Osmanlı’nın bozulan düzeninde merkezkaç güçlerin oluşması
Osmanlı’nın klasik despotik düzenini incelerken, bu düzende servetlerin biriktiği başlıca depoların saray, yüksek mansıplar, mukataalar, malikâneler, mültezimler, sarraflar olduğunu söylemiştik. Bu servet biriktirmede başı çekenler ise, bürokrasinin tepe noktalarını ellerinde bulunduran yüksek devlet görevlileri (sadrazam, vezir, bey, vali, paşa vb.) idi. Yani sonuçta servetler, yönetici sınıf korporasyonunun denetiminde bulunuyordu. Bozuk düzenli despotizm döneminde ise bunlara, taşrada nüfuz ve servet sahibi olan ve bu yolla toprak üzerinde güç sağlamış bulunan ayan, ağa, derebeyi takımı eklenecekti. Aslında bu merkezkaç güçler, klasik Osmanlı düzeninde yeri olmayan unsurlardır. Bunlar, 16. yüzyılın sonlarına doğru, geleneksel toprak düzeninin bozulması ve tımar gelirlerinin toplanması işinin iltizam yoluyla özel kişilere verilmesi sonucunda ortaya çıktılar. Gerçekte bu unsurların oluşumuna ortamı hazırlayan esas etken, daha önce de gördüğümüz üzere, derin bir ekonomik bunalımın ardından gelen Celâli hareketleridir. Celâli hareketlerinin yarattığı karışıklık ve kargaşa nedeniyle Osmanlı’nın despotik düzeni temellerinden sarsılmış, devletin merkezi otoritesi alabildiğine zayıflamış ve bu ortam merkezkaç güçlerin oluşumuna yol açmıştı.
Celâli karışıklıklarının hazırladığı uygun ortamda pıtrak gibi biten merkezkaç güçler, çeşitli toplum katlarından geliyorlardı. Bazıları, daha önce gördüğümüz üzere, tefecilik ve benzeri yollardan biriktirdikleri servetleri toprağa yönlendirerek ve devletten birtakım askerî ve idarî yetkiler kopararak güç sahibi olmuşlar, bazıları ise zaten var olan askerî ve idarî yetkilerini kendi bireysel çıkarları doğrultusunda kullanarak ve Celâli karışıklıklarının yarattığı ortamdan yararlanarak, köylünün tasarrufundaki topraklara fiilen el koymuşlardı. Böylece, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeni içerisinde hukukî bir dayanağı bulunmayan ve mevcut yasalara göre de meşru sayılmayan “toprakta özel mülkiyet sahipliği”, fiili bir durum olarak ortaya çıkmış oluyordu.
Taşrada ortaya çıkan ağaların ve derebeylerin önemli bir bölümü askerî bürokrasiden geliyordu. Bunlar, Anadolu’da görevli yeniçeri büyükleri, kapıkulu süvarileri ve tımarlı sipahilerin güçlülerinden oluşmuştu. Ekonomik krizin en yoğun yaşandığı ve para darlığının hat safhada olduğu dönemlerde bile hazineden maaşlarını düzenli bir şekilde alabilen yeniçeri ve kapıkulu süvariler, ellerindeki bu parayı yüksek faizlerle köylüye borç vererek büyük kazançlar sağlamışlardı. Diğer taraftan, ekonomik bunalım döneminde tımarlı sipahilerin zayıf olanları tımarlarını yitirip ortadan kalkarken, bunların güçlü olanları pek çok tımarı rüşvetle ele geçirerek daha da güçlenmişlerdi. Taşrada zenginleşen yeniçeri büyükleri ve tımarlı sipahilerin güçlüleri, köylüden topladıkları vergileri devlete ödemeyip, bu parayla kapılarında silahlı fedailer (sekbanlar) beslemeye başlamışlardı. Osmanlı bürokrasisinin askerî kanadına mensup olan bu kimseler, taşrada kendi silahlı güçlerine dayanarak zorbalığa başvurmakta ve köylünün tasarrufundaki topraklara fiilen el koymaktaydılar. Sonunda büyük çiftliklerin fiilen sahibi durumuna gelen bu zorbalar, bu çiftliklerde köylüleri “ortakçı” veya “ırgat” olarak çalıştırarak bir çeşit “toprak ağası” durumuna geldiler.
Ağaların ve derebeylerin türediği bir diğer kaynak ise, eyalet ve vilayetlerin ehl-i örf diye adlandırılan yöneticileri (beylerbeyleri, sancakbeyleri) ve onların emri altında çalışan güvenlikten sorumlu memurlar (subaşılar vb.) idi. Sözümona halkın güvenliğini, dirlik ve düzenliğini sağlamakla görevli bulunan bu devlet görevlilerinin bizzat kendileri birer zorba olup çıkmışlardı. Bunların halkı koruması bir yana, birilerinin halkı bunlardan koruması gerekiyordu! Celâli olaylarında büyük payları bulunan bu türden devlet görevlileri, ellerindeki idarî ve askerî yetkilerine dayanarak, köylünün tasarrufundaki toprakları gasp etmişler, halktan yağmaladıklarını paraya çevirerek büyük servetler biriktirmişlerdi. Bunların içinden bazıları, kendi özel askerî birliklerini kurarak derebeyliğe yönelmiş ve böylece merkezî otoriteye kafa tutar hale gelmişlerdi. Bunlar adeta “devlet içinde devlet” gibi davranmakta, kendi adlarına halktan vergi toplamakta ve kanunda yeri olmayan yeni vergiler salmaktaydılar. Başlangıçta saray, kendine rakip çıkan bu unsurları engellemeye çalışmışsa da bunda başarılı olamadı ve nihayetinde bunların vergi toplama yetkilerini kabullenmek zorunda kaldı.
