veremedi.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., Ekim 2004, s.308)
Süreç ilerledikçe burjuvazinin muhalefeti daha da kudurganlaştı. Büyük toprak sahibi burjuvazinin ve sanayi burjuvazisinin beslediği paramiliter-faşist çeteler işçilere saldırıyor, öncü işçiler ve komünistler öldürülüyor, toplum terörize edilmeye çalışılıyordu. Patronların “grev” adı altında örgütledikleri lokavtlar giderek her sektörü sarmış, temel ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşmüştü. Zengin semtlerin kadınları ellerinde tencerelerle, kendi sınıflarının yarattığı bu bilinçli kıtlıktan yararlanarak, hükümet karşıtı mitingler düzenliyorlardı. İlerleyen aylar içinde özellikle kamyon sahiplerinin gerçekleştirdikleri büyük grevler, mal ulaşımını tümüyle felç etti. Ekonomi her geçen gün daha kötüleşiyordu.
Mali sermayenin başını çektiği gerici koronun faşist diktatörlüğe doğru giden senaryosu perde perde hayata geçirilirken, işçilerin ve köylülerin giderek hız kazandırdıkları fabrika ve toprak işgallerine Allende’nin yanıtı, işgal eylemlerinin durdurulmasını istemek olmuştu. Gidişatın nereye doğru olduğunu içgüdüleriyle hisseden işçiler ve emekçiler, faşist teröre karşı “bizi silahlandır” çağrısı yaparken, Allende şiddetten uzak durulması mesajlarını yinelemekten başka bir şey yapmıyordu. İşçi ve emekçilerin iktidarı ele geçirme çabalarına böylelikle ket vurulmuş oluyor ve Allende kendi canına da malolacak ve işçi sınıfına çok pahalıya patlayacak bir trajik sonu bizzat elleriyle hazırlıyordu.
SSCB çizgisindeki dünya “komünist” hareketi ise bütün bunlar olurken Allende’ye ve Halk Birliği hükümetine, o güne kadar başarılmamışı “başardığı”, “sosyalist devrimi” barışçıl ve anayasal yollardan gerçekleştirdiği için övgüler düzüyordu. Allende’nin şahsında kendi “haklılıklarının” ifadesini gören reformistlere göre, Halk Birliği hükümeti sosyalizme barışçıl yoldan geçilebileceğini kanıtlamıştı! Onlar için devletleştirme denince akan sular duruyordu, çünkü sosyalizmden anladıkları sadece devlet mülkiyetiydi. Burjuva devlet aygıtının kılına dokunulmamasına, pazar ekonomisinin işleyişine son verilmemesine ve işçilerin iktidardan uzak tutulmasına rağmen, reformistlere reformlar devrim olarak görünüyordu.
Reformistler barışçıl devrim rüyaları görürken, büyük burjuvazinin yarattığı kaos ve kıtlık atmosferinin yanı sıra yürüttüğü propaganda kampanyası, küçük mülk sahibi kesimler üzerinde oldukça başarılı olmuştu. Giderek artan hoşnutsuzlukları bu kesimleri mali sermayenin yanında saf tutmaya itti. Devrimci dönemler hiçbir sınıfın ya da kesimin tarafsız kalmasına izin vermiyordu gerçekten. Herkes o ya da bu şekilde safını seçiyordu.
Allende’ye ve Halk Birliği hükümetine yönelik tertiplerde, ABD’nin payını da unutmamak gerekiyor. Aslında ABD askeri darbe planlarını sosyalist Allende seçimleri kazanır kazanmaz yürürlüğe sokmak istemişti, ne var ki koşulların yeterince olgunlaşmadığının, yani geniş bir destek göremeyeceklerinin farkında oldukları için, uygun bir zaman kollayarak bunu ertelemişlerdi.
