Kapitalizm emperyalizm aşamasına ulaştığı 20. yüzyıl başlarından günümüze dek, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde biçimlenen küresel işleyiş ve ilişkileri geliştirdi. 80’ler sonrasında Sovyetler Birliği ve benzeri bürokratik rejimlerin çöküşü ve ardından Rusya, Çin gibi muazzam coğrafyaların kapitalizme entegre olmasıyla birlikte kapitalist sistem kelimenin gerçek anlamında küreselleşti. Bu gelişmelere bağlı olarak, kapitalizmin artık eski dönemlerdeki işleyişe benzemeyen yeni bir aşamaya ulaştığı tartışmaları da gündeme taşındı. Burada en baştan belirtmek gerekirse, küresel kapitalizm kimilerinin iddia ettiği gibi emperyalizm ötesi yeni bir aşama değildir. Küreselleşme kavramıyla anılır hale gelen günümüz kapitalizmi, mali sermayenin egemenliğine dayanan emperyalizmin bayatlamış halidir. Bu, artık sürekli bir istikrarsızlık ve hegemonya krizi içinde debelenen bir kapitalizmdir.
Günümüz dünyasını kavrayabilmek için, kapitalist gelişme konusunu yerli yerine oturtmak gerekiyor. Kapitalizm bir zamanlar gençti, tarihsel açıdan toplumu ilerleticiydi ve geçmiş dönemlerle kıyaslandığında üretici güçleri muazzam ölçüde geliştirme kapasitesine sahipti. Nitekim kapitalizmin yarattığı sanayileşme ve büyük ölçekli üretim, bir ölçüde sosyalizmin maddi temellerini de döşedi. Ama bu sonuçlar kapitalizmin yarattığı gerçekliğin yalnızca bir yüzüdür. Madalyonun diğer tarafında ise, emperyalist aşamaya ulaşan kapitalizmin artık gençlik dönemini geride bıraktığı ve giderek yaşlanan bünyede çürüme eğiliminin ağır bastığı gerçeği yer alır. Lenin’in yıllar öncesinden dikkat çektiği gibi, emperyalizm asalaklaşan ve çürüyen kapitalizmdir.
Kapitalizmin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizzat emperyalist ilişkiler temelinde aldığı yol, bu asalaklaşma ve çürüme olgusunu büsbütün derinleştirmiştir. Kapitalizm artık sermayenin işçi haklarına küresel ölçekteki saldırısı ve küresel savaşlarla birlikte seyrediyor. Küresel kapitalizm, en büyük üretici güç olan insanı ve doğayı küresel ölçekte yıkımlara sürüklüyor. Bu belirtiler, kapitalist üretim tarzının üretici güçlerin gelişimini ve dünyanın varlığını tehdit eden bir tarihsel tükenmişlik noktasına dayanmış olduğunun ifadesidir. Ekonomik işleyişteki dönemsel iniş çıkışlar her ne olursa olsun, kapitalizm bir daha hiç genç olmayacak. Tam tersine, yaşlanan ve ölüme yüz tutan beden zoraki önlemlerle yaşatılmaya çalışıldığı ölçüde can çekişme süreci sancılı biçimde uzayacak. İşçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülüğünün yetersizliği nedeniyle yıkılması geciktiği oranda, kapitalizmin yarattığı tahribat büyüdükçe büyüyecek.
Küresel çürüme
Asalaklaşan ve çürüyen kapitalizm tespiti, günümüz koşullarında daha da büyük bir önem taşıyor. Ancak bu doğru tespitten yanlış sonuçlar üretilmemeli. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla ilerleyiş içinde giderek çok daha belirgin hale gelen çürüme eğilimi, kapitalist ekonominin büyümesini veya kapitalist üretim ilişkilerinin dünya üzerinde yaygınlaşıp derinleşmesini durdurmamıştır. Kapitalizm var olduğu sürece ülkeler, bölgeler, sektörler vb. arasındaki eşitsizlikleri arttırma pahasına artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırır, sermayeyi büyütür. Fakat çürüme eğilimi derinleştikçe, ekonomik büyüme toplumsal açıdan büsbütün dengesiz ve sağlıksız bir niteliğe bürünür.
Emperyalist aşama boyunca yol alan kapitalizm, toplumsal ihtiyaçlarla kâr için üretim olgusu arasındaki uçurumu inanılmaz derecede büyütmüştür. Kapitalizm altında sağlanan ekonomik ve teknolojik gelişme, insanlığın çıkarları açısından ciddi biçimde sorgulanması gereken bir niteliğe ulaşmıştır. Burjuva ideolojisinin küreselleşme konusunda kitleleri aldatmasına göz yumulamaz. Gerçek şudur ki, kapitalizmin küresel gelişimi dünyayı abat etmiyor, tam tersine bir yok oluşa sürüklüyor. Kapitalizm, bir taraftan yaparken diğer taraftan çok daha fazlasını acımasızca yıkan korkutucu bir kör güç gibi insanlığın üzerine çullanıyor.