Ayanlık, ağalık, derebeylik oluşumlarına kaynaklık eden devletli sınıfa mensup diğer bir zümre ise ulemadır. Taşra vilayetlerinde önemli ve etkili bir yerleri olan ulema mensupları da tıpkı ümera (askerîler sınıfı) gibi, ellerine geçen paraları tefecilikle çoğaltmanın yollarını bulmuşlardı. Ulemaya mensup kadılar, müderrisler, müftüler hem tefecilik yaparak hem de ticaretle uğraşarak zenginleşmiş ve bu sayede bağ, bahçe edinmişlerdi. Bunların içinden de bazıları ağa durumuna gelmişti.
Ağalık, derebeylik oluşumlarının verimli kaynaklarından biri de, bozuk düzenli despotizmin temel unsurlarından olan mültezimlik ve murabahacılık (tefecilik) idi. Özellikle devletten “malikâne” şeklinde, yaşam boyu iltizam (tımar gelirlerini toplama yetkisi) alan mültezimler, üzerlerindeki devlet kontrolü zayıfladığı oranda büyümüşler ve kendi adlarına bağımsız hareket etme imkânlarına daha fazla kavuşarak hatırı sayılır bir sömürücü güç olmuşlardı. Tıpkı ehl-i örf gibi, bunlar da etraflarında topladıkları paralı askerî güçleriyle başına buyruk hareket etmeye ve devlete ödemekle yükümlü oldukları iltizam bedellerini ödememeye başlamışlardı. Diğer yandan, borçlandırdıkları köylünün elinden kiracılık hakkını (yani toprağı kullanma hakkını) da alarak, köylüyü kendi toprağında bir ırgat gibi çalıştırmaya başlamışlardı. Böylece mültezimler, iltizam bedelinden çok fazlasını elde ediyor ve hatta köylünün tüm artık-ürününe el koyabiliyorlardı. Bu durum köylüleri bu yeni toprak sahipleri (ağalaşmış mültezimler) karşısında büsbütün güçsüz ve çaresiz düşürmüştü.
Taşradaki bu yeni oluşumların etkisi yalnızca taşra ile de sınırlı kalmadı. Anadolu’da oluşan bey ve ağaların İstanbul’daki yüksek devlet ricaliyle de (saray adamları, yüksek bürokrasi) bağlantıları vardı. İstanbul’daki büyükbaşlar da taşradaki bu bey ve ağaları kullanarak, büyük topraklara ve hayvan sürülerine sahip oluyorlardı. İstanbul’daki yüksek devlet görevlilerinin Anadolu’da sahip oldukları dirlikler (haslar), pek çok verimli arazinin eklenmesiyle giderek daha da büyüyordu. Nitekim ileride derebeyi haline gelen büyük toprak sahiplerinden pek çoğu, işte bu “yüksek devlet görevlileri” arasından çıkacaktı.
Osmanlı’nın despotik düzeninde yönetici devletli sınıfa mensup unsurların, toplum sınıflarıyla birlikte aynı “kazanç” işlerinin peşinden koşmaları ve giderek bu unsurlarla iç içe geçmeleri olayı, despotizmin klasik döneminde pek görülmüş bir şey değildi. Nitekim, 17 ve 18. yüzyılları resmeden Osmanlı yazarları ve tarihçileri de ortaya çıkan bu durumu, bir “ihtilal hali”, bir “düzen bozukluğu” veya bir “anarşi” durumu olarak tanımlayacaklardı. Devleti yönetenlerin toplum sınıflarıyla iç içe geçmesi, kaynaşması ve keza toplum sınıflarından birilerinin de devlette yönetici mevkilere gelebilmesi olayı, 17 ve 18. yüzyılların Avrupa’sında gayet normal bir gelişme olarak algılanırken, Osmanlı’da bu durumun “anormal bir gelişme” olarak değerlendirilmesinin kuşkusuz ki bir nedeni vardı: Batı’da devleti yönetenler arasında toplum sınıflardan gelen kişilerin olması, orada bir “sivil toplum”un oluşmuş bulunmasının doğal bir sonucuydu. Çünkü Batı’da “politik toplum” denen şey (yani devlet), aslında daha önceden oluşmuş bulunan burjuva “sivil toplum”un (yani yurttaşlar toplumunun) içindeki sınıf ilişki ve çelişkilerinin özetinden başka bir şey değildi.
17 ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, bir burjuva sivil toplumun oluşmasını ve toplumsal sınıfların ayrışmasını sağlarken, Osmanlı toplumunda buna benzer bir sürecin yaşanması hiçbir biçimde söz konusu olmamıştı. Tersine, Osmanlı’nın despotik devlet yapısının ekonomi ve toplum üzerindeki belirleyici ağırlığı, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesini ve bir burjuva sivil toplumun oluşmasını, dolayısıyla toplumsal sınıfların gerçek birer sınıf olarak serpilip gelişmesini engellemişti. Hatta bırakalım kapitalizm yönünde bir gelişmeyi, Batı Avrupa’daki gibi kapitalizme öngelen feodal bir sistemin oluşmasına yol açacak gerçek bir çözülme de yaşanmamıştı Osmanlı’nın despotik düzeninde. Nitekim, toprakta dirlik düzeni (askerî tımar sistemi) bozulduktan sonra da, Osmanlı despotizmi, başka bir sisteme evrilmeksizin tam iki yüz elli yıl boyunca (Tanzimata kadar) bozuk düzenli bir despotizm olarak varlığını sürdürmeyi başaracaktı.
