Sendikal mücadeleye yaklaşım konusu, siyasi anlayışlardaki farklılıklara bağlı olarak her zaman önemli tartışmalara neden oldu. Bu konu günümüzde de öneminden bir şey yitirmiş değildir. Hele işçi hareketinde yaşanan gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıfın her alanda olduğu gibi sendikal alanda da militan bir mücadeleyi güçlendirecek görüş ve değerlendirmelere ihtiyacı olduğu çok açıktır. Bu bakımdan kuşkusuz yolun başında bulunmuyoruz. Devrimci Marksist gelenek, pek çok sorunda olduğu gibi sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda da doğru görüş ve taktiklerle donanmayı mümkün kılıyor. Dünya işçi sınıfının uzun yıllar içinde biriken mücadele deneyiminin dersleri, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine gönül verenlerin yolunu aydınlatıyor.
Ancak, ideolojik, örgütsel ve siyasal alanda yaşanan gerileme dönemi, işçi hareketinin militanlık düzeyinde çok ciddi bir irtifa kaybına yol açtı. Devrimci geleneğin günümüzde de sahip çıkılması gereken pek çok önemli yönü unutuldu veya bulanıklaştı. Bu durum, sendikal mücadele konusunda da kendisini fazlasıyla hissettiriyor. İşçi hareketinin her alanda güçlendirilmesi için, sınıf içinde doğru bir mücadele anlayışının ve çalışma tarzının kök salması gerekiyor.
Devrimci teorinin önemini yadsıyan küçük-burjuva dar görüşlülüğünü bir tarafa bırakalım. Ama bunu yapmakla sorunlar sona ermiyor. Devrimci teorinin önemi kabul edilse bile, geçmişten günümüze uzanan teorik doğruları hazır reçeteler gibi algılama hatasına sürüklenenlerin sayısı az değildir. Kuşkusuz teoriyi fiili güce dönüştürecek sihir, örgütlü mücadeledeki yükseliştir. Proleter mücadelenin gereksindiği kadro birikimi de buna bağlı olarak gelişir. Genç kadrolar devrimci geleneğin doğrularını, sınıf içinde örgütlü mücadele temelinde layıkıyla kavrayabilir ve içselleştirebilirler. Bu açılardan varolan ciddi eksiklikler nedeniyle, devrimci geleneğin işçi sınıfının sendikal mücadelesine ilişkin mirasına da tatmin edici biçimde sahip çıkılamıyor.
Bu geleneğin başlıca unsurlarını, Marksizmin kurucularının attıkları temel, Ekim Devrimi önderlerinin konuya ilişkin deney ve açılımları, Lenin dönemi Komintern kongrelerinde alınan önemli kararlar oluşturuyor. Bunlar kâğıt üzerinde günümüze taşınıyor veya söz düzeyinde defalarca yineleniyor olsalar da, ne yazık ki içeriklerine derinlemesine vakıf olunduğunu ve gerekleri doğrultusunda harekete geçildiğini söyleyemiyoruz. Ne var ki yukarda değindiğimiz gibi, bu durum anlaşılmaz değildir. Devrimci geleneğin yapıtaşlarını ölü formüller düzeyine indirgenmekten kurtarıp yaşayan etkin taktiklere dönüştürecek olan faktör, doğru bir mücadele anlayışı ve çalışma tarzı temelinde sarf edilecek örgütlü ve kolektif emektir. Bu uğurda akıtılacak terin boşa gitmemesi için, gerileme dönemlerine özgü hastalıklara karşı bünyeyi güçlendirmeye, farklı uçlara savrulan sağlıksız siyasi yaklaşımlara prim vermemeye özen göstermeliyiz.
Yanlış ve sağlıksız siyasal yaklaşımlar, işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sorunları çerçevesinde sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bir uçta, sendikaların içinde bulunduğu berbat durumu gerekçe göstererek sendikal mücadeleye gereken önemi vermeyenler yer alıyor. Diğer uçta ise, sendikal mücadelenin önemini abartanları ve mevcut sendikal hareketin kuyruğuna takılanları görüyoruz. Bu tabloya, iki uç arasında kararsız biçimde salınan geniş merkezci görüşler yelpazesini de ekleyebiliriz. Böylece, salt sendikal mücadeleye yaklaşım gibi bir konuda bile ne denli derin bir karmaşanın egemen olduğu aşikârdır. İşte yüz yüze bulunduğumuz bu gerçekler, sendikal mücadeleye yaklaşımda devrimci ilkelere sadakatle sahip çıkılmasını zorunlu kılmaktadır.
Ekonomik mücadele, siyasal mücadele ayrımı
İşçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelesi arasında ayrım yapmak ne kadar gerekliyse, ikisi arasındaki tarihsel ve diyalektik ilişkiyi göz ardı etmek de o kadar büyük bir yanılgı olur. Devrimci siyasal hareketin amacı, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ve sınıflı-sömürülü toplum düzenine son verilmesidir. Ama bunun için işçi sınıfı nesnel ve öznel açıdan belirli bir gelişme aşamasına ulaşmış olmalıdır. Tarihin hiçbir kesitinde ve hiçbir ülkede işçi sınıfının siyasal hareketi ve örgütlülüğü birdenbire ortaya çıkmamıştır. İşçi sınıfı içindeki devrimci siyasi canlanma, genelde işçilerin ekonomik mücadelelerine bağlı bir uyanışın ve bunun ifadesi olan bir ön örgütlülüğün yarattığı elverişli zemin üzerinde yükselmiştir. Diğer yandan, ekonomik hak elde etme mücadelesinin bizzat kendisi de siyasal bir mücadele doğurmuştur. Örneğin, herhangi bir işyerinde çalışma saatlerinin düşürülmesi için yürütülen kavga ekonomik mücadele kapsamındadır. Fakat bu tip mücadeleler bu noktada durmamış ve diyelim işçilerin ülke genelinde çalışma saatlerinin düşürülmesi için siyasal iktidarları yasa çıkartmaya zorladıkları bir siyasal hareket boyutu kazanmıştır.
Bu husus Marx’ın önemli bir mektubunda vurgulanır. “Ve işte böylece işçilerin her yerde birbirinden ayrı iktisadi hareketleri siyasal bir hareket doğurur, yani kendi çıkarlarını, genel bir biçimde gerçekleştirmek, toplumsal olarak zorlayıcı genel bir güce sahip olan bir biçim gerçekleştirmek üzere bir sınıf hareketi doğururlar. Bu hareketler belli bir ön örgütlenmeyi varsayarlarsa da, kendileri de, bir o kadar, bu örgütlenmeyi geliştirmenin araçlarıdırlar.” (Marx’tan F. Bolte’a, 23 Kasım 1871) Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen iktisadi mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülecektir. Bununla kastedilen kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleridir. Zira işçi hareketindeki devrimci dönüşüm ve devrimci siyaset, asla iktisadi mücadele alanıyla sınırlı kalmamıştır ve kalamaz da.
İşçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içinde siyasi mücadele öncelik kazanmış, ama bu gelişme sendikal mücadele gereğini ortadan kaldırmamıştır. İşçi sınıfının sendikal hareketini küçümseme eğilimi, daha Birinci Enternasyonal döneminde önemli tartışmalara yol açmış bulunmaktadır. Yanlış tutum takınan seksiyonlara Enternasyonal Genel Konseyinin yönelttiği eleştirilerde, sendikaların işçi hareketinin beşiği olduğu vurgulanır. Mevcut sendikalara yardım etmenin yanı sıra, onlara doğru bir yön vermenin ve onları enternasyonalleştirmenin bir görev olduğunun altı çizilir. Marksizm başından beri işçi sınıfının sendikal örgütlerine önem vermiş, fakat bu konuya esasen onları mücadeleci örgütler düzeyine yükseltme görevi açısından yaklaşmıştır. Birinci Enternasyonal’in 1866’daki kongre kararında, sendikaların dikkatlerini yalnızca sermayeye karşı günlük mücadeleyle sınırlamamaları, işçi sınıfının genel politik ve sosyal hareketinden uzak kalmamaları, dar amaçların peşinden koşmakla yetinmemeleri ve baskı altındaki milyonlarca işçinin kurtuluşu için çalışmaları gerektiği belirtilir.
Sınıfın ekonomik mücadelesiyle siyasal mücadelesi arasındaki diyalektik ilişkiyi sağlıklı tarzda kuran yaklaşım yalnızca Marksist yaklaşım olmuştur. Bu yaklaşımın somutlandığı tarihsel belgelerden biri de, Birinci Enternasyonal’in 1871 yılında toplanan Londra Konferansında kabul edilen karardır. Marx ve Engels’in kaleme aldığı İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi başlıklı karar metninde, işçi sınıfının militan mücadelesi durumunda onun ekonomik hareketi ile siyasal faaliyetinin birbiriyle kopmaz bir bütün oluşturacağı belirtilir. İşçi sınıfının çıkarları gereği, komünistler, hem sendikal mücadeleye önderlik ederek onu ileriye çekmeli hem de ekonomik taleplerle siyasal talepleri ustaca birleştirerek sınıf hareketine devrimci doğrultuda yol aldırmalıdırlar.
Ekonomik, siyasal, ideolojik, kısacası çeşitli alanlarda yürüyen mücadelenin bu farklı yönleri, aslında sınıfsal nitelikleri bakımından bir iç uyum ve bütünlük arz ederler. Bu nedenle, burjuva ideolojisinden etkilenen sol siyasetlerin sendikal mücadele bağlamında da sınıf işbirlikçi ve uzlaşmacı yaklaşımlar sergilemesi kaçınılmazdır. Keza, sendika-siyaset ilişkisi gibi önemli bir konuda üniversite kürsülerinden yayılan görüşler veya akademisyenlerce yayınlanan çalışmalar genelde burjuva bakış açısını yansıtırlar. Oysa soruna işçi hareketinin devrimcileştirilmesi açısından yaklaşıldığında, sendika siyaset ilişkisinden anlaşılması gerekenin, işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle devrimci siyasal mücadelesi arasındaki diyalektik bağ olduğu görülecektir. Bunun somutlandığı yer ise, işçi sendikaları ile sınıfın devrimci partisi arasındaki ilişkiler alanıdır.
Parti ve sendika
Sınıf mücadelesinin ekonomik ve siyasal boyutları arasındaki ayrım, örgütsel planda da karşılığını bulmak zorunda. İşçilerin sendikal örgütlere olduğu kadar, siyasal mücadeleye önderlik edecek devrimci bir partiye de ihtiyaçları var. Bu iki farklı düzeydeki örgütsel ihtiyacın birbirine karıştırılması zararlı neticeler doğuracaktır. En devrimcisi bile olsa bir sendikaya siyasal öncülük misyonunun yüklenmesi ya da devrimci siyasal örgütlülüğün sendika gibi davranması, işçilerde muazzam bir bilinç çarpılmasına ve mücadelenin fazlasıyla güç kaybetmesine neden olur.