Günümüz dünyası, hegemonya için, nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak için çeşitli bölgeleri, o bölgelerin yoksul insanlarını haksız savaşların cehennem ateşine sürükleyen birkaç güçlü emperyalist ülkenin oyuncağına dönüştü. Emperyalist güçler burunlarını soktukları bölgelere özgürlük değil, büyük tekellerin hegemonyasını ve onların çıkarları uğruna başlatılan kargaşayı götürüyorlar. Emperyalizm demokrasi değil siyasal yaşamda gericileşme üretiyor; mevcut toplumsal çelişkileri muazzam ölçüde yoğunlaştırıyor.
Tekelcileşen, emperyalistleşen, küreselleşen kapitalizm, çeşitli üretim sektörleri ya da tarım, sanayi ve hizmetler gibi kesimler arasında daha orantılı ve uyumlu bir işleyiş sağlamıyor. Aksine, bütünsel üretim sürecindeki anarşik yapılanmayı ve orantısızlıkları büyütüp azdırıyor. Tekelleşmeyle birlikte kapitalizmin krizlerinin daha seyrek ve zayıf hale geldiği veya küreselleşen tekellerin üretimi dünya ölçeğinde planlayıp kapitalist bunalım kaynaklarını kurutacağı iddiaları büyük palavralardan ibarettir. Günümüzde ulus-devlet engellerini aşıp küresel evlilikler temelinde oluşan devasa finans grupları dünyayı kuşatmışlardır. Ama bu merkezileşme planlı bir ekonomik işleyişe yol açmamakta ve kapitalizmin bunalımlarını ortadan kaldırmamaktadır. Tam tersine bu gelişme, çeşitli ülkeler piyasalarını ve borsalarını eşzamanlı olarak sarsan büyük bunalımları tetikliyor.
Büyük ölçekli kapitalist üretim, verimliliğin arttırılması için büyük buluşların yapılmasını körüklemiş ve teknik ilerlemeyi teşvik etmiştir. Fakat kapitalizm toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını değil kapitalistlerin daha çok kâr elde etmesini amaçlayan bir üretim tarzı olduğundan, teknolojinin dağılımındaki dengesizlik de akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Kapitalizm, bir yanda içecek bir damla temiz su bulabilmek için çırpınan insan topluluklarını en ilkel koşullarda yaşamaya (daha doğrusu sürünmeye) mahkûm kılıyor. Diğer yanda ise son derece ayrıcalıklı bir azınlık yalnızca onlara hitap eden cicili bicili yeni teknoloji ürünleriyle şımartıldıkça şımartılıyor. Kapitalizm işte budur. Kapitalizmin derinleşip yaygınlaşan küresel işleyişinin gerek ülkeler arasındaki gerekse ülke içindeki sosyal eşitsizlikleri alabildiğine büyüttüğü ayan beyan ortadadır.
Kapitalist gelişme üretimi toplumsallaştırdıkça, kapitalist özel mülkiyet de üretici güçlerin önüne daha büyük bir engel olarak dikilmiştir. Geçmiş dönemlerin tekil sermaye sahipliğine dayanan kişi şirketleri büyüyen yatırım projeleriyle bağdaşmamaya başladığında, kapitalizm hisse senetli anonim şirketleri yaratarak yoluna devam etmiştir. Çok sayıda mülkiyet sahipliğine paylaştırılmış sermaye yapılanmasıyla özel mülkiyet engelini aşma çabası kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırmamıştır, yalnızca onun biçimini değiştirmiştir. Tekil kişilere ait özel mülkiyetin belirleyiciliği önemsizleşirken, hisse senetli ortaklık biçimindeki kapitalist mülkiyet ağırlık kazanmıştır.
Bu mülkiyet paylarının çeşitli kapitalist ülkelere yayılması yoluyla büyük sermaye çokuluslu veya bir başka deyişle ulus-ötesi bir nitelik kazanmış, sermayenin küresel hareketi giderek yaygınlaşmış ve yoğunlaşmıştır. Ama tüm bu gelişmeler dünyanın ulus-devletler biçimindeki parçalanmışlığını ortadan kaldırmamıştır. Kim ne derse desin, kapitalizm son tahlilde ulus-devlet biçimlenmesine dayanan bir üretim tarzıdır. Dünya ölçeğinde etkili olmak isteyen büyük finans grupları, karşılarına çıkan ulus-devlet engellerini muhtelif biçim ve yöntemlerle aşmaya çalışarak yollarına devam ederler. Büyük tekeller veya kapitalist devletler arasındaki rekabet mücadelesi, ekonomik tehdit ve yaptırımlardan ince diplomasiye, siyasi baskı ve entrikalardan açık savaşlara varana dek çeşitli yöntemlerle yürütülür.
Kapitalizmin geçmiş dönemlere oranla çok daha derin ve yaygın ölçekte küresel ilişkileri geliştirdiği bir gerçektir. Fakat bu küreselleşme tam anlamıyla çürüyen bir kapitalizmin küreselleşmesidir. Çürüyen kapitalizm doğayı zehirleyip insan yaşamını tehdit ettiği gibi, tüm dünya üzerinde genel bir istikrarsızlık eğilimini besleyip büyütmekte ve sürekli kılmaktadır. Üzerinden atlanmaması gereken bir başka önemli husus da, Rusya ve Çin gibi ülkelerde ilerleyen kapitalistleşmenin işte böyle bir küresel kapitalizmle bütünleşmekte olduğudur. Bürokratik rejimlerin çöküşü veya çözülüşü, geniş coğrafyaları, muazzam büyüklükteki işçi-emekçi kitleleriyle dünyada belirleyici bir yere sahip bulunan Rusya ve Çin’e demokrasi getirmiş değildir. Bunlar bir bakıma demir yumrukla yönetilen ülkeler olarak dünya kapitalizmine eklemlenmektedirler. O nedenle, küresel kapitalizm çağında dünyayı etkisi altına alan siyasal gericileşme olgusunu ve daha da ötesi faşizm tehlikesini kavramaya çalışırken, yaşadığımız dönemi belirleyen bütün bu faktörleri hesaba katmamız gerekiyor.