29 Haziran 1973’te bir grup asker tanklarla harekete geçirilerek, ilk darbe denemesi gerçekleştirildi: “Birkaç saat içerisinde binlerce işçi greve çıktı, fabrikalar işgal edildi, fabrikalarda nöbetçiler bırakarak hükümet binalarına yönelen işçiler, hem hükümet binalarını hem de Başkanlık Sarayını koruma altına aldılar. Allende ise işçilere, işe geri dönmeleri çağrısında bulundu. Hükümet işgal edilen fabrikaları zorla geri alarak, Pinochet ve diğer generalleri kabineye sokarak ve en militan işçileri bastırarak, gelmekte olan darbenin hazırlanmasına nesnel olarak yardımcı oldu. (…) 11 Eylül darbesinden 7 gün önce, 4 Eylül 1973’te, hükümeti desteklemek üzere Şili’nin tüm kentlerinde gösteriler düzenlenmişti. 800 bin işçi Santiago sokaklarında ellerinde sopalarla yürüyüşe geçti. Kitleler liderlerine “Daha güçlü vur, halkın iktidarını kur, Allende halk seni savunacak” diye sesleniyordu. Bu gösteri Şili işçi sınıfının mücadele azmini hâlâ kaybetmediğini gösteriyordu. İşçi kitlelerinin tek beklediği şey, silah ve bir mücadele programıydı. Ancak «Sosyalist» ve «Komünist» liderler, yine, işçilere sükunetle evlerine dönmelerini salık veriyordu. Artık darbeci generallerin önünde korkacakları bir engel kalmamıştı.” (Kemal Erdem, Şili: 1973 Yenilgisinin Dersleri, www.marksist.com)
Faşist darbeciler işbaşında
11 Eylül 1973’te, genelkurmay başkanı Pinochet önderliğindeki faşist generaller, başkanlık sarayı başta olmak üzere tüm direniş noktalarını bombardımana tutarak, bu kez amaçlarına ulaştılar. Allende, etrafı kuşatılıp bomba ve kurşun yağmuruna tutulduğu başkanlık sarayında, yanındaki yoldaşlarıyla birlikte çarpışarak can verdi. Ama şu yanılsamaya bakın ki, o sabah, kuşatma altındaki başkanlık sarayından halka yaptığı radyo konuşmasında, işçi sınıfını fabrikalarına dönmeye, sükûnetlerini muhafaza etmeye çağırıyor ve şöyle diyordu: “Provokasyonlara kapılmayınız. … yurttaş iradesiyle kurulan rejimi korumak için yemin eden vatan askerlerinin, silahlı kuvvetlere ve Şili’nin onuruna yaraşır biçimde davranacağını umuyorum. Ordunun üzerine düşen görevi sorumluluk bilinci içinde gerçekleştireceğine eminim.”
Burjuvazinin ordusu üzerine düşen görevi sorumluluk bilinci içinde gerçekleştirmişti gerçekten. Ama işçi sınıfının sözde sosyalist ve komünist önderleri için bu asla söylenemezdi. Onlar kendileriyle birlikte işçi sınıfını da kahrolası reformizm ve legalizm bataklığına sürüklemişler ve devrimci durumun faşizmin çizmeleri altında ezilmesine göz yummuşlardı. Darbenin dört aylık bilançosu bile yeterince korkunçtu: Yaklaşık 20 bin insan öldürülmüş, 30 bin siyasi mahkûm vahşi işkencelere maruz bırakılmış, 25 bin öğrenci üniversiteden atılmış ve 200 binden fazla işçi işten çıkartılmıştı. (Gabriel Garcia Marquez, Latin Amerika’nın Kaynayan Damarları içinde, Yazın Y., s.48)
16 yıl sürecek olan bu kanlı diktatörlük döneminde, tutuklananların, işkence görenlerin, “kaybedilenlerin” haddi hesabı yoktu. Bütün bunların yanı sıra, Şili, faşist diktatörlük altında, liberal ekonominin en vahşi uygulamalarına deneme tahtalığı yaptı. Eğitim, sağlık ve sosyal sigorta sistemi de dahil olmak üzere her şey özelleştirildi, bunlara daha önce devletleştirilen işletmeler de dahildi. Anaconda ve Kennecott, diktatörlük döneminde bakır madenlerine yeniden kavuştu. Faşist diktatörlük, Halk Birliği hükümetinin el koyduğu toprakların yarısını eski sahiplerine iade ederken, küçük üreticilerin elindeki topraklar da kredi borçları ve diğer borçlar nedeniyle yine büyük toprak sahiplerinin eline geçmişti. Darbeyi izleyen yıllarda ücretler hızla düşerken, 1970’te %6 olan işsizlik oranı 1980’lerin ortalarında %32’nin üzerine çıkmıştı.