Proleter mücadelede önderlik niteliği taşıyan siyasal örgütlülüğün yani devrimci partinin, işçiler arasında bilinç ve militanlık düzeyi bakımından varolan farkı dikkate alarak örgütlenmesi şarttır. Çünkü parti, sınıfın ileri ve devrimci bilinçle donatılmış öncü unsurları üzerinde yükseldiği takdirde amaca uygun bir araç niteliği taşıyabilir. Ancak böyle bir parti, işçilerin çeşitli alanlardaki mücadelesine layıkıyla önderlik edebilir ve işçi sınıfını iktidara ilerletebilir. İşçi sınıfı partisinin işçilerin tüm kitlesini içerebileceği düşüncesi, hangi niyetle ileri sürülürse sürülsün, özünde yanlış bir düşüncedir. İşçi sınıfının devrimci mücadele deneyimi, parti ve sınıf kavramları arasında kesin bir ayrım yapma gereğine işaret ediyor. Proletarya, diğer sınıflardan bağımsız örgütlenen ve işçilerin tümünü değil ama devrimci teori ve devrimci eylem bilinciyle donanmış unsurlarını birleştiren bir partiye sahip olduğu takdirde tarihsel görevini yerine getirebilir. Zaten sınıfın geniş kitlesini kapitalist düzene karşı etkin bir mücadelenin içine çekmek de ancak bu sayede mümkün olabilmektedir. Komintern İkinci Kongre kararlarında da vurgulandığı gibi, işçi sınıfı kendisine ait bağımsız bir politik partiye sahip olmaksızın devrimini başaramaz.
Burada yeri gelmişken önemli bir hususa değinebiliriz. Komünist mücadele ve örgüt anlayışı, aydınların veya iktidar hırsıyla yanıp tutuşan birtakım muhteris kişilerin işçileri alet etmek istedikleri bir fantezi değildir. Bilimsel komünizm, sömürü ve baskı koşullarına isyan eden işçi ve emekçilerin tarihsel çabalarının içinden süzülüp gelen bir dünya görüşü, eylem ve örgüt anlayışıdır. Komünistlerin amaç ve ilkelerinin dünya işçilerine ilan edildiği Komünist Manifesto’da belirtildiği üzere, komünistlerin işçi sınıfının çıkarlarından bağımsız hiçbir çıkarları yoktur ve olamaz da. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya uğruna yürütülen tarihsel mücadeleye önderlik edecek parti, bizzat işçilerin devrimci eylem ve mücadele potansiyelinin örgütlü güç katına yükseltilmesi demektir. Böyle bir parti esas olarak işçilerin partisidir, devrimci teoriden kaynaklanan sağlam bir siyasal bilinçle donatılmış işçilerin örgütlülüğüdür.
Devrimci parti, sınıfın dışında oluşan bir varlık değildir. O, sınıfın bir parçasıdır. Ama herhangi bir parçası olmayıp, gerçekten mücadeleye önderlik etme niteliğine sahip devrimci parçasıdır. Farklı içerikteki sol siyasal eğilimleri bünyesinde toparlayan bir işçi kitle partisi ise, işçi sınıfının kapitalizmden kurtuluşu için gereken devrimci parti ihtiyacını karşılayamaz. Bu tür şemsiye partiler mücadeleye önderlik edecek nitelikten uzaktırlar. Saflarında işçileri barındıran bir kitle ya da cephe örgütü mahiyetindedirler. Ne var ki, burjuva ideolojisine prim vermeyecek ve burjuvazinin siyasal oyunlarına kanmayacak bir devrimci önderlik olmadan, başarıya ulaşan bir işçi-emekçi kitle mücadelesinin yürütülebildiği de vaki değildir. Sonuç olarak işçi sınıfının hem çeşitli türden kitle örgütlerine, hem de her alanda mücadeleye öncülük ve önderlik edecek niteliğe ve kapasiteye sahip devrimci bir sınıf partisine ihtiyacı vardır.
İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütü olan sendikalar ise, işçi sınıfının kitlesini kucakladıkları ölçüde bu mücadelelerini etkin biçimde yürütebilirler. O nedenle sendikal örgütler, işçiler arasında ırk, milliyet, cinsiyet, dil, din, meslek, vasıf düzeyi gibi açılardan hiçbir ayrım yapmaksızın çeşitli siyasal görüş ve eğilimden işçileri bünyelerinde barındırmalıdırlar. Sendikalar yalnızca günlük ekonomik ve demokratik mücadelenin yürütülmesi bakımından değil, devrimci mücadelenin kitlesel zemininin genişlemesi bakımından da yararlı araçlardır. Ama belirtmek gerekir ki, kitlelerle ilişki kurmak bakımından tek araç sendikalar olamaz. Sendikaların yanı sıra, işçi ve emekçi kitlelerin örgütlülüğünü geliştirecek çeşitli derneklere, taban örgütlerine ihtiyaç vardır.
Sendikalar hâlâ gerekli
Kısaca geçmişi hatırlayalım. Yaşama gözlerini açtıkları dönemlerde, sendikalar, işyerleri ve fabrikalardaki işçilerin fiili mücadelesi içinden doğup ayağa dikilmişlerdi. Bu işçi örgütleri, kapitalist gelişme ve sınıf mücadelesindeki yükseliş bakımından önde giden ülkelerde yoktan var edilip örnek teşkil ettiler ve zamanla genelleştiler, yaygınlaştılar. İşçi yardım sandıklarından sendikalara geçiş dönemlerinde, henüz olumsuz anlamda kurumsallaşıp bürokratlaşmamış, teker teker elden toplanan işçi aidatlarıyla yaşatılan sendika yönetimleri yer aldı. Bu tür dönemlere özgü sendikacılar, burjuvalaşmış modern sendika bürokratlarına benzemiyorlardı.
Daha sonra sendikalar olağan burjuva rejimlerin alışıldık kurumlarına dönüştükçe, sendika yönetimleri ile sendika tabanı arasında ciddi bir açı oluşmaya başladı. Geçmiş dönemlerin mütevazı, çoğunlukla işçilikten kopmamış ve tabana yakın duran, sendikacılığa bir meslek olarak bakmayan amatör ruhlu sendikacılarının yerini zamanla bu özelliklerden uzak profesyonel sendikacılar aldı. İşçilerin mücadelesini burjuvazinin çıkarları doğrultusunda engelleme ve yatıştırmada yetkinleşen bu tip yöneticiler, burjuvaziyle iç içe geçmeye ve işçi hareketinde burjuvazinin ajanları rolünü oynamaya soyundular. Emperyalist çürüme çağı, pek çok sendika yönetiminin düzenle bütünleşmesini de beraberinde getirdi. Bu gerçeklik günümüzde daha da çarpıcı hale gelmiştir.
Sendikaların tepesine çöreklenen kalantor bürokrasi, her alandaki yozlaşmaya koşut olarak büsbütün yozlaşmaktadır. Bu tür bürokratların kontrolü altına giren sendikalar, burjuva düzenle iyice bütünleşmekte ve mücadeleci işçi örgütleri olmaktan çıkmaktadırlar. Bu tip gelişmeler son derece ciddi tehlikelere işaret ediyor olsalar da, mutlak ve değişmez genellemeler şeklinde kavranmaları zararlı olur. Emperyalizm döneminde sendikal hareketi tehdit eden sorunlara Lenin ve Troçki de değinmişler, ama buradan hareketle sendikalara sırt çeviren tutumları da onaylamamışlardır. Örneğin Lenin, sendikaların zamanla bazı gerici yönlerinin ortaya çıktığını belirtmiştir. Ancak buna rağmen asla göz ardı edilmemesi gereken hususun da altını çizmiştir. Belirttiği üzere, sendikalarla işçi sınıfının devrimci partisi arasındaki karşılıklı eylem olmadan proletaryanın gelişimi hiçbir yerde sağlanmamıştır ve sağlanamaz.
İşçi sendikalarının yapılanma özellikleri ve militanlık düzeyi bakımından yaşanan olumsuz gelişmelerin yalnızca son dönemlere özgü olmadığını hatırlatalım. Geçmiş tarihlerde de çeşitli kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin seyrine bağlı olarak sendikal harekette önemli iniş ve çıkışların yaşandığı biliniyor. Bu durumun yansıması olarak, devrimci yükseliş dönemlerinde militan sendikalara rastlamak mümkünken, yenilgi dönemlerinde sendikaların daha geri bir çizgiye çekildikleri sıkça gözlenmiştir. İngiltere’de 19. yüzyılda gelişen ünlü Çartist işçi hareketi de daha sonra sönümlenmiş ve zamanla pek çok lideri yozlaşarak burjuva düzenle bütünleşmişlerdir.
Sendikal hareketin düzenle bütünleşme tehlikesinin aslında yeni bir olgu olmadığı konusunda Amerikan tarzı sendikacılık da çarpıcı bir örnek sunar. Birinci emperyalist savaş öncesinde Amerikan sosyalist hareketinin devrimci önderlerinden Daniel de Leone, “Amerikan Emek Federasyonu”nun satılmış yönetimine ve sendikal harekette yaşanan çürümeye dikkat çekmiştir. Sendika bürokrasisini, “kapitalistler sınıfının işçi teğmenleri” diye niteleyen ilk o olmuştur. Ve daha 19. yüzyılın sonunda Leone, sendika bürokrasisinin işçi hareketinin sağ kanadı olarak değil, burjuvazinin sol kanadı olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Ancak emperyalizm çağında bile olsa, devrimci yükseliş dönemlerinde sendikal mücadelede olumlu ilerlemeler kaydedilmiştir ve bu yine böyle olacaktır. Dolayısıyla, meselenin bu yönünü tamamen unutanların kapıldığı kötümserliğin bilimsel temellere sahip olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca da vurgulayarak belirtmeliyiz ki, gerileme dönemlerinin olumsuz koşullarına dayanamayanlar, geleceğe yönelik olarak da küçük-burjuvaca umutsuzluğa kapılırlar. İşçi sendikalarından ve işçi sınıfının sendikal mücadelesinden tamamen umut kesmek Marksist bir tutum olamaz. İşin aslında, söz konusu yanlış tutumlar mevcut geriliğe pasifçe boyun eğmek anlamına gelir.
Sendikalar bağımsız olabilir mi?
Sendikaların bağımsız olmaları gerektiği çerçevesinde bugüne dek pek çok tartışma yürütüldü, değişik fikirler ortaya atıldı. Bu konuda sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için her şeyden önce bağımsızlıktan ne anlaşıldığı ifade edilmeli. Şayet tartışılan konu sendikaların siyasal partilerden, diğer işçi örgütlerinden idari işleyiş bakımından bağımsızlığı ise, bu tür bir tartışmayı uzatmanın anlamı yok. Çünkü belirli amaçlar etrafında örgütlenmiş demokratik kitle örgütleri olarak, kuşkusuz sendikaların da kendi bağımsız iç işleyişleri, üyelerinin söz ve karar haklarını yansıtan seçim ve denetim mekanizmaları ve bu temelde biçimlenmiş özerk yönetim kuralları olmalıdır. Herhangi bir siyasi partinin, bir sendikada üyelerin demokratik haklarını çiğnemesi, tehdit, rüşvet, hile veya seçim oyunları gibi yöntemlerle yönetimi ele geçirmesi ya da kendi siyasal eğilimi doğrultusunda tabana dayatmacılık yapması, sendikanın iç işleyişine haksız müdahalelerdir.