Bugün kapitalizm dünyanın her yerinde işçi sınıfına ve ezilen halklara tüm melanetiyle saldırıyor. ABD gibi büyük emperyalist güçler, Türkiye örneğinde açıkça görüldüğü üzere, stratejik ortak diye de adlandırılan alt-emperyalist güçlerle birlikte Kürt halkının veya bir başka örnekte Filistin halkının vb. kaderiyle ilgili kanlı oyunlar tezgâhlıyorlar. Emperyalist ülkelerin rekabet mücadelesi, Ruanda, Somali, Sudan, Etiyopya gibi çeşitli Afrika ülkelerinde yoksul halk kitlelerini korkunç kitle kırımlarıyla yüz yüze getiriyor. Yaşanan bu insanlık trajedilerine bir de burjuva medyanın sistematik beyin yıkama yöntemleriyle gerçekleri kitlelerden gizleme kampanyası eşlik etmektedir. İletişim teknolojisinde kaydedilen muazzam gelişmelerle, burjuva egemenlerin haber üretme ve yayma araçları üzerinde kurdukları tekel tam bir çelişki oluşturmaktadır. Hesapta geniş kitlelerin haber kaynaklarına ulaşma araçları büyük ölçüde çeşitlenmiş, fakat fiiliyatta kitleler burjuva medya eliyle muazzam bir akıl tutulmasına uğratılmışlardır.
Büyük medya adeta partiler üstü bir güç gibi doğrudan büyük sermayenin emrinde kitleleri yönetiyor, istenilen yönde kamuoyu oluşturacak sahte haber yayma yöntemleriyle onlarla kukla gibi oynuyor. Son dönemde Türkiye’de yaşananlar bu durumun en çarpıcı örneklerini sergilemektedir. Kendi hallerine bırakıldıklarında günlük yaşamın sorunlarıyla boğuşmaktan başka bir şey düşünmeyen milyonlarca sıradan insan, bir günde medyanın yarattığı milliyetçi histerinin esiri olabiliyor. Daha düne kadar Kürt halkıyla kardeş kardeş yaşadıklarını söyleyen insanlar, bugün burjuva medyanın gazına gelip Kürtlere karşı düzenlenen linç girişimlerine alkış tutabiliyorlar. Çünkü örgütsüz halk bir sürüdür ve örgütsüz sürülerin kendilerine ait bağımsız düşünceleri olamaz. Ve en önemlisi, örgütsüz sürüler rahatlıkla faşizmin kitle tabanını oluşturabilirler.
Sorun yalnızca Türkiye’den ibaret değildir. Hemen her ülkede burjuva siyaset neredeyse bir bütün olarak, “derin devlet” de denen gizli ve merkezi devlet aygıtlarının kontrolü altında yapılanmaktadır. Gerçi olağan ve olağanüstü burjuva yönetim biçimleri arasında farklılık vardır, ama değinmeye çalıştığımız tüm bu gelişmeler burjuva parlamenter sistemin artık iyice aksadığına işaret ediyor. Gelişkin kapitalist ülkeler de dahil burjuva demokrasisinin çerçevesi daralırken, devlet yönetimleri tüm kapitalist ülkelerde daha totaliter bir niteliğe bürünüyor.
Sürekli istikrarsızlık
Kapitalizmin, canlanma, yükseliş, kriz ve durgunluk gibi evreleri içeren sanayi çevrimleri temelinde yoluna devam etmesi bu üretim tarzının olağan işleyiş yasasıdır. Daha önce ele aldığımız üzere, kapitalizmin anarşik yapısının periyodik aşırı üretim krizlerini yarattığı ve bu nedenle krizsiz bir kapitalizm düşünülemeyeceği açıktır (bkz. Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay.). Kapitalizm krizlerini ancak daha büyük krizlerin mayalanması pahasına atlatabilmektedir. Fakat kapitalist üretim sürecinin kriz olarak adlandırılan evreleri devresel çöküntüleri tetiklediği kadar, krizlerin yaşanması yeni bir canlanma evresinin de yolunu açar. Sanayi çevrimlerinin işleyişi genelde bu gibi yasaları içermekle birlikte, tekelleşmenin derinleşmesine koşut olarak kriz mekanizmasının iyileştirici rolü günümüzde azalmıştır.