Pinochet, 1981’de, 1989’a kadar görev başında kalmasını öngören bir anayasayı halkoyuna sundu ve anayasanın %90 çoğunlukla kabul edildiğini ilan etti. Bu arada darbenin üzerinden yıllar geçmesine rağmen halk üzerindeki baskı hafiflemiyor, binlerce insanın kitleler halinde tutuklanıp stadyumlara doldurulmasına devam ediliyordu. Fakat azgın faşist diktatörlüğün zulmü altında inim inim inleyen halk, tepkisini yükseltmekte çok gecikmeyecekti. 1983 Mayısında on binlerce işçi Bakır İşçileri Konfederasyonunun çağrısıyla greve gitti ve hükümetin tanklarla ve askeri birliklerle karşılık vermesi üzerine bu eylem ulusal protesto gününe çevrilerek daha da kitleselleştirildi. İlerleyen günlerde kamyoncuların tutuklu sendikacıların serbest bırakılması ve Şili’nin demokrasiye dönmesi için başlattıkları grevi yeni ve daha yaygın protesto eylemleri izledi. Pinochet’nin bu eylemlere yanıtı sertti: evler basıldı, sokaklar ablukaya alındı, onlarca insan öldürülürken binlercesi tutuklandı. Ama ok yaydan bir kez çıkmıştı ve ilerleyen yıllarda gerek yükselen işçi hareketi gerekse yaşanan ekonomik bunalım diktatörlüğü oldukça zayıflatacaktı. Şili anayasa gereği 1989’da yapılan seçimlerle parlamenter işleyişe geçti ve bu süreci Pinochet’nin ve darbeci generallerin yargılanması yönündeki halk baskısının artması izledi.
Yer: Türkiye, Tarih: 12 Eylül 1980
Şili’deki darbenin üzerinden tam yedi yıl geçmişti ki, faşizm belâsı bu kez Türkiye işçi ve emekçi sınıflarının ve sol hareketinin başına musallat oldu. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden 23 yılı, CHP egemenliğindeki tek parti diktatörlüğü altında yaşayan Türkiye, parlamenter hayata geçtikten 14 yıl sonra ilk, 25 yıl sonra ikinci ve 34 yıl sonra üçüncü askeri darbeyle karşılaşmıştı. Ne var ki bu sonuncusu, faşist karakteriyle, ülkeyi çok uzun sürecek ve etkilerini halen yaşadığımız koyu bir karanlığa sürükleyecekti.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devlet eliyle yaratılmaya çalışılan burjuvazi 70’lerle birlikte artık mali sermaye (finans kapital) düzeyine yükselmişti. Ne var ki kapitalizmin iyice serpilip geliştiği 70’li yıllar, büyük sermayeyi keskin toplumsal, siyasal, ekonomik çelişkilerle de yüz yüze getirecekti:
“1970’lerden 80’lere uzanan süreçte yaşanan ekonomik ve siyasal kriz, yükselen işçi hareketi, devrimci örgütlülük düzeyindeki artış, ayrıca çeşitli uluslararası gelişmelerin üst üste binmesiyle (1979’da İran’da Mollaların iktidara gelmesi, yine aynı yıl içinde Sovyet askeri gücünün Afganistan’a müdahalesi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik planları nedeniyle Türkiye’de sıkı bir düzen istemi vb.), burjuva düzen derinden sarsılmaya başlamıştı. Devlet koruyucu güçler bir kez daha üniforma ve kılıç kuşanmaya hazırlanırken, büyük sermaye güçleri de tercihlerini yine olağanüstü bir rejimden yana yapacaklardı. (…)
“Büyük sermaye bu dönemeç noktasında, gerek içte muazzam bir kapitalist sıçramayı gerçekleştirmek ve gerekse dörtnala dış pazarlara açılmak için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlanmıştır. (…) Zira Türkiye kapitalizminin uzun yıllar boyunca içe kapalı işleyişinden kaynaklanan yapısal bunalımı iyice olgunlaşmış, çözümü ertelendiği için de problemler alabildiğine büyümüştür.” (Elif Çağlı, age, s.252-53)
Mali sermaye, bu yapısal bunalımını aşmak üzere, 1980 Ocağında, tarihe 24 Ocak kararları olarak geçen bir ekonomik kararlar paketini gündeme getirecekti. Fakat sınıf hareketinin alabildiğine yükseldiği ve devrimci durumun söz konusu olduğu bir ortamda, işçi sınıfına geniş ölçekli bir saldırıyı da içeren bu tip planların hayata geçirilmesi mümkün değildi. Burjuvazi büyük bir grev dalgasıyla yüz yüzeydi, sınıfın sendikal örgütlülüğü güçleniyordu. Bunun yanı sıra burjuva siyaset arenasına bir istikrarsızlık hâkimdi. Meclis, aylar boyunca bir cumhurbaşkanını bile seçemiyor ve hiçbir burjuva parti tek başına iktidara gelecek güce sahip olamıyordu. Ne var ki, önderliği kendinden menkul siyasal grup ve partilerde sayıca bir bolluk yaşanmasına rağmen, işçi sınıfı, proleter devrimi hedefleyen ve bunun için hazırlanan Marksist bir devrimci önderlikten yoksundu.