Fakat sendikaların siyasi açıdan bağımsız olup olmayacakları tartışması ise tamamen farklı bir nitelik taşıyor. Çeşitli siyasal parti ve eğilimlerden fazlasıyla etkilenen işçi sendikalarının siyasi bakımdan nötr veya tarafsız olacağını tasavvur etmek bütünüyle saçma olur. Hiçbir demokratik kitle örgütü aslında siyasetten kopuk, siyasetten bağımsız bir yapı değildir. Sorunun özü dikkatle düşünülürse yalın gerçek rahatlıkla kavranır. Devrimci siyasetten etkilenmeyen sendikalar, kaçınılmaz olarak sağ ve sol burjuva ya da küçük-burjuva siyasetlerin hegemonyası altına girerler. Bu durum kapitalist yaşamın bir kuralı olduğuna göre, asıl sorunu, şu veya bu sendikanın hangi siyasetin etki alanına girdiği oluşturuyor. Ve irdelenmesi gereken yön de, bu durumun işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşıp bağdaşmadığı olmalı.
Devrimci siyasetin gerekliliğini kavramamış işçilerin, işçi eylemleri, grev ve direnişler dönemlerinde, sol örgütlerin kendileriyle ilişki kurmalarından bazen rahatsızlığa kapıldıklarını biliyoruz. Henüz geri düzeyde duran işçilerin, devrimci çevrelerin sözlü ve yazılı propagandalarını, “bunlar bizi bölüyorlar” diye değerlendirmeleri sıkça karşılaşılan bir durum. Bu işçiler böyle yapmakla, aslında bilinçsizlikleri nedeniyle meydanı sendika bürokratlarına ve burjuva partilerine teslim etmiş oluyorlar. Bu gibi yanılgıları ortadan kaldıracak doğru bir çalışma tarzı tutturmanın ne denli elzem olduğu ortada. İşçilerin yanlış tutumlarını değişikliğe uğratmak ve onların önyargılarını kırmak içinse, onlara sabırla yaklaşmayı, uygun dil ve araçları bulup kullanmayı bilmek şart.
Politika uygun taktikleri bulup uygulama sanatıdır. Henüz hazır durumda olmayanların eline, en doğru içeriğe sahip bir yayını da tutuştursanız bu teşebbüsünüz geri tepebilir. Geride duranlar açısından değişim, zamana ve kitle hareketindeki yükselişe bağlı bir sorundur. Ancak, yanlış ve sabırsız davranışlarda bulunmamak ne denli gerekliyse, geriliğe prim vermemek, geri işçilerin düşünce ve davranışlarına adapte olmamak da o denli gerekli. Şu da bir gerçek ki, demokratik haklardan yararlanma ve bu hakları kullanma bilincinin geliştiği toplumlarda, devrimci çevrelerin kendi siyasal görüşlerinin propagandasını yapması ve bu görüşler doğrultusunda örgütlenmeye çalışması çok daha fazla sayıda işçi tarafından doğal bir hak kabul ediliyor. Bu gibi açılardan Türkiye’deki durumun ne denli farklı ve geri olduğu ise aşikâr.
İşçi sendikalarının burjuvaziden ve işbirlikçi siyasetlerden bağımsızlaşmasını savunmak büyük önem taşıyor. Fakat sendikaların siyasi örgütlerden tam ve kayıtsız şartsız bağımsızlığını istemek ise tamamen yanlış noktalara varabiliyor. Kimi “bağımsızlık” yanlılarının yaklaşımları, devrimci örgütlerin siyasi etkisine düşmanca tutum takındıkları ölçüde son derece yanlış ve mücadeleye zarar verici yönler içermektedir. Sendikaların devrimci sınıf siyasetine tarafsız kalmalarını istemek işçilere yarar sağlayacak bir istem olamaz. Zira bu gibi istemler nihayetinde burjuvazinin ve sendika bürokrasisinin işine gelmektedir. Bürokratlar her zaman sınıfın devrimci öncüsünün denetim ve müdahalesinden kurtulmaya çalışırlar. Burjuvazi ise sendikaları devrimci siyasetten uzak tutmak, işçileri dar kapsamlı bir sendikal mücadelenin çerçevesine hapsetmek için her araca başvurur.
Sendikaların bağımsızlığı konusunda sergilenen yanlış tutumlara bir örnek anarko-sendikalist yaklaşımdan verilebilir. Anarko-sendikalistler, devrimci bir önderliğin sendikal sorunlara müdahale etmesini ve sendikalar içinde devrimci mevziler kazanmasını, sendikaların bağımsızlık hakkının çiğnenmesi şeklinde yorumlamakta ve buna karşı çıkmaktadırlar. Bu gibi tutumlar, niyet ne olursa olsun, işçi sınıfına bir hayrı dokunmayan eğilimlerdir. Ne var ki madalyonun diğer yüzünde, Türkiye’de yaygın biçimde yaşanan bir başka sakat yaklaşımın yer aldığı da unutulmamalı. Küçük-burjuva sol çevrelerin sendikalara yönelik faydacı, dükkâncı yaklaşımlarına ve sendikaların idari bağımsızlığını hiçe sayan dayatmacı tutumlarına karşı çıkılmalıdır. Bu ikinciler birincilerin eline fazladan koz vermekte ve sendikal alanda doğru bir tutum sergilemeye çalışan gerçek komünistlerin çalışmasını sekteye uğratmaktadırlar.
Burjuva siyasal partilerin işçi sınıfının çıkarlarına tamamen aykırı biçimde sendikaları etkilemeleri, denetim altında tutmaları ve kendi siyasal görüşleriyle sakatlamaları bir gerçeklikken, sendikaların devrimci siyasal fikir ve çalışmalardan uzak tutulmasını istemek, sendikaların bağımsızlığını savunmak değil en âlâsından bir sınıf işbirlikçiliği olurdu. Devrimci Marksistler her zaman sendikal mücadeleyi militanlaştırmaya çalışırlar ve bunun sendikaların iç işleyişine haksız biçimde burnunu sokmakla hiçbir alâkası yoktur. Siyasi yol göstericilik ile siyasal dayatmacılık tamamen farklı tutumlardır. Sendikal mücadelenin devrimci tarzda desteklenmesi sendikaların bağımsız gelişimini durdurmaz, tam tersine geliştirir. Fakat öte yandan devrimci örgütlülüğün çıkarlarıyla sendikal örgütlülüğün çıkarları özdeş değildir ve bu gerçeklik doğrultusunda davranmaya özen gösterilmelidir. Sendikal mücadelenin kitleselliğine zarar verecek tutum ve davranışlardan kesinlikle kaçınılmalıdır.
Devrimci örgütlerin, sendikal alanı da kapsamak üzere işçi sınıfının çeşitli sorunlarında görüş ve çözüm önerileri ortaya koymalarına karşı çıkanlar işçi mücadelesine büyük kötülük yapıyorlar. Bu duruma sürüklenen işçiler bilinçsizliklerini, “aydınlar” ise devrimci düşünce ve faaliyete gizli ya da açık düşmanlıklarını sergilemiş oluyorlar. Üstüne üstlük, Türkiye’de genelde siyasal örgütlenme özgürlüğüne düşmanca bakan bir devletçi gelenek var ve özelde devlet güdümlü sendikacılığın derin kökleri bulunuyor. O yüzden de dikkat çektiğimiz sorunlar bu topraklarda katmerlidir. Dolayısıyla, sendikalarda doğru ve devrimci tarzda çalışma yürütenleri, “sendikaların bağımsızlığı” savunusunun ardına gizlenerek baltalamaya çalışan görüşlere ve bu tür görüşleri savunan kişi ve çevrelere en ufak bir ödün verilmemeli. İşçi sınıfının bütününün çıkarlarını savunmada en dürüst ve tutarlı tutumu takınan devrimci unsurlar, “sendikaların iç işlerine karışıyorlar” suçlaması gelecek diye devrimci hak ve görevlerinden vazgeçmeyecekler. Örneğin önemli grevler ve direnişler gerçekleştiğinde, mücadele içindeki kitlelerin önderliği, sendika tüzükleri öyle gerektiriyor diye sendika bürokratlarına terk edilemez. Komünistler bu gibi durumlarda işçileri aydınlatma ve ikna etme çalışması yürüterek, mücadeleci işçilerden grev ve eylem komitelerinin seçilmesine çaba sarf ederler.
İlkelere sahip çıkılmalı
Üzerinde durduğumuz ilkesel yaklaşım, devrimci geleneğimizin bugün de sahip çıkılması gereken kurallarını içeriyor. Ancak dünya genelinde işçi hareketinde yaşanan gerileme döneminin yarattığı tahribat büyüktür. Bu tahribatın izlerinin yok edilmesi ve işçi hareketinde yeni bir sıçramanın gerçekleştirilmesi için unutulan ve unutturulan temel hususlar yeniden ve sıklıkla gündeme getirilmeli. Bu bağlamda tekrar tekrar altını çizmeliyiz ki, işçi sınıfının devrimci önderliği sınıf mücadelesinin tüm alanlarında işçilerin kitle örgütlerine ve mücadelesine yol gösterici olmakla yükümlüdür. Bu nedenle Lenin’in de defalarca dikkat çektiği gibi, komünistler işçi sınıfının sendikal mücadelesine uzak duramaz, yabancı kalamaz ve düşmanca bir tutum takınamazlar.
Belirtmemiz gereken diğer bir ilke, komünistlerin sendikaları bölmeyeceğidir. Komünistler işçileri sabırla kendi siyasal görüşlerine kazanmaya çalışırlar. Uzun soluklu bir mücadeleye adanmış olduklarından, aceleci ve sekter tutumlarla kitle örgütlerinde istenmeyen bölünmelerin yaşanmasına karşıdırlar. Sol siyasal çevrelerin kendi görüş ve programlarına, eylem çizgilerine, sendikalar da dahil çeşitli demokratik kitle örgütleri içinde taraftar bulmaya çalışmaları en doğal haklarıdır. Bu durumun uzantısı olarak, tüm bu zeminlerde değişik siyasal görüşler arasında ideolojik ve siyasal bir mücadele de yürüyecektir. Ne var ki işçi sendikaları doğrudan siyasal örgütler değildir, sınıfın kitlesel örgütleridir. O halde, her bir siyasal akımın bölünme yaratarak kendi sendikasını kurması asla arzulanan bir sonuç olamaz. Çünkü böyle bir durum, işçi sınıfının sermayeye karşı yürütmesi gereken birleşik kitle mücadelesinin parçalanmasına ve dolayısıyla başarısızlığa neden olacaktır. Diğer yandan, bazı durumlarda sendikaların kitlesini kapsayan bir bölünmenin zorunlu hale gelebileceğini de asla göz ardı edemeyiz. Yeni sendikaların ve konfederasyonların kurulması, mevcut olanlar içinde mücadelenin artık olanaksız hale geldiği durumlarda ve tabandan yükselen, işçileri daha ileri bir çizgide toparlayan örgütlü bir mücadelenin neticesi olduğunda haklı ve yararlı bir tarihsel adım olabilir.