Kapitalist işleyiş periyodik krizlerde somutlanan kısa dönemli eğilimlerin yanı sıra, sınıf mücadelesinin seyrine ve uluslararası gelişmelere bağlı olarak genel bir yükseliş ya da düşüş yaratan uzun dönemli eğilimler de sergiler. Nitekim kapitalist dünya sistemi İkinci Dünya Savaşı sonrasında açığa çıkan canlanma potansiyelleri eşliğinde 70’li yıllara dek süren uzun bir yükseliş dönemi yaşadı. Yükseliş dalgasının geri çekilmesiyle kaçınılmaz iniş başladı ve böylece kapitalizm daha sarsıcı ve daha sık aralıklarla patlak veren krizlerin belirlediği bir uzun dönemli durgunluk eğilimine girdi. Bu iniş dalgası boyunca kuşkusuz yine geçici iyileşme ve canlanma evreleri yaşanıyor. Ama eskiye göre daha sık cereyan eden ve daha uzun süren krizler nedeniyle kapitalizm belirgin ve istikrarlı bir yükseliş kaydedemiyor.
Günümüzde açıkça gözlemlendiği üzere, kapitalist devletlerin uyguladığı merkezi para ve faiz politikalarıyla, kredilerin şişirilmesiyle vb. krizlerin yaşanması geciktirilmeye çalışılmaktadır. Her an patlak verebilecek bir kriz korkusuyla, neredeyse süreklilik arz eder biçimde anti-kriz politikalar uygulaması gündeme sokulmuştur. Ekonomik devrelere yapılan bu müdahaleler krizlerin dengeye getirici mekanizmalarını laçkalaştırıyor ve bu mekanizmaları büyük ölçüde işlevsizleştiriyor. Kısacası, kapitalizmin tarihsel açmazlarına rağmen yol alabilmek için başvurduğu araçların etkinliği gün geçtikçe azalmakta ve böylece ani ve büyük çöküşlerin yolu döşenmektedir.
Emperyalizm çağında kredi sistemi kapitalizmin işleyişi içinde muazzam önemde bir yere sahiptir. Kitlelerin satın alma gücünün düşüklüğü nedeniyle ekonomik döngüde oluşacak tıkanıklıkları savuşturmak amacıyla, tüketim borçlandırma yoluyla canlı tutulmaya çalışılır. Bankalar sanayicilere verdikleri kredilerin yanı sıra, dar gelirli insanlara da son derece yüksek faizlerle borç verip kendi fonlarını kârlı kılmaya çalışırlar. Ne var ki, faizleri ve ana paraları ödeme sıkıntısı çeken insan sayısı geometrik dizilerle artmaya koyulduğunda, kredi sistemi art arda gelen depremlerle sarsılmaya başlar. Son dönemde Mortgage kredileriyle ilgili olarak ABD’de bankaların yaşadığı sarsıntıları, İngiltere’de aynı nedenle batmaya yüz tutan bankaların devlet eliyle kurtarılma çabalarını bu kapsamda yorumlamak gerekir.
İçinden çıkılamayan durgunluk eğilimine karşı yatırımları canlı tutma çabası, özellikle konut sektöründe kredi balonunun alabildiğine şişirilmesinde somutlanıyor. Bu durum Türkiye’de de yakından tanık olunduğu gibi, bankacılık sisteminde ve çeşitli borsalarda yaşanan istikrarsız ve kırılgan koşulları yarattı. Bu bakımdan burjuva medyadan yayılan ekonomi haberlerine ve resmi istatistiklere eşlik eden rakamlar her ne olursa olsun, kapitalizmin zaman içinde daha yıkıcı krizlerle seyrettiği ve seyredeceği aşikârdır. Bilimsel yasalardan ebediyen kaçıp kurtulmanın yolu yoktur. Balonu ne kadar şişirirseniz içinde o kadar çok gaz birikir ve bir noktada artık kaçınılmaz hale gelen patlama da o denli şiddetli ve gürültülü olur. Bu durum özellikle 80’lerden bu yana patlak veren borsa krizleriyle çeşitli kereler ispatlandı ve burjuvazi artık küresel ölçekte neredeyse sürekli bir kriz fobisiyle yaşam sürdürüyor.
Sorunu bir başka açıdan da ele alabiliriz. Günümüzde büyük sermaye tehlikeli gördüğü bir alandan apar topar kaçıp daha kârlı addettiği bir başkasına atlarken, bir bütün olarak dünya piyasalarındaki oynaklığı ve istikrarsızlığı artırmaktadır. İstikrarsızlık eğiliminin ortadan kalkmaması, tersine daha da ciddi boyutlara ulaşması, sanayide yatırım arzusunu baltalayan ve sermayeyi kısa dönemli, yüksek getirili para oyunlarına yönelten bir faktördür. Ancak, yaratılan toplam artı-değerde reel artış sağlanmadan paradan para kazanma hırsının bir kumardan başka bir şey olmadığı da açıktır. Dünya işçi sınıfının ürettiği toplam artı-değer kümesinin kâr, faiz veya rant biçimindeki paylaşımı için yürüyen çekişme muazzam bir spekülasyon kaynağı oluşturmaktadır. Para oyunları peşinde dünya borsalarında gezinen sıcak paralar temelinde ekonomiye dair rakamlar sanal olarak büyümektedir. Ne var ki, spekülasyonla şişen rakamlar er geç kendi gerçekliklerine dönerler.