Daha sonra da göreceğimiz üzere, Osmanlı rejiminin değişime karşı gösterdiği bu dirençte ya da değişmeme “başarısında” en büyük pay, tüm ekonomik ve sosyal yaşama hükmeden Doğu despotizmi tarzında örgütlenmiş Osmanlı devletine ve bu devletin egemenliği altında kendi içine kapanık, durgun (kendine yeterli) bir yaşam sürdüren asyatik karakterli köy topluluklarına aittir. Ekonominin ve toplum yaşamının tüm alanları üzerinde kurduğu tekelci hâkimiyet sayesinde bu devlet, Batı’daki gelişmenin tersine, bir sivil toplumun oluşmasını, dolayısıyla tarihin ilerletici gücü olan sınıflar savaşımının gelişmesini daha baştan engelleyen bir temel faktör olmuştur. Düzeni bozulduktan sonra bile bu devlet, iki yüzyıl boyunca ne feodalizm doğrultusunda bir çözülmeye uğramış, ne de kapitalizme evrilebilmiştir. 19. yüzyılda Batı’nın yarı-sömürgesi durumuna geldikten sonra da çarpık bir pre-kapitalist ekonomik temel üzerinde ayakta durmaya çalışan ve bu amaçla, sözüm ona “Batılılaşma”, “yenileşme”, “modernleşme” doğrultusunda reformlar da yapan bu devlet, tam da “altı kaval (asyatik) üstü şeşhane (modern!)” benzetmesini hak eden bir “kimlik” sergilemiştir.
Toprakta beliren yeni egemenlik biçimlerinin sosyo-ekonomik karakteri
17. yüzyıldan itibaren Osmanlı toprak düzeninde ortaya çıkan yeni egemenlik biçimlerinin (ayanlık, ağalık, derebeylik) niteliği üzerine pek çok tartışmanın yürüdüğü biliniyor. Bu tartışmalar, Osmanlı toplumunun nasıl bir sosyo-ekonomik formasyona sahip olduğu noktasında odaklaşmaktadır. Klasik Osmanlı düzeninde yeri olmayan, fakat 17. yüzyıldan itibaren ortaya çıkarak tam iki yüzyıl boyunca düzenin ayrılmaz bir parçası haline gelen bu sosyo-ekonomik oluşumlar, Batı Avrupa’daki gibi feodal bir sistemin özelliklerini mi, yoksa bozulmuş bir despotik sistemin “kendine özgü” özelliklerini mi yansıtmaktaydı? Bu sorunun yanıtı, Osmanlı toplumunda 17. yüzyıldan sonraki sosyo-ekonomik gelişmelerin tarihsel eğilimini anlamak bakımından son derecede önem taşımaktadır.
Feodal Avrupa’nın 16. yüzyıldan itibaren göstermiş olduğu kapitalist gelişmeyi, aynı yüzyıllarda Osmanlı’nın niçin gösteremediğinin aydınlığa kavuşturulması da gene bu sorunun doğru yanıtlanmasına bağlıdır. Gerek servet birikimi gerekse ekonomik ve askerî güç bakımından, 15 ve 16. yüzyıllarda Batı Avrupa’nın çok ilerisinde olan Osmanlı imparatorluğu, nasıl olmuş da 17. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’nın çok gerisine düşmüş ve giderek onun bir yarı-sömürgesi haline gelmişti? Yoksa Osmanlı’nın toplumsal ve siyasal düzeninde, gelişmeyi frenleyen ve dolayısıyla daha ileri bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişi engelleyen tarihsel nedenler mi vardı? Bu soruların yanıtı, Batı kapitalizmiyle etkileşim içine giren Osmanlı düzeninde 17. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik güçlerin durumu ve bu güçlerin elinde biriken servetlerin mahiyeti incelenerek verilebilir ancak.
Daha önce de belirttiğimiz üzere, Osmanlı’da düzen bozuluşunun en genel görünüşü, siyasal egemenlik gücünü elinde tutanların (yönetici bürokrasinin) bu gücü özel çıkarları için kullanmaya başlamaları ve despotik düzene aykırı bir biçimde, bireysel temelde bir “servet-güç” yapılanması içine girmiş olmalarıdır. İşte Osmanlı’nın sosyal bünyesinde bir “servet-güç karması” olarak ortaya çıkan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi oluşumlar da bu düzen bozukluğu döneminin bir ürünüydüler. Nitekim, düzen bozuluşuyla birlikte ortaya çıkan ve devlete baş kaldıran derebeylerin çoğu, ayan, voyvoda, mütesellim gibi resmî sıfatlar taşıyan devlet görevlilerinden başkası değillerdi.
Yukarıda zikredilen ayan, ağa ve derebeyi takımının üçü de Osmanlının bozuk düzeni içerisinde önemli oranda tutucu ve geriletici bir rol oynadılar. Fakat öte yandan, sanıldığının aksine, Osmanlı devleti bu unsurlarla kesin bir karşıtlık içinde değildi. Düzeni bozulmuş despotik devlet ile bu türedi güçler, “tencere yuvarlandı kapağını buldu” misali adeta birbirlerini tamamlayan bir birliktelik oluşturuyorlardı.