Sendikaların genelde işçi sınıfının ancak belirli bir bölümünü kapsayabildiği ortada. Oysa sendikalar işçi sınıfının bütününün mücadeleci örgütleri düzeyine yükseltilebilmeli. Bu hedef doğrultusunda, sendikalara üye işçileri daha mücadeleci kılmak, sendikasız ve işsiz işçilerin de sendikalı olmalarını sağlamak için aktif bir mücadele yürütülmesi elzemdir. Ayrıca, kadınları, gençleri, göçmen işçileri sendikalara çekmek için özel bir çaba sarf edilmelidir. Bütün bu çalışmalar boyunca, sendikaların rolünü fazlaca abartma ve devrimci örgütler yerine ikame etme eğilimlerine karşı da uyanık olunması gerekiyor. Sendikaların kendi başlarına bir amaç olamayacağı, yalnızca sınıfın kitlesel mücadele araçlarından biri olduğu unutulmamalı. Sendikaları, salt kendi mesleki çıkarlarını, maddi ayrıcalıklarını savunan aristokrat işçilerin bencilce yaklaşımlarından kurtarmak ve oturdukları koltuklara yapışan sendika bürokratlarının kontrolünden çıkartmak başlıca görevlerden biridir. İşçi sendikaları onları var eden üyelerine ait olmalıdır, işçi sınıfının bu kitle örgütleri bir avuç bürokratın çıkar kapısı olamaz.
İşçi sendikalarını üyelerinin sahip çıktığı ve toplumun tüm emekçi kesimlerinin saygı duyduğu mücadele örgütleri haline getirebilmek için, sendikal demokrasi uğruna ter akıtmak büyük önem taşıyor. Tabanın iradesini yansıtmak koşuluyla, değişik siyasi görüşlerden olanların sendikalara üye olma ve yönetici organlara seçilme hakkı ellerinden alınamaz. Sendikaların, siyasal görüşleri nedeniyle üyeleri üzerinde baskı ve tecrit politikası uygulamasına izin verilemez. Her düzeyden sendika temsilci ve yöneticisini taban seçmeli, işçilerin seçtiklerini denetleme ve isterlerse geri çağırma hakkı olmalıdır. Sendika yöneticilerinin içinden çıktığı işçilere yabancılaşıp bürokratlaşmaması için, yönetici aylıkları ortalama vasıflı işçi ücretini geçmemelidir. Sendika fonları üyelerin aidatlarıyla oluşur ve bu fonların tümüyle sendikal mücadeleye tahsisi gerekir. Bu fonları uyanık bir kapitalist mantığıyla değerlendiren veya bireysel çıkar kapısı olarak gören bürokratları sendikalardan defetmek zorunludur.
Sendikalar gerek genel konulara ilişkin tartışmaları gerekse toplu iş sözleşmesi görüşmelerini tabandan gizli yürütmemeli, tabana bilgi verilmelidir. Sendika üst kuruluşlarının üyelerine hesap vermesi ve üyelerine karşı açıklık ilkesine uyması için mücadele edilmelidir. Sendikal çalışma dendiğinde, komünistler bundan esasen militan bir taban çalışmasını anlarlar. Sendikal çalışma bahanesiyle yalnızca üst makamlara göz diken, koltuk sevdasına kapılan, tabanın söz ve karar hakkını çiğneyerek sendika üst yönetimlerine tepeden inmeyi marifet addeden fırsatçı tutumlar hoş görülemez.
İşçilere devrimci tarzda öncülük edebilmek, kerameti kendinden menkul iddialarla gerçekleşmiyor. Öncülük veya önderlik, işçi sınıfı içinde yürütülen azimli, sağlam, enerjik ve fedakâr çalışmaların sonucunda, işçilerce buna layık görülenler tarafından kazanılabiliyor. Bu doğrultuda ilerleyebilmek için, sınıfın tüm mücadelelerinde ve sendikal hareketlerinde yer alınmalı ve iş saatleri, ücretler, çalışma koşulları gibi somut talepler uğruna mücadelelere de öncülük edilmelidir. İşçilerin sahip çıkacağı açık ve anlaşılabilir güncel talepler ileri sürmek önemlidir. Ama bu taleplerin hangi tarzda yükseltildiği ve ne tarz bir mücadele ile yaşama geçirilmeye çalışılacağı da bir o kadar önemlidir. Mücadele etmeksizin kalıcı hiçbir şey kazanılamayacağını işçilerin bilincine yerleştirmek, ücretli kölelik düzeninden kurtuluşun temel koşullarından birini oluşturuyor.
Sermayenin işçilerin siyasal, sosyal ve ekonomik haklarına saldırısını küresel ölçekte yürüttüğü ve bu küresel saldırıya ancak işçi sınıfının küresel direnişiyle karşı konabileceği çok açık. Komünistler bu nedenle, tüm işçiler arasındaki dayanışma duygusunun gelişmesine çaba harcar ve işçilerde enternasyonal sınıf bilinci uyandırmaya çalışırlar. Bu amaç doğrultusunda çeşitli düzeyde ve türden işçi eğitim, kültür ve dayanışma derneklerinin kurulması büyük yarar taşımaktadır. Yalnız bu noktada önemli bir hususun altını çizelim. Bu tür dernekler sendikalara alternatif değil, işçilerin bilinç, mücadele ve örgütlülük düzeyini yükseltecek ve dolayısıyla sendikal mücadeleyi de daha nitelikli kılacak araçlardır. İşte Marksist tutum, tüm bu konularda son derece ilkeli ve özenli davranmayı ve sendikal birliğin mücadeleci temellerde sağlanmasına çaba sarf etmeyi gerektiriyor.
Bürokrasiye karşı tabandan mücadele
Troçki sendikalar üzerine kaleme aldığı bir yazısında, kapitalist devletlerde bürokratizmin en canavarca biçimlerinin sendikalar içinde görüldüğüne değinir. Kapitalizmin Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de bekasını, büyük ölçüde sendika bürokrasisine borçlu olduğunu söyler. Sendika bürokrasisi, İngiliz emperyalizminin belkemiğidir. İşçi hareketini sendika bürokrasisi sayesinde mücadeleden geri tutma noktasında İngiltere örneği zamanla genelleşmiş ve bu bürokrasi tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının baş belâsı olmuştur.
İşçilerin yükselen eylemlerinin burjuva yasal çerçeveye sığmadığı ama kitleler nezdinde meşruiyet kazandığı durumlarda, burjuvazinin imdadına her yerde önce sendika bürokrasisi yetişmektedir. Devrimci işçiler kitleleri ileriye çekmeye çalışırken, sendika bürokrasisi, onları, patronların koyduğu yasalara kayıtsız koşulsuz itaat etmeye zorlar. Bir bürokrat mevki ve makamına, ona ömür boyu ayrıcalıklı bir yaşam sunacak kaynak olarak bakar ve bu kural sendika bürokratı için de geçerlidir. Seçildiği pozisyon sendika bürokratı açısından işçilere hizmet sunması gereken bir görev alanı değil, burjuva düzenle bütünleşmiş bir yaşam fırsatı sunan mevkidir. İşçilerin oyuyla seçilmiş olsalar bile büyük ayrıcalıklara kavuşan ve işçiler tarafından denetlenemeyen sendika yöneticilerinin bürokratlaşması neredeyse kaçınılmaz olmaktadır. Ve böyleleri konumlarını güvenceye almak için sınıfa her türlü ihanete açık hale gelmektedirler.
Sendikal mücadelenin gerilemesinde sendika bürokrasisinin rolü ve bürokratların ihanetleri hiçbir zaman hafife alınamaz. Ancak bu bürokrasiye karşı başarılı bir mücadele yürütülebilmesi için, bazı hususlar doğru kavranmalı. İşçi sendikalarını hepten gözden çıkaran ve sendikal mücadeleye gereken önemi vermeyen sol eğilimler, sendika bürokrasisi olgusuna da doğru yaklaşmıyorlar. Sendika bürokrasisine karşı mücadele, gerçekten de bu kavramın içeriği üzerinde özenle durmayı gerektiriyor.
Soruna sosyolojik açıdan yaklaştığımızda, çeşitli düzeydeki sendika yöneticileri arasında, alt, orta ve üst düzey memurlar arasındaki sınıfsal ayrıma benzer biçimde farklılıklar olduğunu görüyoruz. Sendika işyeri temsilcileri ve tabana yakın duran şube yöneticileriyle, siyasal açıdan burjuva düzenle bütünleşmiş üst bürokratlar arasında ayrım yapmaksızın sendika bürokrasisine karşı başarılı bir mücadele yürütülemez. İşçi sınıfının çıkarları için mücadele etmek isteyen ve tabanın desteğini hak eden işçi temsilcilerini ve şube yöneticilerini militanlaştırmanın koşulları vardır ve bunu yapmak gerekir. Fakat burjuvaziyle bütünleşmiş sendika üst bürokrasisini sözde sola itme adına, onlara “kızıl gömlekler” giydirme eğilimi ise bütünüyle yanlıştır.
Sendikal işleyişe bakıldığında, gerçekte iplerin asıl olarak üst yönetimlerin elinde olduğu görülür. Sendika üst bürokrasisi genelde sınıftan tam anlamıyla kopmuş, burjuvalaşmış, mevki ve makam ayrıcalıklarının maddi manevi getirilerine müptela olmuş profesyonel unsurlardan oluşur. Şubeler düzeyinde seçilmiş yöneticiler ise bunlara oranla daha küçük düzeyde “memurlardır” ve tümünün işçilerden kopan yöneticiler olduğunu söylemek doğru olmaz. Pek çoğu görevlerini amatör yöneticiler olarak yerine getirmekte, yaşamlarını delege olarak seçildikleri işyerleri ve fabrikalarda çalışmaya devam ederek sürdürmektedirler. Ancak kuşkusuz, sınıf hareketindeki gerilemenin ve sendikaları esir alan genel yozlaşmanın yalnızca üst bürokrasiyi değil, alt düzeydeki sendika yöneticilerini de etkilediğini asla inkâr edemeyiz. Ne var ki bu tür bir etki aslında sınıfın bütününü pençesine almaktadır ve buna rağmen işçiler bilinçlendikçe mücadeleye atılmak isteyenlerin sayısı artacaktır.
Bu tür hususların doğru biçimde değerlendirilmesi, sınıf içinde devrimci çalışma yürütenlerin sendika bürokrasisine karşı mücadelede yol alabilmeleri bakımından önem taşıyor. Sendikal bürokrasiye karşı mücadelede, devrimci çizginin, reformistlerin sendikal alandaki uzlaşmacı tutumlarından tamamen farklı olduğu da son derece önemli bir nokta. Reformizm, her alanda olduğu gibi sendikal mücadele alanında da işini burjuvaziyle işbirliğine dayanan yöntem ve taktiklerle yürütüyor. Bu nedenle reformist sol çevreler, sendikalara, işçi sınıfını daha mücadeleci kılacak hedeflere ulaşılması açısından değil, kendi pozisyonlarını güçlendirme kaygısıyla yaklaşıyorlar. Reformist ve oportünist unsurlar, tabanda işçiler arasında kazanılmış sağlam mevzilere dayanmayan ilkesiz seçim ittifaklarıyla sendika üst yönetimlerine tepeden inme arzusuna sahipler. Bu tür tutumların onaylanabilecek hiçbir yanı yoktur. Mücadeleyle kazanılmayan sözde mevziler sendika bürokrasisi belâsını defedemez, olsa olsa ona sol görünümlü yeni unsurlar ekleyebilir. Kuşkusuz böylesi durumların işçiler üzerinde büsbütün kafa karıştırıcı ve moral bozucu bir etki yaratacağı da asla unutulmamalı.