Burjuvazinin kapitalist düzene dair kitlelerde yarattığı yanılsamaları ortadan kaldırmak için, kitlelere çok yönlü gerçekleri açıklamak gerekir. Buna ekonomik gerçeklerin teşhiri de dahildir. Ama burada tarz ve içerik son derece önemlidir. Beyinler ve kalemler, kapitalizme karşı işçi sınıfı mücadelesini yükseltme amacının hizmetine koşulduğu oranda devrimci bir işlev görebilirler. Reformist sol basının ya da akademik solcuların fazlasıyla itibar edip ürettikleri ve günübirlik veya kısa dönemli rakamsal oynamaların teşhirine odaklanan ekonomi tahlilleri aslında burjuva iktisatçıların tarzıdır. Devrimci çözümleme ise, buna öykünmeyen ve kapitalist gidişata ilişkin ana eğilimleri açıklayıp işçi sınıfını mücadeleye çeken bir niteliğe sahip olmalıdır. Çünkü devrimcilik, kapitalist dünyayı yorumlamakla yetinmeyip ona karşı mücadele bayrağının yükseltildiği noktada başlayabilir ancak.
Küresel saldırı: Neo-liberalizm
80’li yıllar, kapitalist dünya sisteminin içine sürüklendiği durgunluk eğiliminin iyice açığa çıktığı bir tarihsel dönemeci oluşturuyor. Buna paralel olarak, dünya kapitalizmi de işçi haklarına ve sosyal fonlara karşı neo-liberalizm diye adlandırılan genel bir saldırı dönemini başlattı. ‘80 dönemecine damgasını basan bu gelişme, ABD’de Reaganizm ve İngiltere’de Thatcherizm örnekleriyle somutlanıyordu. Neo-liberalizm dalgası emperyalist sistemin merkez ülkelerinden başlayarak çevre ülkelere yayıldı. Bu dalga Türkiye’de de yansımasını 80’li yıllardan itibaren egemen olan Özalcı yeniden yapılanma seferberliğinde buldu. Aynı dönem boyunca Doğu Bloku’nun ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü gibi, eski dünya dengelerini tamamen alt üst eden tarihsel olaylar da yaşandı. Bunun neticesinde dünya üzerinde tek başına kalan kapitalizm büsbütün fütursuzlaştı, büsbütün saldırganlaştı.
Tekelci sermayenin dünyada işçi-emekçi kitlelerin tarihsel mücadelelerinin ürünü olan sosyal kazanımları tasfiyeye girişen neo-liberal seferberliği, her şeyin piyasanın insafına terk edilmesini savunan ekonomik liberalizm anlayışının egemenliğini ilan etmesi demekti. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomide yeniden toparlanmanın sağlanması amacıyla kapitalist devletlere öğütlenen Keynesci politikaların da artık gözden düşmesi anlamına geliyordu. Keynescilik, toplam talebi canlandırmak ve işsizliği azaltmak üzere devlet harcamalarının arttırılmasını savunan bir iktisadi politikaydı. Kapitalizmin savaş sonrası genişleme dönemine denk düşen Keynesci politikalara, tüketimin canlandırılması için yoksul kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarında belirli iyileştirmelerin sağlanması gibi unsurlar eşlik etmişti. Bu tür uygulamalar neticesinde işçi sınıfı ve emekçiler, özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde, sağlık, eğitim, işsizlik, emeklilik gibi konularda devletin de katkısıyla daha fazla sosyal haklara ve buna karşılık gelen fonlara sahip olmuşlardı. Bu tür uygulamaların yaygınlaşmasında kuşkusuz ki yalnızca iktisadi faktörler rol oynamamıştı.
O dönemlerde dünyanın siyasal iklimini belirleyen farklı koşullar vardı. Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerde egemen olan bürokratik rejimler sözde bir sosyalizm bile olsa, bu ülkelerde geçerli olan devletçiliğin ve onun uzantısı olan parasız sağlık, parasız eğitim, düşük kiralar, çalışan annelerin çocukları için bedava kreşler gibi uygulamaların, kapitalist ülkelerdeki işçi-emekçi kitlelere cazip görüneceği aşikârdı. Bu durum bürokratik rejimlerin çökmeye başladığı tarihsel dönemece dek, sosyal fonlarda kesintiye gidilememesi yönünde kapitalist devletler üzerinde ciddi bir basınç oluşturdu. Kapitalizmin uzun süreli bir canlanma ve yükseliş eğilimiyle seyrettiği İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme eşlik eden bu ortam, kapitalizmin artık eski dönemlerdeki gibi vahşi bir kapitalizm olmaktan çıktığı yolundaki burjuva propagandasını da inandırıcı kılmıştı. Buna göre, kapitalizm dünyayı savaşlara sürükleyen büyük krizler dönemini atlatmış, kendini reforme ederek kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmiş ve böylece artık “sosyal refah devleti” dönemine girilmişti. Kırk yıllık kurdun kuzu postuna bürünerek karşısındakileri aldatmaya koyulması ne yazık ki karşılığını bulacak ve özellikle sosyal iyileştirme politikalarının fiilen uygulanabildiği gelişkin kapitalist ülkelerde işçi-emekçi kitleler devrim ihtiyacını unutup reformizmin batağına sürükleneceklerdi.