12 Eylül darbesine giden süreçte Türkiye’de de aynen Şili’de olduğu gibi burjuvazinin pek çok provokasyonuna şahit olundu. 1977 1 Mayısında büyük bir katliamla açılan toplumu terörize etme süreci, 1980 Temmuzunda DİSK’in önderi Kemal Türkler’in öldürülmesine kadar kesintisiz devam etti. Paramiliter-faşist güçler (Ülkücüler) grevci ve öncü işçilerin, devrimci öğrencilerin üzerine salınarak, yüzlerce devrimci öldürüldü. Amaç, toplumu sindirmek ve başta küçük-burjuvazi olmak üzere geniş kitleleri orduya bel bağlar hale getirmekti. Doğrusu bu amaca ulaşılması pek de zor olmayacaktı.
12 Eylül 1980’de, milyonlar, sabah gözlerini açtıklarında sokakların tanklarla, eli silahlı askerlerle kuşatılmış olduğunu gördüler. Darbeyi yöneten beşli cuntanın başındaki orgeneral Kenan Evren, sabah radyo ve televizyonlardan halka seslenirken, Türkiye’yi bir uçurumun kıyısından döndürdüklerini söylüyordu aziz ve muhterem halkına! 1977’den beri yürütülen kanlı kitle pasifikasyonuna maruz bırakılan halkın çoğunluğu ise, bunu söyleyenin, ülkeyi on yıllar boyunca karanlığa sürükleyecek bir cehennem zebanisi olduğunu, onun da mali sermaye tanrısının hizmetinde olduğunu göremeyecekti.
“12 Eylül darbesiyle birlikte, en önde gelen burjuva siyasal partilerin başkanları, bakanları, lider kadroları ya hapsedildi ya da Demirel ve Ecevit örneğinde olduğu gibi Hamzaköy «dinlenme tesisleri»nde gözetim altına alındılar. Burjuva siyasetçileri, yazarları, gazetecileri çeşitli tehdit ve gözdağıyla susturan askeri cunta, burjuva diktatörlüğünün açık şiddetini, devrimcilerin, sosyalistlerin, işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlerinin üzerine kusmaya başladı. Onlarca devrimci darağaçlarında katledildi, düzmece davalarla yıllarca zindanlarda çürütüldü, işkence askeri cuntanın yürütme gücünün sistematik bir parçası haline getirildi; toplum iyice korkutulup sindirildi. 12 Eylül askeri diktatörlüğü parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldırdı, işçi hareketinin tüm örgütlü güçlerini devlet terörüyle ezdi, devrimcilere ve sol örgütlere yönelik açık baskı ve şiddet politikasını egemen kıldı.
“(…) Cunta, sendikal hareketi tamamen dumura uğratacak, grev ve toplu sözleşmeleri yasaklayacak, işçi ücretlerini donduracak kararname ve uygulamaları yürürlüğe soktu. DİSK kapatıldı, malvarlığına el kondu. Türk-İş, askeri rejime boyun eğen korporatif bir sendikal örgütlenmeye indirgenmek koşuluyla açık bırakıldı.
“12 Eylül askeri faşist cuntası tüm yasama ve yürütme yetkisini tamamen kendi ellerine almıştı. «Anayasal düzeni koruma» gerekçesiyle iktidara el koyan generaller, bizzat kendileri mevcut Anayasayı bir kenara fırlatıp, yayımladıkları kararnameleri en «yüce» yasa katına yükselteceklerdi.” (Elif Çağlı, age, s.258-59)
1982’de, askeri cuntanın yazdırdığı bir anayasa halkoyuna sunuldu ve %90’ın üzerinde oyla kabul edildiği söylendi. Ertesi yıl, sadece cuntanın onay verdiği partilerin katıldığı bir seçimle parlamenter sisteme geçildi. Fakat başlayan bu parlamenter süreç faşizmin Bonapartist bir diktatörlüğe evrilerek çözülme sürecine girmesinden başka bir şey değildi. Yani olağan bir burjuva parlamenter rejim halen söz konusu değildi ve faşist cunta lideri Evren, oylattırılan anayasa gereği artık resmen cumhurun başkanıydı.