Sol sekterlik
Devrimci Marksizmden esinlenmiş gibi görünse de onu tam anlamıyla içine sindiremeyen küçük-burjuva devrimciliği, işçi hareketine uzandığı ölçüde burada çeşitli sol savrulmalara neden oluyor. Bu nitelikteki savrulmalar geçmişten günümüze çeşitli siyasal biçimler altında kendini ifade etti ve etmeye de devam ediyor. Ne var ki hemen hepsinde ortak olan yön, söz düzeyinde egemen olan keskin devrimcilik, bir başka deyişle devrimci lafazanlıktır. Somutlamak için kısa bir örnek verebiliriz. Diyelim işçilerin güncel talepleri uğruna mücadelenin küçümsenmesi ve yalnızca nihai devrimci hedeflerden söz edilmesi, bunu yapana söz düzeyinde daha keskin bir devrimci görünüm kazandırabilir. Ama işin gerçeğinde bu tutum illâ da daha mücadeleci olmak anlamına gelmez. Hatta tam tersine, bu tür tutumlar çoğunlukla pasifizmin üzerini örten bir kılıf işlevi görürler.
Sendikal mücadele alanını ilgilendiren sorunlar bağlamında sol sekter tutumların çeşitlemelerine defalarca tanık olmuşuzdur. Sendikal mücadele denildiğinde görüş ufkunu Türkiye’de işçi sendikalarının içinde bulunduğu müflis durumla sınırlayan ve bu durumun değiştirilmesi için çaba sarf etmeyen yaklaşım tipik bir örnek oluşturur. Bu tür yaklaşımların tarihin hiçbir döneminde işçi mücadelesini başarılı kıldığı görülmüş değildir. Tersine, zaten varolan gerilemeyi ve küçük-burjuva karamsarlığını daha da derinleştirmektedirler. Sekterler daima çeşitli bahanelerle kendilerini haklı çıkartmaya çalışırlar. Yine bir örnekle somutlayalım. Sınıfın siyasal mücadelesinin birincil derecede önem taşıdığı ve devrimciliğin ekonomik mücadele sınırları içine hapsedilemeyeceği kesinlikle doğrudur. Ancak bu doğrudan hareketle, sendikal alanda yürütülmesi gereken militan mücadelenin küçümsenmesi noktasına savrulmak tamamen yanlıştır. Ne var ki, bir doğrudan bir yanlış türetmek küçük-burjuva solcuların belki de en önde gelen marifetlerinden biridir. Oysa devrimci geleneğimizin vazgeçilmez bileşenlerinden biri olan Bolşevik çalışma tarzı, sol sekterlerin bir türlü kavrayamadıkları hususlara işaret ediyor. Bolşeviklerin işçi sınıfı içinde önderliği kazanabilmiş olmalarının en önemli nedeni, işçi-emekçi kitlelerin büyük küçük demeksizin tüm can yakıcı sorunlarına sahip çıkmalarıydı.
Bir de meselenin asla göz ardı edilemeyecek diğer yönü, devrimci siyasi görevlerin çarpıtılmadan kavranması gereği var. Herkes için açık olmalıdır ki, devrimci parti işçiler arasında sendikal çalışma yürütmekle inşa edilemez. Marksist teoriyle donanmış ve eylem deneyimiyle çelikleşen kadrolar temelinde bir öncü devrimciler örgütü yaratmaya girişmeden de, parti inşa faaliyetinden bahsetmenin zaten bir anlamı yoktur. Bunlar son derece önemli sorunlardır. Ve bu tip sorunlar yalnızca tartışarak, laf üreterek değil, doğrusunu yapmaya çalışarak çözüm yoluna konabilirler. İşçi sınıfı içinde çalışma adına kendini ağırlıklı olarak sendikal mücadeleye kaptıran bir faaliyet tarzı, burada özetlemeye çalıştığımız temel siyasal görevi küçümsüyor demektir. Sol sekter tutumlara karşı mücadeleyi elden bırakmamak ne denli elzemse, temel siyasi görevleri küçümseyen sendikalizm eğilimini hoş görmemek de o denli zorunludur.
Yanlışlara savrulmamak için, bazen tam olarak kavranamayan kimi hususlar üzerinde dikkatlice düşünmenin büyük yararı var. Örneğin, Bolşevik tarzda çalışma yürüten bir devrimciler örgütünün disiplinine bağlı olarak ve onun denetimi altında işçiler arasında sendikal faaliyete katılmanın sendikalizm sapmasıyla bir ilgisi yoktur. Bu husus iyi anlaşılmazsa, sol sekterliğe karşı eleştiri yürütenlerin bizzat kendilerinin sol sekterizme sürüklenmeleri kaçınılmaz hale gelir.
Bazen devrimci dönüşüm geçirmeye başlayan işçilerin, çalıştıkları işyerlerinde kendilerini diğer işçilerden yalıttıkları ve siyasal çalışmaya önem verme adına sendikal mücadeleden uzak durdukları görülür. Oysa siyasal çalışma, işçiler arasında çeşitli düzeylerde yürüyen mücadeleden kopuk ve soyut bir olgu değildir. Siyasi anlamda yetkinleşmeyi, kendini diğer işçilerden soyutlayıp kişisel bilgi edinme hazzıyla yetinme şeklinde algılamak tam bir gaflete sürüklenmek anlamına gelir. Bu duruma düşenler, çalıştıkları fabrika ve işyerlerinde örgütlenme mücadelesinde bir işe yaramayan sekter unsurlara dönüşürler. Devrimci bir örgütlülük içinde yer alan ve devrimci teoriyle donanmaya başlayan bir işçinin, çevresindeki işçi arkadaşlarını geri bulduğu için onlardan uzaklaşmaya başlaması affedilmez bir hata olur. Bolşevik tarzda devrimci faaliyetin en önemli unsurlarından biri, ileriye çıkanın, henüz geride duranlara her alanda önderlik edebilme azmine ve yetisine sahip olmasıdır.
Devrimci unsurların en önemli görevi, işçilerle her zaman en yakın temas halinde bulunmak ve çevrelerinde çeşitli düzeyden örgütlü işçi halkaları oluşturabilmektir. İşçi kitlesinin kitaplardan değil kendi deneyimlerinden öğrendiğini biliyoruz. Fakat devrimci kadrolar da saksıda yetişmez, devrimci nitelik taşıyan bir mücadele içinde eğitilir ve eylemler içinde olgunlaşıp pişerler. İşçilerin sınıf çıkarlarını savunma noktasında kendi haklılığına ve gücüne güvenen bir devrimciler örgütü, bu vasıflarını fiilen işçi çalışması içinde kanıtlamakla yükümlüdür. İşçiler küçük-burjuva devrimcilerden ve aydınlardan farklı olarak, kişileri ya da örgütlü çevreleri onların devrimci laflarının keskinliğine bakarak değil, canlı yaşam içindeki tutum ve davranışlarına göre tartıp değerlendirirler. O nedenle, ajitasyon ve propagandanın ve kadroların davranış tarzının işçiler tarafından doğru bir şekilde kavranması için özen gösterilmesi büyük önem taşır.
Devrimci mücadelenin başlangıç dönemlerinde veya genç unsurlar arasında sol sekter tutumlara sürüklenenlerin sayısı hiç de az değildir. Lenin bu tür “çocukluk hastalıkları” üzerinde durmuş ve bu hastalıklara yakalanan devrimcileri eleştirmiştir. Sendikaların işçi aristokrasisi ve bürokrasisi nedeniyle içine sürüklendikleri durumu gerekçe göstererek, sendikalardan çekilme çağrısı yapan Alman solları bu duruma örnektir. Sendikalar işçi kitlesiyle birlikte bir tarafta dururken, gerici oldukları bahanesiyle bu sendikalarda çalışmayı reddetmek netice olarak zor koşullarda mücadele yürütmekten kaçmak anlamına gelmektedir. Bolşevik tarzda mücadelenin temel kurallarından biri de, kitleler neredeyse orada çalışma yürütmeyi bilmektir. Mevcut kitlesel sendikalar içinde mücadeleden vazgeçip temiz ama ufak yeni işçi birlikleri kurmayı düşlemek, sendikaların tabanındaki işçileri bürokratların ve burjuvazinin etki alanına terk etmek olur.
Son olarak bir başka önemli noktaya değinelim. İşçi kitlesi arasında gerek duyulan örgütlenme biçimlerini belirleyecek olan esasen sınıf mücadelesinin ulaştığı düzeydir. Devrimci durumlarda fabrika komiteleri, işçi konseyleri gibi farklı türden işçi örgütlenmelerine ihtiyaç doğar ve sendikaların varlığı bu ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Ama şu da bilinmeli ki, olağan dönemlerde bu tür örgütlenmeler için yapılan doğrudan çağrılar zamansız kaçar, istenen sonuca hizmet edemez ve havada kalırlar. Kuşkusuz, işçilerin devrimci bilincini ve ufkunu geliştirmek amacıyla bu konular ele alınmalı, bunlara dair eğitici propaganda her zaman yürütülmelidir. Fakat somut taktiklerin belirlenmesi söz konusu olduğunda, değinmeye çalıştığımız farklı düzeyler arasındaki ayrım atlanamaz. Zamanı ve zemini bakımından uygun olmayan eylem çağrıları yarardan çok zarar getirir, başarılı olamadığı için gereksiz yere moral bozar ve devrimci hedefleri sıradanlaştırıp laçkalaştırır.
Kendiliğindenliğe tapınma
İşçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle siyasal mücadelesi farklı içeriklere sahipler, ama nihayetinde birbirlerinden tamamen kopuk da değiller. Zaten politikanın son tahlilde yoğunlaşmış ekonomi anlamına geldiği biliniyor. İşçiler ekonomik mücadele temelinde yalnızca tekil patronlarla karşı karşıya gelmekle kalmıyor, daha kapsamlı ekonomik hak talepleri için yürütülen eylemler onları patronlar sınıfıyla ve bu sınıfın devletiyle karşı karşıya getiriyor. Bu nedenle sınıfın sendikal mücadelesi kaçınılmaz olarak siyasi alana doğru uzanmaktadır.
İşçi mücadelesinin ekonomik ve siyasal boyutları arasındaki ilişkinin doğru tarzda kavranması, bu ilişki alanından türeyen pek çok önemli sorunun aydınlatılması bakımından da önem taşıyor. Bu bağlamda, Marksist literatürde sıkça değinilen kendiliğindenlik olgusunu ele alabiliriz. Sınıfa dıştan planlı bir siyasi müdahale olmasa bile, işçiler arasında kapitalist düzene karşı kendiliğinden bir öfke ve tepkinin doğması doğaldır. Zaten bu “kendiliğinden unsur”, özünde tohum halindeki bir bilinçlenmedir; aslında bilincin ilk biçimidir. Sınıfın bağrından kopup gelen ilkel düzeydeki başkaldırmalar, işçilerin düzene karşı birlikte mücadelenin önemini hissetmeye başladıklarını ortaya koyar. Aslında bu ön mayalanmalar fevkalâde önem taşır. Çünkü belirli düzeyde kendiliğinden gelişen sınıf duygusu olmadan, işçiler arasında devrimci bilinç ve örgütlülüğün kök salmaya başlaması da olanaksızdır.