Orta ve az gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerde ise iktisadi koşullar farklıydı, buralarda burjuva düzenin kimi reformları uygulamak bakımından nefesi yetersizdi. Bununla birlikte, kapitalist devletin bir “sosyal refah devleti”ne dönüştürülebileceği yolundaki reformist görüşler –Batı Marksizminin de ağırlıklı etkisiyle– Türkiye gibi ülkelerde de karşılığını buldu. Netice olarak, 80’ler dönemecine dek hemen tüm kapitalist ülkelerde sosyal demokrat veya benzeri akımlar kapitalizmin sorunlarını giderecek bir sol alternatif olarak göründü. Ne var ki uluslararası büyük sermaye kuruluşlarının dünya genelinde neo-liberal politikaları uygulayıp yaygınlaştırmasıyla birlikte, sağıyla soluyla burjuva partilerin fiili uygulamaları arasındaki farklar da önemini yitirmeye başladı. Kendilerini niteleyen siyasi sıfatlar her ne olursa olsun, çeşitli burjuva partilerin hükümet programları dünya sermayesinin istemleriyle uyumlu hale getirildi. Burjuvazinin sosyal demokrat partileriyle muhafazakâr ya da liberal partileri, dünya sermayesinin neo-liberal politikaları temelinde aynılaştılar.
Neo-liberalizm, ekonomide devletin emekçi kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirici uygulamalarına son verilmesi anlamına geliyor. Siyasal alanda ise buna demokrasinin daraltılması eşlik ediyor. ABD örneğinde açıkça görüldüğü üzere, neo-liberal uygulamalar neo-con (yeni-muhafazakârlar) diye adlandırılan ekipler tarafından yürütülmekte, böylece ortaya tuhaf bileşimler çıkmaktadır. Bu durum burjuva siyaset yelpazesinde yansımasını, “milliyetçi, muhafazâkar, liberal, demokrat” vb. gibi bilumum sıfatların tek bir siyasi oluşumun bünyesinde toplandığı alaşımlarda bulmuştur. Bu tür alaşımların muhtelif örneklerine Türkiye de dahil çeşitli kapitalist ülkelerde rastlamak mümkündür.
Açık ki, böylece neo-liberalizm şu ya da bu burjuva hükümet politikasından çok öte geniş bir anlama bürünmüş ve kapitalizmin içine girdiği istikrarsızlık ve nefessizlik döneminin ideolojisi olmuştur. Bu “yeni” liberalizm, ekonomik liberalizmle siyasal liberalizm arasındaki açıyı da büyütmüştür. Bilindiği gibi, ekonomik liberalizmin ağır basan yönü vahşi piyasa yasalarını savunmaktır. Siyasal liberalizm ise bunu bir ölçüde demokratik haklar savunusuyla yumuşatmaya çalışır. Neo-liberalizm bu siyasal liberalizmden uzaktır ve siyasi açıdan gericiliği tırmandırmaktadır. Diğer yandan, neo-liberalizmin genelde devletçiliğe karşı çıkan yönünü de doğru yorumlamak gerekir.
Günümüzde burjuva ideologların iddialarının aksine, kapitalist devlet ekonomik yaşama müdahaleden bütünüyle elini çekmiyor. Geçmiş döneme oranla değişen yön, devletin şimdi de yeni dönemin gerekleri doğrultusunda büyük sermayenin ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Kapitalist devlet bazı sektörlerde yatırımlarına son verirken, kârlı yatırım alanlarının özelleştirmeler vb. yoluyla büyük tekellerin eline geçmesine aracılık ediyor. Kolektif kapitalist olarak sosyal fonların birikimine ve dağılımına müdahalede bulunuyor. Bu fonlara devletin katkı payının azaltılmasının yanı sıra, işçi-emekçi kitlelerden çeşitli biçimlerde yapılan kesintilerle ve vergilerle oluşan fonların dağılımı tekellerin çıkarına olacak biçimde yeniden tanzim ediliyor.
Kitlelere tahsis edilecek sosyal fonlar söz konusu olduğunda azılı bir devletçilik karşıtı kesilen büyük sermaye çevreleri, sıra kendi çıkarlarını korumaya geldiğinde sırtlarını devlet gücüne yaslamaktan bir an bile geri durmamaktadırlar. Geniş kitlelerin lehine olacak sosyal harcamalar kısılmakta ve buralardan kaydırılan fonlarla savaş bütçelerine ayrılan paylar artırılmaktadır. Emperyalistinden az gelişmişine dek tüm kapitalist ülkelerde yaratılan savaş histerisine koşut olarak silahlanma harcamaları baş döndürücü bir hızla tırmandırılmaktadır. Bu nokta son derece önemlidir. Silah tekellerinin en büyük alıcılarının kapitalist devletler olduğu gerçeği göz önünde bulundurulacak olursa, ekonomik liberalizm konusunda atılan nutuklara rağmen kapitalist devletlerin nasıl da ekonomik yaşamın içinde olduğu görülür.
Küresel savaş
Emperyalizm çağına genelde yükselen bir militarizm dalgası eşlik eder. Kapitalizmin emperyalist aşamasını militarizm ve yayılmacı savaşlar olmaksızın tahayyül etmek mümkün değildir. Günümüzde ise kapitalist devletler, derinleşen ve neredeyse süreklilik kazanan krizlerini atlatabilmek, dünya üzerindeki nüfuz alanlarını yeniden paylaşabilmek ve kitlelerin yükselen isyan dalgalarını vahşice bastırmak gibi emellerle büsbütün militer niteliğe bürünmektedirler. Tüm kapitalist ülkelerde egemen burjuva güçler bir dış düşman yaratarak toplumu militarize etmeye ve militarizmi sınıf baskısının aracı olarak kullanmaya çalışıyorlar. Küreselleşen kapitalizm altında rakip emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşları, alan olarak bölgesel görünseler bile içerik olarak bir dünya savaşı niteliği kazanıyor.