Şehir ve kasabaların ayan denen itibar ve nüfuz sahibi kişileri, aslında Osmanlı tarihinden önceki dönemlerde de hep vardı. Ancak, klasik despotik rejimlerde merkezî devletin gücü ve otoritesi yerinde olduğu dönemlerde, bu unsurlar hiçbir zaman siyasal bir güç kategorisi düzeyine yükselememişlerdi. Ne var ki, ekonomik bunalım ve ardından gelen Celâli karışıklıkları nedeniyle Osmanlı devletinin merkezi-despotik gücü zayıflayıp otoritesi sarsılınca, devletin elinin ulaşamadığı taşra şehir ve kasabalarında ayanların önemi birden bire artacaktı. Bunlar zamanla siyasal bir güç de kazanarak, devlet katında resmen tanınan bir mevkie sahip oldular.
Ayanların önem kazanması, aslında ekonomik bunalımla birlikte geleneksel toprak düzeninin çökmesi ve ardından iltizam usulünün uygulanması nedeniyle, toprakta malikâne sisteminin gelişmesiyle oldu. Daha önce de açıkladığımız üzere, malikâne sistemi, tımar gelirlerinin (vergilerin) toplanması imtiyazının yaşam boyu olarak özel kişilere verilmesiydi. Devletten yaşam boyu vergi toplama imtiyazı (malikâne) alanlar, malikâne statüsündeki bu toprakların tasarrufunu da fiilen ele geçirmeye başladılar. 17. yüzyıldan itibaren, yani despotik düzenin bozuluşuyla birlikte, taşradaki malikânelerin pek çoğu ayan denen mütegallibenin eline geçmiş ve onlar bu sayede büyük servetler edinerek, merkeze sözünü dinletecek bir güç haline gelmişlerdi.
Ayanlar, elde ettikleri ekonomik güç sayesinde şehirlerin ve kasabaların ileri gelen aileleri (eşraf-ı belde) olmuşlar ve devlet ile halk arasında bağlantıyı kuran “resmî” bir kurum niteliği kazanmışlardı. Bu nitelikleriyle ayanlar, devlete karşı halkı, halka karşı da devleti temsil ediyorlardı. Ayanlar eşraf-ı belde içinden seçiliyor ve devletin valileri bunlara bir ücret karşılığında ayanlık beratı veriyordu. Daha sonra ise bu ayanlık beratı, sadrazamlık makamı tarafından verilmeye başlanacaktı. Ayanlar yaptıkları “görev” için her yıl kaza halkına salınan vergiden bir pay da alıyorlardı. Üstelik bu vergi salma işini de bizzat kendileri yapıyordu. Bu durumda ayanlar, köylüye salınan vergilerde kendilerine ödenecek payı daima yüksek tutarak köylünün soyulmasını katmerleştiriyorlardı. “Ayanlar, vergilerin tahsili dışında, bölgelerin asayişi, asker tertip ve sevki, gıda ve malzeme sağlanması gibi önemli görevleri yerine getirirdi. ... Ayanlar iltizam işlerini de almakta ve büyük çiftlikler kurmaktadırlar. Ayanlardan paşa, vali, vezir olanlar vardır.”[1]
Ayanların bazıları ilerde hanedan olma iddiasını da taşıyacaklardı. Bunların hanedanlık iddiası, Batı feodalitesinde olduğu gibi soyluluktan falan değil, iltizam ticaretinden, tefecilikten vb. elde ettikleri servetlerden ve bu sayede sağladıkları nüfuzdan geliyordu. Dolayısıyla, ayanlık feodal eğilimli bir kategori olmaktan çok, “ilk sermaye birikimi” yapmaya yatkın burjuva eğilimli bir kategori idi. Fakat öte yandan, ayanlar Osmanlı düzeninde bir feodal bey olamadıkları gibi, ilerde açıklayacağımız nedenlerden ötürü, gerçek anlamda bir burjuva da olamadılar. Ayanların elinde biriken servetler, ne tarımda ne de endüstride, hiçbir zaman kapitalist üretim tarzını geliştirici yönde bir üretime yatırılmadı. Taşradaki siyasi ve idarî rolleri yanında ayanlar, en çok iltizam işleriyle ve bu işin ayrılmaz bir parçası olan faizcilikle, tefecilikle uğraştılar ve servetlerini de esas olarak buralardan edindiler.
Osmanlı tarihinin 17 ve 18. yüzyılları incelendiğinde, ayanların bazılarının ağa, bazılarınınsa derebeyi olarak ortaya çıktıkları görülüyor. Yani ayan, ağa ve derebeyi çok farklı menşelere sahip kategoriler değiller. Ayanların içinde büyük çiftlik sahibi olup hükümetle iyi geçinen ağalar da var, hükümete başkaldıran ve topraklar üzerinde hükümranlık iddia eden derebeyler de. Gerek ağa olsun gerek derebeyi, bunların ortak paydası, mülkiyeti devlete ait olan mirî topraklara fiilen el koyarak büyük toprak sahibi durumuna gelmiş olmalarıdır. Fakat bu toprak sahipliğinin hukukî hiçbir dayanağı yoktur. Öte yandan, burada asıl önemli olan husus, ister ağa olsun isterse derebeyi, bunların toprak tutma şekilleri ve köylüyle olan ilişkileri bakımından, feodal bir yapıyı yansıtıp yansıtmadıklarıdır. Önce ağalığı ele alalım. Varlığını esas olarak iltizam ticaretinden (malikânecilik, mültezimlik) ve bunun ayrılmaz bir parçası olan murabahacılıktan (tefecilik) elde ettiği servetlere borçlu olan bu kategori nasıl bir niteliğe sahipti?