Bu nedenle Lenin, kendiliğinden patlama niteliği taşıyan bir iktisadi grevin bile siyasal açıdan önem taşıdığına dikkat çekmiştir. Zira daha önce atalet içinde debelenen işçilerin, örgütlenmede ve mücadelede ilk adımları atmaları önemli bir gelişme demektir. Komünistler işçilerin kaydedeceği bu tür sıçramalara asla kayıtsız kalmamışlardır ve kalamazlar da. Parçalanmış ve birbirleriyle rekabet eden işçilerin artık ortaklaşa hareket etmeye başlamalarının ileriye doğru atılmış bir adım olduğuna ve bu yüzden sendikaların işçiler için bir dayanışma okulu işlevi görebileceğine Marx da dikkat çekmiştir.
Aslında mutlak anlamda kendiliğinden, yani siyasetten ve siyasi çevrelerden hiç etkilenmeyen bir eylem ya da eylemlilik hali düşünülemez. O nedenle, kendiliğindenlik olgusunu daha kapsamlı siyasi içeriğiyle kavramak doğru olacaktır. Böyle yaklaştığımızda, kendiliğindenlik, devrimci siyasal bir örgütün önderlik etmediği eylem türünü veya böyle bir önderlik olmasa da her halükârda sınıfın içinden fışkırabilecek mücadele düzeyini anlatır. Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, 15-16 Haziran Direnişi son tahlilde kendiliğinden bir işçi direnişidir. Fakat burada meselenin asıl üzerinde durmak istediğimiz yönü, işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine kıyasla ekonomik mücadelenin taşıdığı kendiliğindenlik özelliğidir.
Devrimci Marksizmin kendiliğindenlik olgusu çerçevesinde boğuştuğu sorun, kapitalist düzene karşı işçilerin kendiliğinden gelişen tepki ve eylemleri olamaz. Yanlışlık, bu kendiliğinden eylemlerin yeterli görülmesi noktasında başlıyor. Çünkü kendiliğinden işçi hareketi nihayetinde sendikalizmden öteye geçemiyor veya burjuva sol siyasetlerin esiri oluyor. Kendiliğindenliğin önünde kölece boyun eğenler, devrimci siyaset ve devrimci örgütün gereğini ve işçi sınıfına devrimci bilincin taşınması görevini küçümsüyorlar. Bu çeşit yaklaşımlar zaman içinde belli başlı bazı siyasi akımlar da doğurmuştur. Bunlardan biri, işçi hareketinde anarşist düşüncenin etkisini yansıtan anarko-sendikalizmdir. Bir diğeri ise, ekonomik mücadelenin kendisini bir siyaset katına çıkaran trade-unionizm yani sendikalizm veya Türkçe’de yerleşmiş deyişle ekonomizmdir.
Tarihsel kökleri bakımından anarko-sendikalizm, Marksist düşünceye karşı çıkan Proudhon ve Bakunin gibi siyasetçilerin düşünceleriyle biçimlenmiş bir sol eğilimdir. Fransa’da defalarca örneklendiği gibi, bu siyasi eğilim aydın çevreler içinde yaygınlaştığı durumlarda militan sınıf mücadelesinden kopuk bir nitelik taşır. Fakat İspanya İç Savaşı döneminde görüldüğü üzere, militan işçilerce savunulduğunda devrimci proleter özellikler sergilemesi de vakidir. Hemen belirtmek gerekir ki, İspanya benzeri örnekler aslında devrimci sınıf mücadelesinden, yani komünizmden etkilenen mücadeleci işçilerin yarattığı istisnalardır. Genelde ise, işçi sınıfının devrimci mücadelesine ters düşen anarko-sendikalizm en çok anarşizmin özellikleriyle bezelidir. Anarşizm, siyasal iktidarın işçilerce ele geçirilmesini ve bir işçi devletinin kurulmasını reddeden ve bu nedenle kapsamlı bir siyasal mücadelenin gerekliliğini yadsıyan bir siyasal akımdır. İşçilerde politik eyleme ve devrimci politikaya karşı kayıtsızlık uyandıran anarko-sendikalizm, bir başka uçta gibi görünen kardeşi ekonomizmle gerçekte pek çok benzerliklere sahiptir. Marksist kavrayışa aykırı bu iki siyasal eğilim, farklı içerik ve yöntemlerle de olsa, neticede sendikal mücadeleyi zararlı biçimde fazlasıyla ön plana çıkarmaktadır.
İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin gerektirdiği devrimci siyasal önderliğin yaratılması görevinden kaçan anarko-sendikalizm, işçi sendikalarının önemini abartır. Sendikaların bağımsızlığını savunma adına, devrimci siyasal önderliğin sendikalara yol göstermesi ihtiyacına karşı çıkar. Aslında kendi görüşleri temelinde fiilen bir siyaset güden anarko-sendikalistler, iktidar mücadelesinin insanı kirleteceği gerekçesiyle işçileri devrimci siyaseti küçümseme ve ekonomik mücadeleyi yeterli görme batağına sürüklemektedirler. Bu akımın savunucuları, sendikaların ve kendiliğinden mücadelenin neredeyse burjuvaziyi devirmek ve sınıfsız-devletsiz toplumu kurmak için yeterli olacağı görüşünü geliştirmişlerdir. Siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci zor yoluyla ele geçirilmesi görevi bu çevrelerce küçümsenir ve burjuva düzeni devirmede genel grev silahının önemi yüceltilir. Özetle vurgulayacak olursak, icabında keskin devrimci nutukların ardına saklanmış bir kendiliğindenliğe tapınma arzusu anarko-sendikalistlerin tipik özelliğidir.
İşçi hareketinin tarihi, işçi sınıfını devrimcileştirme çabasından kopuk küçük-burjuva devrimci radikalizminin sonunda diğer uca, reformizme savrulduğunu kanıtlayan sayısız örnekle dolu. Nitekim Avrupa ülkelerinde birinci emperyalist savaş öncesinde radikal söylem düzleminde keskinleşen ve Marksizmi yeterince devrimci bulmayan anarko-sendikalistlerin büyük çoğunluğu, emperyalist savaş patlak verdiğinde sınıf işbirlikçilerinin örgütü Sosyalist Enternasyonal’in peşinden gitmiş ve uzlaşmacılık batağına saplanmıştır.
Ekonomik mücadeleyle sınırlı siyaset
Yine kendiliğindenliğin önünde boyun eğen ve ekonomik mücadelenin önemini abartarak bizzat bu mücadeleyi reformist bir siyaset kalıbına döken akım ise trade-unionizm diye adlandırılıyor. Esasen İngiltere’de doğmuş bulunan trade-unionizm akımı adını trade union yani sendika sözcüğünden almıştır. Bu bakımdan Türkçe’deki karşılığının da aslında sendikalizm olması daha doğrudur. Ne var ki trade-unionizm sözcüğü genelde dilimize ekonomizm diye çevrilmiş ve o şekilde yerleşmiştir. İşçi sınıfının kitlesel mücadelesinden kopuk küçük-burjuva sol sektlerin tersine trade-unionizm sendikal mücadele içindeki işçilere uzanmış, ekonomik mücadele ve reform talepleriyle sınırlı bir siyaset yaratmış ve bu temelde kitlesel bir güç haline de gelmiştir. Bu durumun en çarpıcı örneğini, bizzat işçi sendikalarının üzerinde yükselmiş bulunan İngiliz İşçi Partisi sunuyor.
Bu örnek, işçilerin siyasal ve sendikal örgütleri arasında bağ kurmanın ve bu temelde kitleselleşmenin tek başına yeterli olmadığını, sonucun iyi ya da kötü oluşunu içeriğin (yani reformist mi yoksa devrimci mi) belirlediğini ortaya koyuyor. İngiliz örneğindeki bütünleşme, İşçi Partisini devrimci mücadeleye hayrı dokunacak bir önder durumuna getirmedi, sendikaları ve sendikalı işçileri bir burjuva işçi partisi niteliğiyle partileştirdi. Açıkça görülmektedir ki, işçilerin burjuva reformist siyasetin temsilcisi olan bir işçi partisinde toparlanmaları, işçi sınıfını kitlesel biçimde burjuva reformizminin kuyruğuna takmaktan başka da bir anlama gelmiyor. İngiliz İşçi Partisi veya Avrupa ülkelerindeki benzerleri (sosyal-demokrat ya da sosyalist adını taşıyan partiler), sendika bürokrasisi ile parti bürokrasisinin iç içe geçtiği bir durumu yansıtmaktadırlar. Bu özellikleri nedeniyle, hem bu partilerin taban örgütlerini oluşturan sendika branşlarındaki işçi kitlesi üzerinde bürokrasinin basıncı artmakta, hem de işçiler arasında burjuva reformist yanılsamalar katmerlenerek büyümektedir.
Vaktiyle Çarlık Rusya’sında yaşanan deneyim de bir başka örneği oluşturuyor. O dönemlerde Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde doğan sendikal veya siyasal akımlar yalnızca kıta Avrupa’sını etkilemekle kalmamış, zaman içinde etki alanlarını fazlasıyla genişletmişlerdi. Böylece, sendikal mücadelenin rolünü abartan ve özü sendikalizm olan bir siyaset, burjuva demokratik hakların olmadığı Çarlık Rusya’sında da uç vermişti. 1890’ların Rusya’sında işçileri uyandıran grev dalgasının etkisi, Lenin’in eleştirilerine konu olan ekonomizm hastalığını yaygınlaştırmıştı. Rusya’da ekonomizm, hatalı yaklaşımlar düzeyinde kalmamış ve Marksist temellerde yükselen devrimci hareketin karşısına dikilen belli başlı siyasal akımlardan biri olmuştu. İşçi yığınlarının uyanmaya başladığı ve sınıf bilincinin geliştirilmesinin son derece yakıcı bir önem kazandığı bir dönemde, ekonomistler sınıfa devrimci bilinç taşımak isteyen siyasal çevrelerin etkisini kırmaya çalışmışlardı. Lenin bilinç unsurunun küçümsendiğini kanıtlamaya çalışırken, ekonomistler bunun karşısına “gelişmenin kendiliğinden unsurunun önemi”ni çıkartıyorlardı.
Ekonomizm diye adlandırılan siyasal akımın başlıca iddiasını “ekonomik mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak” şeklinde özetleyebiliriz. Fakat bu noktada bir yanılgıya düşmemek için önemli bir hususa da dikkat çekelim. “Ekonomik mücadeleyi siyasallaştırma” gibi vurgular bazen bilinçli olarak ekonomizmi savunmak anlamında değil, tam tersine zorunlu bazı görevlere işaret etmek için kullanılabiliyor. İşçilerin sendikal mücadeleyle yetinmelerinin önüne geçmeyi amaçlayan bir “siyasallaştırma” vurgusunun yanlış olduğu söylenemez. Ekonomizme düşmeme kaygısıyla kaskatı kesilmek, sendikal mücadeleyi siyasal mücadeleden tamamen kopukmuş gibi yorumlamak ve sendikal alanda siyasallaşma propagandasından geri durmak son derece zararlı bir eğilimdir.