Günümüz dünyasına damgasını vuran gelişmeler tam da bu yöndedir. Kapitalizmin pek çok yönden artık bir sistem krizi boyutlarına varan dengesiz durumuna, ABD, AB, Rusya, Çin gibi büyük güçler arasında kızışan ve geleceği belirsiz hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir. Küresel ölçekte peş peşe yaşanan olaylar, uluslararası ilişkiler alanında daha önceki dönemlerde gözlemlenen geçici istikrar durumunun sona erdiğini açıkça gözler önüne seriyor. Hegemonya için çekişen büyük güçler arasındaki rekabet nedeniyle kızıştırılan bölgesel sorunlar diplomasi masalarından siperlere taşınmakta, emperyalist savaşların alanı genişlemektedir.
Günümüz tam anlamıyla sıcak savaşlar dönemidir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce iki süper güç arasındaki denge durumu nedeniyle varlık sürdürmüş olan “soğuk savaş” dönemi tamamen sona ermiştir. Hatırlanacak olursa bu eski dönemde, ABD ve SSCB arasındaki nükleer güç dengesinden kaynaklı bazı uluslararası gelişmelerden (nükleer silahlarda sınırlandırmaya ve indirime gidilmesi gibi) söz edilirdi. Şimdi ise nükleer silahlanmayı tırmandırma konusu, ABD, Rusya, Çin gibi büyük emperyalist güçlerden başlayarak kendi bölgelerinde alt-emperyalist bir güç olmaya göz diken Hindistan, Türkiye, İran gibi ülkelere varıncaya dek çeşitli kapitalist devletlerin fiilen gündemindedir. Bu koşullarla birlikte yaygınlaşan emperyalist savaş dalgası, insan yaşamı açısından gerçekten de ürkütücü boyutlar içermektedir. Kapitalizm altında barışın sağlanabileceği konusunda boş hayallere kapılmak kadar tehlikeli bir şey olamaz.
Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. Yarın bu savaş alanının ne şekilde genişleyeceği konusunda fal açamayız. Ama bilinen bir gerçek var ki, dönemin yükselen emperyalist güçleri Rusya ve Çin de paylaşım bölgelerindeki çatışmalara giderek daha çok müdahil olacaklardır. Hegemonya için yarışan güçler arasındaki çekişmeler, yeni emperyalist blokların oluşumunu ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getirecektir.
Savaş araçlarının ve savaş tekniklerinin tarihin ilerleyişi içinde değiştiği bilinen bir gerçektir. O nedenle, yeni bir dünya savaşının birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının bir kopyası gibi cereyan etmeyeceği açıktır. Bu nokta da son derece önemlidir. Bu konuda yanılgıya düşen veya gerçeği kasıtlı olarak saptıran taraflar, gözlerinin önünde cereyan eden ve yayılma eğilimi sergileyen savaş cehennemine gelip geçici bir olgu olarak bakmaktadırlar. Oysa dünya, ABD, AB, Japonya gibi kadim emperyalist güçlerle yeni dönemin yükselen emperyalist güçleri olarak sahneye çıkan Rusya ve Çin’i de kapsayan çok taraflı bir küresel kapışma döneminin içine girmiş bulunuyor. Hatırlanacak olursa, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı döneminde Avrupa ülkeleri hegemonya için çekişirlerken, Amerikan emperyalizmi muazzam bir yükseliş içindeydi. ABD’nin emperyalist-kapitalist sistemin tartışmasız hegemonu oluşu bu eski dönemi sona erdirebilmişti.
Ne var ki günümüz dünyasının değişen koşulları altında, küresel ölçekteki hegemonya savaşlarının sona ermesi geçmiştekinin basit bir tekrarı biçiminde olmayacaktır. Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb., çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilir. İşçi-emekçi kitleleri ilgilendiren temel husus bu kaotik durumun hangi emperyalist gücün üstünlüğüyle sona ereceğine kafa yormak olamaz. Temel sorun, emperyalist-kapitalist sistemin hangi biçimler altında varlığını sürdürebileceğini tartışmak değildir; ona nihai olarak son verebilmektir. Açıkça yaygınlaşma eğilimi gösteren emperyalist savaşlar döneminin kaotik ortamından işçi-emekçi kitleler lehine yegâne çıkış yolu işçi devrimleridir. Nesnel bir değerlendirme yapılacak olursa, kapitalizmin bu son aşaması çılgınca savaşlara olduğu kadar toplumsal devrimlere de gebe bir dönem olarak somutlanmaktadır. Vaktiyle Troçki’nin dediği gibi, işçi sınıfının devrimci öncüsünün savaşlarla, ayaklanmalarla, kısa ateşkes molalarıyla, yeni savaşlar ve yeni ayaklanmalarla geçecek yıllara, hatta on yıllara hazırlıklı olması gerekiyor.