Ağalık aslında Osmanlı devletine karşı kesin olarak bağımsızlık tavrı içinde olan bir kategori değildir. Paradoks gibi gelecek ama, bozuk düzenli despotizm koşullarının devleti, ağalarla hem çıkar çatışması içinde olmuş, hem de pek güzel anlaşabilmiştir. O nedenle, despotik devletin bunların varlığını resmen tanımış olması hiç şaşırtıcı değildir. Ağaların bazıları Osmanlı devletine önemli sayıda asker de sağlamış, hatta bunların arasından, hükümetin yanında derebeylere karşı savaşanlar bile çıkmıştır. Osmanlı devleti bu nedenle bazı ağalara rütbe ve yüksek mevkiler de vermiştir. Ağaların içinde beylerbeyi olanlar bile vardır.
Reayanın tasarrufundaki mirî toprakların fiilen güçlülerin eline geçmesi ve bu temelde çiftlik ya da malikâne sahibi bir “ağa” kategorisinin oluşması süreci, sanıldığı gibi bir feodalleşme süreci değildir. Başka bir deyişle, ağaların oluşması ve hatta bu ağalardan bazılarının derebeyliğe yönelmesi, Osmanlı’nın despotik düzenini feodal bir düzene dönüştürmemiştir. Olan sadece, Batı feodalitesinden farklı bir temele sahip olan Osmanlı’nın despotik düzeninde bir bozulmanın yaşanmasıdır. Ve bu bozulma sürecinde, büyük sömürücü gücün (despotik devletin) yanısıra, küçük sömürücü güçlerin ortaya çıkması ve devletli sınıfın sömürüsüne ortak olmasıdır. Fakat bu oluşum, gerek üretim tarzı ve gerekse sosyo-politik yapıda köklü bir değişiklik anlamına hiçbir biçimde gelmiyordu.
Aslında mirî topraklarda komünal mülkiyet ilişkisinin çözülmesi ve yeni bir mülkiyet ilişkisinin ifadesi olarak ağa çiftliklerinin ortaya çıkması, Osmanlı’nın kırsal yapısını feodalizme değil, kapitalist bir dış pazarın (Avrupa manüfaktürünün) belirlediği “meta değişimi” ilişkilerine açacaktı. Dolayısıyla, Osmanlı’da 17 ve 18. yüzyıllarda mirî toprakların malikâne ve büyük ağa çiftliklerine dönüşmesi süreci, bir feodalleşme süreci değil, kırın, yerli bir manüfaktür için olmasa da bir dış piyasa için (Avrupa kapitalizmi) meta üretimine açılması süreci olmuştur. Nitekim bu süreç, 19. yüzyıl boyunca hemen hemen bütün kırsal yapıyı etkileyecek ve kırın meta üretimine açılmasıyla birlikte, toprakların özel mülkiyete dönüşümü ve belli ellerde yoğunlaşması süreci hızlanacaktır.
Burada, Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısının Batı feodalitesinden farklı olduğunu ve kendine özgü bir yapıya sahip bulunduğunu gösteren ilginç bir durumun olduğu açıktır. Bilindiği üzere, Batı’da kapitalizmin ilk aşaması olan manüfaktür endüstrisinin gelişimi, ilkel maddelere duyulan ihtiyacı artırmış, bu da kırsal kesimde mülksüzleşen köylülerin boşalttığı (daha doğrusu kovulduğu) toprakların ve kamuya ait toprakların büyük çiftlikler içine alınmasına yol açmıştı. Ve böylece, kırsal bölgelerdeki bu büyük çiftlikler, manüfaktürün ihtiyaç duyduğu meta üretimine başlamışlardı. Batı’da bu süreç, tarımın ve manüfaktür endüstrisinin birbirini tamamlaması ve her ikisinin de kapitalizm doğrultusunda gelişmesi şeklinde oldu. Batı’da bu kapitalist gelişmeyi sağlayan öncüller feodalizmin bağrında oluşmuştu; yani Batı’nın feodal toplumu, yeni ve daha yüksek bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişi sağlayacak iç çelişkilere (içsel dinamiklere) sahip bulunuyordu. Oysa Osmanlı’nın durumu bundan çok farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet mülkiyetindeki toprakların bireylerin (ağaların, ayanların, derebeylerin) eline geçerek büyük çiftlik ve malikânelere dönüşmesi, Batı’da olduğu gibi yerli manüfaktürün gelişmesiyle doğan bir ihtiyacın sonucunda olmamıştır. Osmanlı’da bu dönüşüm, doğrudan iç dinamiklerin harekete geçmesiyle değil, dış dinamiklerin dolaylı etkilemesiyle başlamıştır. Bu dış dinamik, Batı’da gelişen kapitalist endüstrinin tarımsal hammaddeye duyduğu ihtiyacın yarattığı taleptir. Batı pazarından gelen bu talep, zamanla Osmanlı’nın tarımsal alanına da uzanarak, onu kendi istediği biçimde değişime uğratacaktı.
Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulmasıyla birlikte, yoksullaşarak çiftini çubuğunu terk eden reayanın boşalttığı topraklarda ağa çiftlikleri kurulmuş ve bu çiftliklerde, dış pazarın (Avrupa’nın) ihtiyacının belirlediği bir ilk madde (tarımsal hammadde) üretimi yapılmaya başlanmıştı. Bir zamanlar bu toprakların tasarrufunu elinde bulunduran reaya, şimdi ağa çiftliği haline gelen bu topraklarda gündelikçi (ırgat) ya da yarıcı (maraba) olarak çalışıyordu. Ama bu çiftliklerde yapılan üretim, feodal nitelikte bir üretim değil, tarım ürünleri ihracatına yönelik ilkel bir meta üretimiydi. Dolayısıyla bu üretim, dış kapitalist kuruluşlarla bağlantılı olan ve feodal değil kapitalist nitelikte eğilim taşıyan bir üretimdir. Özetle söyleyecek olursak, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı’daki egemen mülkiyet ilişkilerine (devlet mülkiyetine) karşıt bir şekilde gelişen toprak tutma şekli, yani bireysel büyük toprak sahipliği (ağalık), Batı kapitalizminin etkisi altında bozulmaya uğrayan Osmanlı sosyo-ekonomik formasyonunun bir ürünüdür. Bu bağlamda, Osmanlı’da ağalık denen kategori, edindiği servetlerin kaynağı ve ekonomik yönelimi bakımından feodal değil, kapitalizm eğilimli bir kategori idi.
Avrupa kapitalizminin ihtiyaç ve taleplerinin belirlediği tarımsal üretime yönelen ağa çiftlikleri, imparatorluğun en çok Rumeli’deki topraklarında yaygınlaşmıştır. Nitekim, daha sonra Osmanlı İmparatorluğundan koparak bağımsızlaşan ve kapitalist tarım üretimine ilk geçen bölgeler de buralar olmuştur. Osmanlı’nın Batı’yla etkileşiminin yarattığı bu paradokslu sürecin görünümlerine daha sonra, “Osmanlı’nın neden kapitalistleşemediği” bahsinde değineceğiz. Şimdi ise, merkezkaç güçlerden üçüncüsünün, yani derebeyliğin oluşumu ve sosyo-ekonomik karakteri üzerinde biraz duralım.
Derebeyi, Osmanlı’nın bozuk düzeni içerisinde devlete baş kaldırarak topraklar üzerinde siyasal rakabe (mülkiyet) iddiasında bulunan, oluşturduğu silahlı gücüne dayanarak hâkimiyet kurduğu bölgelerde adeta küçük bir “devlet” gibi tasarrufta bulunan ağa, ayan veya devlet bürokrasisinden gelme kişilere deniyordu. Genellikle Türkiye’de derebeyi kavramı, Batı’daki feodal beyin (senyör) karşılığı olarak kullanılagelmiştir hep. Oysa derebeyi, tarihte feodalizmden önce de görülen bir kategoridir.
Azgelişmişliğin Tarihsel Nedenleri başlıklı yazısında konuya değinen Niyazi Berkes, feodal bey ile derebeyini bir tutan bu yanlış anlayışı şöyle eleştiriyor: “Devletin ... kendi eliyle başına bela ettiği mültezimden daha tehlikeli bir zümre var: Hükümdarın askerî gücü, mali darlığı yüzünden düştüğü için, mülkünün bir çok yerlerinde malikliği lafta kalmaya, yani toprak gelirlerini alamamaya başlıyor; yer yer sonradan derebeyi dediğimiz ve etimolojisini hâlâ bugün de bilmediğimiz bir adla tanınan Batı feodalinden farklı bir tip ortaya çıkıyor.
“Bunların bazıları mahallin ayanı ve eşrafı, bazıları hükümete dirsek çeviren memurlar, bazıları bir yere yerleşmiş muhassıl ve mültezimler. Derebeyini derebeyi yapan menşei değil, yaptığı şeydir. Menşe bakımından geleneksel düzenin ayrı ayrı kategorilerinden gelmeleri mümkündür. Bu sözcüğün menşeini bilmiyoruz, sözcükteki «dere» onun su işleriyle ilgisi olan daha eski bir zümre adına mı delalet eder de sonraları Osmanlı tarihlerinde çok çeşitli vasıflarla zikredilen bir tipe genel sıfat olmaya başlamıştır? Eski tarihçilerin bunlardan böyle çok çeşitli, düzensiz şekilde sıfatlarla söz etmeleri, bunların eski düzende yerleri olmadığını gösterir; çünkü eski düzende her unsurun gayet belirli bir adı ve tanımlaması vardı.