Ekonomistlerin anlayışı olan “iktisadi mücadelenin kendisine siyasi bir nitelik kazandırmak” yaklaşımı ise tamamen farklı bir içeriğe sahiptir. Ekonomistler işçi sınıfının mücadelesini, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı bir siyasete indirgemektedirler. Ama böyle bir siyaset, zaten işçi sendikalarının her zaman yapmakta oldukları işten ibarettir. Siyasi mücadele adına bu tür görüşler ileri sürmek, aslında işçi sınıfını sendikal siyaset düzeyine hapsetmekten öte bir anlam taşımaz. Ekonomistlerin sloganının, siyasal eylem alanında kendiliğindenliğe boyun eğmeyi çok çarpıcı biçimde ifade ettiğini söyler Lenin. Zira sendikal mücadele, devrimci unsurların müdahalesi olmadığı takdirde zaten egemen sınıfın egemen fikirlerinin etkisiyle kendiliğinden siyasi bir niteliğe bürünmektedir. Bunun şu ya da bu türden bir burjuva partisinin siyaseti olduğu ise çok açıktır.
Bilindiği gibi, proleter devrimci mücadele reform mücadelesini, güncel talepler uğruna mücadeleyi dışlamıyor. Dolayısıyla komünistleri reformistlerden ayırt eden yön, yalnızca nihai hedeflerin propaganda edilmesi değil, reformların veya mütevazı görünen bir gündelik talebin bile işçilerin gözünü açacak, onları mücadeleye sevk edecek yöntemlerle elde edilmeye çalışılmasıdır. Oysa ekonomizm akımı, kapitalist düzeni devrimci yoldan yıkmayı değil de ekonomik iyileştirmelerle onu katlanabilir kılmayı amaçlayan reformist bir siyaset yaratmıştır. İşçilere bu burjuva siyasetini taşıyan ekonomistler, öncü işçilere devrimci bilincin taşınması için çabalayan Marksistleri kitleye önem vermemekle suçlamışlardır. Devrim kaçkını ekonomistlerin “işçi yığınlarına ağırlık vermeliyiz” gibi gerekçelerle kendilerini haklı çıkartmaya çalıştıkları bilinir. Buna benzer yaklaşımlara her dönemde olduğu gibi günümüzde de rastlamak mümkündür. Oysa işçi hareketi içinde çalışma yürütürken, kitleselleşme adına geri bilinç düzeyine sahip işçilere ayak uydurmak marifet değil, uvriyerizm yani işçi kuyrukçuluğudur. Geride duranları ileriye çekmek yerine onların nabzına göre şerbet vermek devrimci çalışma tarzıyla bağdaşamaz. Bu tür tutumlar, çevrede belirli işçilerin yığışmasını sağlayarak belirli bir başarı elde etmiş gibi görünebilir. Ama devrimci siyaset bakımından bunlar sakat temellerde elde edilmiş sözde başarılardır, ekonomistler açısından ise makbul siyasetin ta kendisidir.
Ekonomik mücadele elbet önemlidir, fakat bu mücadelenin sınırlı bir etkisinin olduğu da asla unutulmamalı. Bu nedenle Marx, Ücret, Fiyat ve Kar adlı çalışmasında, işçilerin bu günübirlik mücadeleden elde edilecek başarıyı abartmamaları gereğine işaret eder. Bu mücadele düzeyinde işçiler, kapitalizmin yarattığı belli sonuçlara karşı çıkmaktadırlar. Ama bu sonuçları ortaya çıkaran nedenlere, yani kapitalist düzenin varlığına son verecek darbeleri henüz indirememektedirler. Bir başka deyişle, yalnızca acı dindirici ilaç kullanmakta ama hastalığı iyileştirememektedirler. İşçiler, sermayenin hak gasplarına ve düşen ücretlere karşı sürekli mücadele yürütmeli, fakat bu günlük mücadele içinde kaybolmamalı, bu kadarıyla yetinmemelidirler. Zira onların belini büken ve yoksulluk içinde süründüren kapitalist düzen, aynı zamanda ondan kurtuluşu sağlayacak maddi koşulları da yaratmıştır. Dolayısıyla, sendikalizmin ve burjuva liberalizminin, kapitalizm altında “adil bir ücret” gibi istemlerin gerçekleşebileceğine dair işçilerde yarattığı yanılsamalara kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Unutulmamalı ki, asıl kötülüğün kaynağında ücretlerin şu ya da bu düzeyde oluşu değil kapitalist ücret sisteminin ta kendisi yatıyor. Bu gerçeği teşhir etmeyen bir propaganda, sömürüyü gözlerden gizler. O nedenle işçiler mücadele bayraklarının üzerine “Adil bir ücret” biçiminde tutucu sloganlar yazmak yerine, “Ücretli kölelik sisteminin ortadan kaldırılması” şeklinde devrimci bir slogan yazmalıdırlar.
İşçilerin mücadelesinin devrimci doğrultuda ilerletilebilmesinde, yürütülecek propaganda ve ajitasyonun niteliği gerçekten de büyük önem taşıyor. Lenin komünistlerin işçi sınıfı içinde yürütecekleri propaganda ve ajitasyonda uyulması gereken kurala dikkat çekmişti. Amaçlanan, işçilerin yalnızca kendilerine yönelik baskı ve haksızlıklara tepki vermekle yetinmemeleri ve kapitalist düzenin çeşitli kesimleri ilgilendiren çok yönlü saldırılarına karşı çıkmalarıdır. İşçi sınıfı içinde gerçek devrimci siyasal bilinç ancak bu yöndeki çabalarla geliştirilebilir. Ancak bu noktada, yalnızca sabırlı bir çabayla aşılacak engeller olduğunu da göz ardı edemeyiz. Sınıf içinde çalışma yürüten herkesin tanık olduğu gibi, sendikal mücadele alanına hapsolmuş işçiler daha ziyade ücretle, çalışma saatleriyle, sosyal haklarla ilgili talepler etrafında dönen ajitasyon ve propaganda faaliyetine sıcak bakmaktadırlar. Bunun dışında, söz konusu faaliyet örneğin ezilen ulusa ya da ezilen cinse yönelik baskılara karşı çıkmaya yöneldiğinde, aynı durumdaki işçiler tarafından fazla radikal veya fazla “siyasi” bulunmaktadır. Ama durum böyledir diye, varolan bilinç düzeyine teslim olanlar da haklı görülemez. Zira sınıfın mücadele düzeyi, burjuva düzenin işçilerin zihninde oluşturduğu bu engelleri kırmakla, siyasal ajitasyonu sendikal mücadele alanının sorunlarıyla sınırlandırmamakla ilerletilebilir. Oysa ekonomizm, sendikal sorunlar etrafında dönüp duran bir bilinçlendirme çalışmasının işçi sınıfının eğitiminde en etkili ve yararlı araç olduğunu iddia ediyor.
Yanlış eğilimlere bir başka örnek daha verelim. İşçilerin yalnızca fabrika içinde cereyan eden sorunların ajitasyonu temelinde uyandırılmaya çalışılması da neticede bir çeşit sendikalizmdir. Lenin Rusya’da yaşananlardan hareketle, işçi sınıfının uyanışı döneminde “fabrika bildirileri” yazım ve dağıtımına dayanan bir “gerçekleri teşhir etme” tutkusunun ortalığı sarabileceğine dikkat çekmişti. Fabrika bildirileri esasen fabrika sistemini teşhir ediyor ve işçiler arasında bu doğrultuda bir faaliyet isteği uyandırıyorlardı. Bu bakımdan genel uyanış dönemlerinde önemli bir işlevleri de olmaktaydı. Ne var ki bununla yetinmek veya bu noktada çakılı kalmak işçiler arasında devrimci siyasal bilinç ve örgütlülüğü asla geliştirmeyecektir. O yüzden de tamamen yanlış bir siyasal yaklaşımdır. Vaktiyle Lenin’in dikkat çektiği bu yanılgılara Türkiye’de tanık olmuşuzdur ve aslında tanık olmaya da devam ediyoruz.
Ekonomik taleplere veya fabrika içi sorunlara hapsolan bir ajitasyon tarzı, küçük çevrelere sınıf içinde çeşitli bağlantılar kurma olanağı sağlasa da, bu çalışma tarzı sendikalizmdir. Böyle bir yol tutanlar en iyi ihtimalle devrimci sendikacılık yapmaya çabalıyor demektir, daha fazlası değil. Geçmiş deneyimlerin de ortaya koyduğu üzere, amatörlük sonunda ekonomizme sürükleyen bir faktördür. İşçi sınıfı içinde çalışma yürütmek isteyen dar grupların, birkaç küçük işletmede, bazı işyeri sorunları çerçevesinde dönen basit düzeyde bir ajitasyon faaliyetini abartmaları tam anlamıyla amatörlüktür. Devrimci örgütlülüğün inşası için gerekli ön hazırlık, bilgi ve deneyime sahip olmadan, salt bu tarz amatörce “fabrika çalışması” yürütmeyi Bolşevik tarz çalışma diye lanse etmek ise, gülünçlüğü bir yana düpedüz ekonomizmdir. Bu noktada Marx’ın bir toplantıda (Brüksel Komünist Haberleşme Komitesinin toplantısı) söylediği sözleri unutmak olmaz: “Bilimsel kesinlikte bir düşüncen ve sağlam bir öğretin olmadan işçilere hitap etmek, propaganda oyunu oynamaktır. Bu, bir yanda sanki kendisine vahiy inmiş bir peygamber, öte yanda da onu ağzı açık dinleyen birtakım eşekler bulunduğunu varsayan hilekârca boş bir oyundur. Cehalet hiçbir zaman kimsenin yarasına merhem olmamıştır!”
Henüz yeterli donanımdan yoksun genç kadrolar, işçiler arasında sarf ettikleri amatörce çabalar nedeniyle bazen istemeden ekonomizme sürüklenebilirler. Bu konuyu biraz açalım. Bolşevik tarzda örgütlenmeye çalışan bir çevrenin başlıca görevinin, işçiler arasında devrimci aydınlatma ve devrimci tarzda örgütlenme faaliyeti yürütmek ve bu işçileri siyasal örgütlülüğe kazanmak olduğu bilinir. Bunu başarmanın yolu, karşılıklı güven tesisi temelinde işçileri sabırla devrimci mücadele konularına çekmekten geçer. Ne var ki bazı deneyimsiz örgütçüler bunu yapmak yerine, işçilerle daha yakın ve dostane ilişkiler kurmak adına bizzat kendilerini sendikal alana hapsedebilirler. Bir de, sendikal mücadele içinde kazanılan deneyimi yeterli görme ve devrimci önderliğin direktif ve denetimini gereğince dikkate almama yanılgısına sürüklenenler vardır. Bu durum sendika aktivistlerinin sıklıkla düştükleri bir hatadır ve tüm bu yalpalamaların adı da sendikalizmdir.