Çeşitli Latin Amerika ülkelerinden, Yunanistan’dan, Portekiz’den vs. farklı olarak, kitle mücadelesinin sürece damgasını basamadığı Türkiye’de faşizm, Elif Çağlı’nın ifade ettiği gibi, “pörsütücü bir süreç temelinde” ve “tepeden kontrollü biçimde” çözüldü. Ordunun sarsılmaz ağırlığı yıllar boyunca tüm siyasi yaşama damgasını vururken, 12 Eylül faşizmi, ardında son derece anti-demokratik yasalar, kurumlar, partiler ve örgütlü mücadeleye derin bir korku besleyen bir işçi sınıfı bıraktı. 12 Eylül’le toplumun üzerine çöken karabasanın sosyal ve psikolojik etkilerini, aradan neredeyse otuz yıl geçmesine rağmen hâlâ pek çok alanda gözlemek mümkün.
Sürecin bu kadar sancılı geçmesinde ve tüm toplum üzerinde bu kadar derin izler bırakmasındaki temel unsur, vurgulayarak tekrarlamalıyız ki, faşizmin işçi sınıfının kitlesel hareketi sonucu çözülmemiş olmasıydı. Şili’yi anlatırken örneklerini verdiğimiz faşist diktatörlük karşıtı kitlesel grevler, protestolar, eylemler, Türkiye’de ne askeri diktatörlüğün hüküm sürdüğü üç yıl boyunca ne de sonrasında söz konusu oldu. Pinochet Şili halkının basıncıyla sanık sandalyesine oturmak zorunda kalırken, Kenan Evren Marmaris’te her ay aldığı yüklü emekli maaşını afiyetle yemekle ve resim yapmakla meşgul. Bu arada 12 Eylül’ün yıldönümlerinde son birkaç yıldır yapılan mitinglere katılanların sayısı birkaç bini geçmezken, generallerin yargılanmasını talep etmek hâlâ anayasal bir suç olmaya devam ediyor. Şili’de Allende ile özdeşleşen Sosyalist Parti geçtiğimiz aylarda yeniden iktidara gelebilirken, Türkiye’de sosyalist ya da komünist sözcükleri geniş kitleler açısından hâlâ büyük bir ürküntü doğuruyor. Orada işçi sendikaları faşist rejime karşı mücadelede on binlerce işçinin katledilmesine rağmen askeri diktatörlüğün üzerine gidebilmişken, bu ülkede sendikaların tepesine çöreklenenler darbe hükümetine bakan vermenin yanı sıra, korkunun esiri olmayı, suya sabuna dokunmamayı, “belâdan uzak durmayı” on yıllardır temel politikaları haline getirmişlerdir. Bu ihanet tutumlarının böylesine pervasızca sergilenebilmesinde kuşkusuz Türkiye işçi sınıfının köklü bir mücadele tarihinin olmaması, güçlü bir devrimci geleneğe ve politik örgütlülüğe sahip bulunmaması başat rol oynuyor.
Faşizm Almanya’yla tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş bir karabasan değildir. 33 yıl önce Şili’de, 26 yıl önce Türkiye’de yaşananlar, Nazi rejimi tarihe gömüldükten sonra yaşanan faşizm deneyimlerinden sadece ikisidir ve hiç de istisna değildir. Tıpkı dünya ülkelerinin pek çoğunun kapısını gayet canlı bir tehdit olarak bugün de çaldığı gibi. Dolayısıyla gerek Türkiye işçi sınıfının gerekse dünyadaki diğer sınıf kardeşlerinin insanlığın başına gelebilecek en büyük belâlardan biri olan bu tehlikeye karşı uyanık olması, ona karşı şimdiden kararlı bir mücadele yürütebilmesi, geçmişin hesabını sorabilmesi gerekiyor.
link: İlkay Meriç, 11 Eylül’den 12 Eylül’e, Şili’den Türkiye’ye, Eylül 2006, https://marksist.net/node/1038
“Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır /2
Barış Bir Devrim Sorunudur