“Sırf koparabildiği gelirleri alabilmek için devlet bunları ister istemez tanıyor. Osmanlı ve Moğol örneklerinde de görüldüğü gibi, bu ülkelerle ilgili Avrupa devletleri de bu derebeylerin en kuvvetli olanları ile el altından veya açıkça flört ediyorlar. Bunlar devletin kolay kolay sıkıştıramayacağı bölgelerde tutunuyorlar ve etraflarında oldukça kuvvetli bir askerî güç topluyorlar. Bazıları adeta küçük bir hükümet. Bu itibarla onlar da mülke yahut toprağa sahip olma iddiasında. … Derebeyi, hiçbir tarihsel sistemde meşruluğu, hiçbir tarihsel ekonomide fonksiyonu olmayan bir kategoridir.”[2]
Oysa bilindiği üzere, feodal sistemde senyörün, yani feodal beyin ideolojik, siyasî, idarî, hukukî bir fonksiyonu vardır ve sistemin meşruiyeti onun bu tarihsel fonksiyonuyla sağlanmıştır. Bu durumda, sistem içinde meşru bir yeri ve tarihsel fonksiyonu bulunan feodal beyin konumunun, gayrimeşru bir güç olarak sivrilen ve hiçbir tarihsel-ekonomik fonksiyonu bulunmayan derebeyinin konumuyla örtüşmediği çok açıktır.
Marx da bu konuda Romanya örneğini vererek, bağımsız köylü topraklarının ve kamuya ait arazilerin devlet memurlarının ve özel kişilerin eline geçtikten sonra, bağımsız köylülerin nasıl bu gasıpların (toprakları gasp eden kişilerin) bağımlısı haline geldiklerini ve köylülerin ürettiği artık-ürüne bu gasıpların nasıl el koyduklarını anlatır. Çıkarlarına daha uygun geldiği için, bu gasıplar toprak kirasını köylüden para olarak değil, aynî (ürün) olarak almak isterler ve bu yetmeyince köylüden angarya hizmet talep ederler. Kamusal topraklar üzerinde hâkimiyet kuranlar, giderek tüm bölgenin toprakları üzerinde de rakabe (mülkiyet) iddiasında bulunur ki, işte bu tam derebeyliktir.
Derebeyliğin olduğu her yerde, köylüden artığın ürün-rant olarak alınmasının yanısıra, ondan emek-rant veya angarya hizmet de talep edilir ve bu temelde “serflik” de gelişir. Nitekim Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulmasından sonra ortaya çıkan ağalık, derebeylik biçimindeki toprak tutma şekilleri altında serflik ilişkilerinin de geliştiği bir gerçektir. Osmanlı’daki derebeylik oluşumlarının bire bir feodalizm olarak kavranmasının temelinde, işte bu serflik ilişkilerinin yanlış yorumlanması olayı yatmaktadır. Bu düşünüş sahiplerine göre, 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı’da serflik ilişkileri geliştiği için, Osmanlı toplumu feodal bir toplum olmuştur! Bu mantığın tarihsel yanılgısı, serflik ile feodalizmi özdeş tutması, yani feodalizmi serfliğe indirgemesidir. Oysa serfliği feodalizmle özdeş tutmak tarihsel bir hatadır. Hatadır, çünkü feodal sistem ortaya çıkmadan önceki sosyo-ekonomik oluşumlarda da, bir emek türü olarak “serflik” hep vardı. Gerek köleci Roma’nın çöküşünden sonra Batı Avrupa’da ortaya çıkan sosyo-ekonomik oluşumlar içinde olsun, gerekse asyatik üretim tarzı üzerinde biçimlenmiş olan despotik devletlerin çöküşü dönemlerinde ortaya çıkan sosyo-ekonomik yapılar içinde olsun, serflik ilişkilerine hep rastlanmıştır.
Kapitalist sistemden önceki tüm ekonomik-toplumsal formasyonlarda her şeyin temelinin toprakta başladığını biliyoruz. Toprak üzerinde ve toprakta çalışan doğrudan üreticiler üzerinde ekonomik sömürü hakkına ve siyasal, hukuksal, yönetsel otoriteye sahip olmak, çok eski çağlara uzanmaktadır. Dolayısıyla, toprakta çalışan doğrudan üreticiden artık-ürünün “iktisat dışı” bir zor mekanizması yoluyla çekilip alınması olayı, yalnızca feodalizme özgü bir şey değildir. Marx’a yazdığı 16 Aralık 1882 tarihli mektubunda Engels, serfliğe ilişkin olarak şunları söylüyor: “Serfliğin tarihi konusunda, ticaretin dilinde dendiği gibi, «anlaşmış olmamız»dan ötürü sevinçliyim. Elbette ki, serflik ve angarya yükümlülüğü özgül olarak orta çağa ait feodal bir biçim değildir. Fatihin toprağı yerli halka kendi hesabına işlettiği her yerde, ya da hemen hemen her yerde buna rastlıyoruz.”[3]
Sonuç olarak, Osmanlı’nın bozuk düzeninde yaşama şansı bulan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi merkezkaç güçler, ne feodal ne de kapitalist bir nitelik taşıyorlardı. Örneğin, dış pazarın (Avrupa’nın) ihtiyaç duyduğu tarımsal maddelerin üretimini yapan çiftliğin sahibi konumunda olan ve bu anlamda görünürde kapitalizme en yakın duran ağa bile, gerçekte ne bir üretimci çiftçi, ne bir yatırımcı, ne de kamusal fonksiyonu olan bir kimseydi. Osmanlı’da düzen bozulmasının bir ürünü olarak gelişen bu ağalık kurumu, Batı’nın feodal sistemlerinde yeri olmayan bir kategoriydi. Bu kategori, sadece asyatik üretim tarzı üzerine oturan despotik düzenlerin bozuluşuna özgü bir kategori olup, gerçekte “hem feodal, hem de kapitalist sömürü biçimlerinden daha kötü olan bir parazit sömürüsü şeklidir. Her ülkede tarımsal gelişmenin en büyük engeli olmuştur”.[4] Nitekim Osmanlı’da bu ağalık ve derebeyliğin geçerli olduğu yerlerde, köylü reaya olmaktan da daha aşağılık bir duruma düşmüştür. Klasik Osmanlı düzeninde reaya hiç değilse bir statüye sahipti. Toprağın tasarruf hakkı onda idi ve bu hak babadan oğla geçebiliyordu. Oysa derebeyinin ve ağanın hâkimiyeti altına düşen köylü, bu hakkını da yitirmiş ve tamamen korunaksız bir duruma gelmişti.