Çeşitli tarihsel örnekler incelendiğinde, sendikalar içinde çalışma yürüten komünistlerin kendilerini tamamen ve yalnızca bu alan çalışmasına adapte etmelerinin her zaman oportünist sapmalara yol açtığı görülecektir. Sendikalizme sürüklenme, kitlelerin ruh halini ve onların mücadele kapasitesini giderek bir sendika sekreteri gibi değerlendiren bir kadro tipolojisi de yaratır. Bu noktaya kayanların, sınıfın devrimci mücadelesiyle ekonomik mücadelesi arasındaki ilişkiyi tersyüz edilmiş biçimde algılamaları neredeyse kaçınılmazdır. İçinde çalıştıkları alanın bindirdiği basınca dayanamayanlar sonuçta o basınç altında eğilip bükülmeye başlarlar. Böylece sözde komünist ama gerçekte sendikacı politikacılar türer. Devrimci örgütlenme çabasının gereklerini başa alacak yerde sendikal çalışmanın içinde boğulan, sendikal alanın kendi yasası vardır mantığıyla tüm çalışmaları sendikanın tüzüksel kurallarına, sendika bürokrasisinin direktiflerine göre yürütmeye başlayan “devrimci” sayısı az değildir.
Muazzam bir silkiniş gerekli
Tarih, sınıf mücadelesinde kaçınılmazlıkla çeşitli gelgitlerin yaşanabileceğini gözler önüne seriyor. Nitekim işçi sınıfının devrimci hareketinde önemli gerileme dönemleri yaşanmış ve bu tür dönemlerin olumsuz etkileri sendikal mücadele alanına da fazlasıyla yansımıştır. Son tarihsel kesitte dünya genelinde ve Türkiye özelinde yaşanan siyasal gerileme döneminin, sendikal harekette ve sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda ciddi hasarlara neden olduğunu yadsıyamayız. İşçilerin kazanılmış haklarına ve mücadelelerine karşı sermaye cephesinin yürüttüğü genel saldırı bir yana, Türkiye’de 12 Eylül faşizm döneminin karşı-devrimci etkisi çok büyük olmuştur.
Türkiye’de sendikal hareketteki gerileme bu durumu açıkça gözler önüne seriyor. Dünya genelindeki neoliberal saldırılara bağlı olarak çeşitli kapitalist ülkelerde de sendikalı işçi oranında ve daha da önemlisi sendikal mücadelenin militanlık düzeyinde önemli bir düşüş yaşandı. Ne var ki Türkiye’de yaşanan gerileme çok daha muazzam boyutlarda oldu. Ayrıca unutulmamalı ki, işçi hareketi son dönemlerde diğer kapitalist ülkelerde yer yer belli bir toparlanma kaydediyor. Hatta bazı ülkelerde daha da önemli düzeylerde yükselişler yaşanabiliyor. Ama Türkiye’ye baktığımızda, solda hatalı yaklaşımların yıllar içinde biriktirdiği sorunlar bir yana, esasen 12 Eylül faşizminin sonucu olan koskoca bir enkaz ortada öylesine duruyor.
Faşizm ve gericilik yılları boyunca işçi sınıfı siyasi yaşama indirilen darbelerden fazlasıyla nasibini aldı, devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinde endişe verici bir düşüş yaşandı. Daha sonra burjuva rejimde görece bir olağanlaşma kaydedilmiş ve devrimci çevrelerde yeniden bir toparlanma çabası gözlenmişse de, Türkiye’de işçi hareketinin gerek siyasal gerek ekonomik mücadele açısından belini doğrultabildiğini henüz söyleyemiyoruz. Böylesi durumlarda sıklıkla karşılaşıldığı gibi, sınıfın sendikal ve siyasal mücadelesi arasındaki ilişkinin devrimci tarzda kavranışı bakımından da esaslı bir gerileme ve çarpılma mevcut. İşçi sendikalarının durumu ise gerçekten de insanı isyan ettirecek düzeyde.
Ama şu da bir gerçek ki, sorunları müzminleştiren faktör esasen siyasal alandan kaynaklanıyor. İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğü geliştirilmedikçe, sendikal hareketi anlamlı düzeyde ileriye çekmek ve sendikaları militanlaştırmak da mümkün olamayacak. Geçmiş dönem unutulmasın. Tüm eksikliklerine ve hatalarına karşın, ‘80 öncesinde Türkiye’de devrimci örgütlerin sendikal mücadeleye militanlaşma doğrultusunda bindirdiği önemli bir basınç vardı. Bu faktör hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Günümüz ortamı ise, siyasi yaşamda sistematik baskıların sonucu oluşan pörsüme, işçilerin aktif siyasete yabancılaşması, işsizlik kırbacının korkusuyla en ufak hak arama eyleminden bile uzaklaşma gibi olumsuzluklarla belirginleşiyor. Bu tablo 12 Eylül 1980 öncesiyle kıyaslandığında, adeta karanlıklar çağına dönüş gibi görünüyor.
Bugün gerileme döneminden çıkabilmek için işçi hareketinde muazzam bir silkinişe, siyasal yaşamda köklü niteliksel dönüşümlere ihtiyaç var. Çürümüş ve ipliği pazara çıkmış kimi burjuva partilere karşı kendini işçi-emekçi kitlelere yeni bir umut diye satan burjuva partilerin yarattığı siyasallaşma, çarpık ve sözde bir siyasallaşmadır. Dolayısıyla mevcut olumsuzluğu asla ortadan kaldırmamaktadır. AKP örneğinin kanıtladığı bir gerçek var. Beyler, paşalar, patronlar saltanatının hüküm sürdüğü bu dünyada, kitlelerin dini inançlarını istismar ederek, onlara “katlanmayı”, “isyan etmemeyi”, “boyun eğmeyi” öğütleyen bir burjuva partisinin işçi sınıfının yeniden uyanışına hiçbir hayrı dokunamaz. İşçi-emekçi kitlelerin sorunları, sözümona yeni görünümlü burjuva partilerle çözümlenemez. Kapitalizmin yarattığı yoksulluk, işsizlik, haksız savaşlar ve toplumsal yozlaşma bataklığından kurtulabilmek için, işçi sınıfının devrimci bir siyasal örgütlenmeye ihtiyacı var.
Devrimci siyasetin işçi kitlelerini hareketlendiren rüzgârı ve buna bağlı olarak sendika tabanlarından sendika bürokrasisine yönelen mücadele olmaksızın, sendikal alandaki bataklığın kurutulması mümkün olmayacak. Bu çözümleme, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesindeki canlanmanın da devrimci mücadeleye ivme kazandırabileceğinin yadsınması anlamına gelmiyor. Devrimci çabaların işçi hareketinde yaratacağı ilerleme ile kendiliğinden silkinişler arasında, her düzeyde dönüp birbiri üzerinde etkide bulunan canlı bir diyalektik ilişki var. Bu ilişkiyi yok sayan ve hareketlenmenin kendisini tek yönlü tasavvur eden yaklaşımlar skolastik mantığa hizmet ediyorlar. Yine de birincil derecede önemli olan faktörü belirtmeliyiz. Devrimci örgütlenmenin kırbacını hissetmeyen sendikal mücadele, burjuvazinin yedeğine koşulmaktan asla kurtulmamıştır ve kurtulamaz da.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseliş kaydettiği dönemlerde daha geniş kitlelerce ve daha kolay biçimde kavranan bazı temel yaklaşımlar, siyasal gericilik dönemlerinde genelde çok yönlü çarpılmalara maruz kalıyor veya unutuluyorlar. Sendikal mücadeleye devrimci yaklaşımın nasıl olması gerektiği konusu da buna örnek teşkil ediyor. Sınıf mücadelesinde işçiler aleyhine cereyan eden gerileme dönemleri, yalnızca işçi örgütlerini değil devrimci düşünce ve yaklaşımları da daha önce kazanılmış mevzilerden bir hayli gerilere savurabiliyor. Böylece geçmişte kaldığı sanılan hastalıklar yeniden bünyeyi sarabiliyorlar. Eski hastalıkların her yeni tarihsel aşamada bir dönem yeniden nüksedebileceği zaten Marksizmin işaret ettiği bir gerçektir.
Böylesi dönemlerde, geçmişte neredeyse herkesin bildiği varsayılan en basit gerçekleri bile bıkıp usanmaksızın yeniden gün yüzüne çıkartmak zorunlu hale gelmektedir. Üstelik boğuşmak zorunda kalınan sorunlar yüzeyde değil, derinlerdedir. Örneğin, sol sekterlik ve sendikalizm diye niteleyebileceğimiz farklı mahiyetteki iki önemli savrulmanın izlerine bugün Türkiye’de Marksist geçinenler arasında da pekâlâ rastlayabiliyoruz. Nükseden bu hastalıkların zararlı etkileriyle mücadele önemli ve güncel bir görev niteliği taşıyor. Kısacası, sınıf mücadelesini ilgilendiren hangi soruna el atarsak atalım, çözüm aynı yerden geçmektedir. Tüm enerjiyi ve çabaları, işçilerin devrimci örgütlenme ve mücadelesini güçlendirmeye hasretmek dışında bir kurtuluş yolu bulunmuyor. Sendikal mücadelede militan bir silkiniş de ancak bu sayede mümkün olacaktır.
Mevki ve makam düşkünlüğü, koltuk sevdası olmaksızın sınıf içinde devrimci çalışma yürütenler için sendikal mücadelede başarı ölçütü, işçileri daha örgütlü ve mücadeleci kılabilmek dışında başka bir şey olamaz. Tüm kapitalist ülkelerde sendikalı işçi sayısının düşüklüğü hesaba katılırsa, günümüz dünyasında güçlü bir sendikal mücadele için örgütsüzleri kazanmaya çalışmanın ne denli büyük bir önem taşıdığı da kolayca anlaşılır. Bu bakımdan, sendikasız işçilerin sendikalaşması, sendikalı işçilerin işyerleri ve fabrikalarda sendikalarına fiilen sahip çıkacak ve onları denetleyecek tarzda örgütlenmeleri için çaba sarf etmek gerektiği açıktır.
İşçi aristokrasisini besleyecek mesleki çıkarlar savunusuna, küçük işyerlerinin sendikacılar tarafından gözden çıkartılması eğilimine, vasıfsız işçilerin küçümsenmesine karşı azimli bir mücadele yürütülmeli. Sendikal demokrasiyi, militan sınıf sendikacılığını, mücadeleci taban örgütlenmesini en azimli ve ilkeli biçimde savunanlar komünistler olmalı. İşçi sınıfının mücadele birliğini sağlamak üzere, haksız savaşa, sermayenin baskılarına ve sosyal hak gasplarına karşı işçilerin ortak eylemini örgütlemeye göz dikilmeli. Muazzam bir silkiniş hiçbir alanda kendiliğinden gerçekleşmeyecek. Yeni mevziler, temel görevler yerine getirildiği ölçüde tırnakla sökülüp kopartılacak.
link: Elif Çağlı, Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum, Ekim 2006, https://marksist.net/node/8091