Diğer taraftan, ne ayanların, ne ağaların, ne de derebeylerin daha yüksek bir üretim tarzına ve sosyal-siyasal örgütlenişe geçmek gibi bir eğilimleri vardı. Onların tek amacı, elde ettikleri servetleri, merkezden mevki, mansıp ve makam satın alarak siyasal güce dönüştürmek ve bu güce dayanarak servetlerini çoğaltmaktı. Ama biriken bu servetlerin, daha sonra da göreceğimiz üzere, hiçbir zaman “yeni bir üretim tarzını” (kapitalizmi) geliştirmeye yönelik bir işlevi olmayacaktır. Bu nedenle de son çözümlemede, ayanların, ağaların ve derebeylerin, bozuk düzenli despotizmin devamından yana olduğunu söyleyebiliriz.
Bozulmuş bile olsa ayakta durmayı başaran despotik bir devlet
Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. yüzyılın sonlarına doğru ayanların, ağaların gücü o kadar artmıştı ki, içlerinden bazıları devletten yarı bağımsız hale gelmiş, bazıları ise devlete baş kaldırarak derebeyleşmenin yolunu tutmuştu. Despotik devletin merkezi otoritesinin bu denli zayıflaması, merkezkaç güçlerin oluşmasını alabildiğine kolaylaştırmıştı tabii ki. Öteden beri varlıklarını sinik bir biçimde sürdüren ve fırsat kollayan taşradaki servet-güç odakları, merkezi otoriteye karşı çok kolaylıkla derebeylik taslayabiliyorlardı. Bunlar, Osmanlının toprak düzenini kendi çıkarları doğrultusunda tam olarak değişikliğe uğratmak ve daha geniş imtiyazlar elde etmek için saraya baskı yapıyorlardı. Merkezden uzak yerlerde (taşrada) devlete ait toprakların mülkiyetini fiilen ele geçirmiş ve saraydan bazı askerî ve idarî imtiyazlar da koparmış olan bu güçler (ayan-ağa-derebeyi takımı), gasp ettikleri toprakların kendi “özel mülkleri” olduğunun padişah (merkezî otorite) tarafından da hukuken onaylanmasını istiyorlardı. Böylece, canları ve malları emniyet altına alınmış olacaktı. Çünkü hukuki açıdan hâlâ kimseye tam olarak özel mülkiyet hakkının tanınmadığı ve padişahın bir buyruğu ile servetlerin derhal müsaderesine girişildiği bir düzende, padişahın dışında kimsenin can ve mal emniyetinin bir garantisinin bulunmadığı iyi biliniyordu. Merkezî otoritenin zayıfladığı dönemlerde gerçi sarayın hükmü pek geçmiyordu ama, merkezî otorite gücünü yeniden topladığında, sarayın neler yapacağı belli olmazdı! Nitekim 1808’de III. Selim’e imzalattıkları “İttifak Senedi” ile varlıklarını saraya resmen kabul ettirip bir takım haklar elde etmiş olan ayanlar, bu anlaşmanın üzerinden dört yıl geçtiğinde, aldıkları hakların pek çoğunu yitireceklerdi. İttifak Senedi’nde ayanlara tanınan hakların pek çoğunu, II. Mahmud 1812’de geri alacak ve bu arada pek çok ayanın serveti müsadere edilecekti.
Varlığını despotik-bürokratik tarzda sürdürmüş olan Osmanlı devletinin temel bir ilkesi, 19. yüzyıla girildiğinde de hâlâ yaşatılmaktaydı. Osmanlı’nın despotik merkeziyetçi bürokrasisi, gücü yettiği sürece, kendisine rakip olacak özerk güç odaklarının oluşmasına ve yaşamasına asla imkân tanımazdı. Çünkü bu güçlerin yaşamasına imkân tanımak demek, padişahın ve merkezi bürokrasinin ele geçirdiği toplumsal artık-ürüne başkalarının da ortak çıkması, dolayısıyla merkezin payının azalması demekti. Bu da devletli sınıfın (bürokrasinin) gönül rızasıyla katlanacağı bir şey değildi elbette! Şurası çok açık ki, Osmanlı’nın devletli sınıfı, kendini zayıf hissettiği dönemlerde verdiği tavizleri, kendini güçlü hissettiğinde derhal geri almayı ilke edinmiş bir sınıftır.
[1] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, aktaran: D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, c.1, Cem Y., 1973, s.65
[2] Niyazi Berkes, “Azgelişmişliğin Tarihsel Nedenleri”, Yön Dergisi, 21 Ekim ve 18 Kasım 1966, Aktaran: D. Avcıoğlu, age, s.71-72
[3] K. Marx- F. Engels, Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Sol Y., 1992, s.287
[4] N. Berkes, age, s.345
link: Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /9, 31 Ekim 2006, https://marksist.net/node/1006