Bu bakımdan bugün Amerikan emperyalizminin Bush yönetimi altında sergilediği yıkıcı savaş dalgasına karşı mücadele sorununu devrim eksenine oturtmak, alternatifi olmayan ve ertelenemez bir görev oluşturuyor. Sorun bu derece ciddiyken, pasifist ve reformist sol güçler bu emperyalist savaş dalgasının ABD’de bir başkan ve politika değişikliğiyle durdurulabileceği yanılsamasını yayıyorlar. Bu tür görüşlere inanmak ve bu tür eğilimlere kapılmak büyük bir aymazlık olur. İşçi sınıfının devrimci güçleri soruna yalnızca şu ya da bu burjuva hükümetin yürüttüğü politikanın eleştirisi gibi yanlış ve dar bir açıdan bakamazlar. Günümüzün yakıcı sorunlarına, emperyalist-kapitalist sistemin içerdiği genel tehdit açısından yaklaşmak zorunludur.
Dünya tehdit altında
Yaşadığımız dönemde öne çıkan önemli hususlardan birini de, savaş koşullarına bağlı olarak burjuva medyadaki askerileşme eğilimi teşkil ediyor. Son dönemde sayıları pıtrak gibi artan çeşitli stratejik araştırma kurumlarının uzmanlarını burjuva basın ve medya kanallarında istihdam etmek moda oldu. Ekonomi haberlerinin gündelik hayatın bir parçası haline getirilmesine benzer biçimde, şimdi de dünyadaki hegemonya savaşlarının gidişatına dair yorumlar gırla gidiyor. Çeşitli strateji uzmanlarının dile getirdiği yorumlar gelişmeleri derinlemesine tahlil eder gibi görünseler de bunların hiçbiri tarafsız olamaz. Çünkü bu alan, rakip emperyalist güç odakları arasındaki savaşın bir parçası olan psikolojik savaş alanıdır. Farklı tarafların çıkarları doğrultusunda kamuoyu oluşturmak için propaganda edilen bu stratejilerden hangisi üstün gelirse gelsin, çözümlenmeyen hegemonya krizi koşullarında sonuç yine savaş, yine savaş demektir.
Büyük paylaşım savaşlarının tarihi, hegemonya mücadelesinin sonucu alınmadığı sürece genel savaş durumunun devam ettiğini gösteriyor. Bu nokta günümüzdeki olası gelişmelere de ışık tutmaktadır. ABD uzun yıllar boyunca kapitalist sistemin ekonomik, siyasi ve askeri açıdan tartışmasız hegemon gücü olmuştu. Günümüz koşullarında ABD’nin bu pozisyonu artık tartışma konusu yapılabilse bile, ne AB ne Rusya ne de Çin tek başına onun yerini alıp hegemonya krizine son verecek bir güce sahiptir. Dolayısıyla ABD’nin rakip güçler tarafından Ortadoğu’da geriletilmesi söz konusu edilebilse dahi, böyle bir durum dünyadaki hegemonya krizini sona erdirmeyecektir. Tersine azdırma olasılığı çok güçlüdür.
Çünkü yine aynı tarih, ABD gibi büyük güçlerin bazı hezimetlere uğradıkları durumlarda geri çekilmelerinin geçici ateşkes dönemlerinden ibaret olduğunu gözler önüne seriyor. Bu tür savaş aralarının yeniden yıkıcı saldırılara geçmek için değerlendirilen hazırlık dönemleri olduğu açıktır. Kısacası kapitalist sistemin mevcudiyeti koşullarında hangi olasılığı irdelerseniz irdeleyin, sonuç işçi sınıfı ve yoksul kitleler açısından değişmiyor. O nedenle, günümüzdeki gelişmelere dair çeşitli spekülasyonlar arasında çıkış yolunu yitirmeden ve burjuva kamplardan birinin kuyruğunda sürüklenmeden, yükselen emperyalist savaş dalgası karşısında sınıfsal tavır almak yaşamsal bir önem taşıyor. Tehditleri devrimci fırsatlara dönüştürmek gerek.
Çürüyen kapitalizm büsbütün saldırganlaşıyor. Diğer yandan çağımız, siyasal koşullardaki ani değişimlerle seyreden patlayıcı bir nitelik taşıyor. Nitekim günümüz dünyasında çeşitli bölgelerde ve ülkelerde birbiri ardı sıra patlak veren karışıklıklar, halk ayaklanmaları vb. bu tespiti doğrulamaktadır. Kapitalist devletler, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki muazzam karşıtlığın tetiklediği isyan dalgalarını, siyasi gericiliği tırmandırarak ve kıyıcı yöntemlerle bastırmaya çalışıyorlar. Hangi güncel sorunu ele alırsak alalım, kapitalizmin insanlığın geleceğini tehdit eden küresel bir canavara dönüştüğü gerçeğiyle karşılaşıyoruz. 21. yüzyıl, kapitalizmin yarattığı küresel felâketlerle adeta kapitalizmin kıyamet çağına dönüşmüş durumda. Kapitalizm kendi haline bırakılırsa modern insanlığın yeni bir yüzyılı olmayacak. Ya kapitalizm kendisiyle birlikte doğayı ve dünya üzerindeki insanları bir çöküşe sürükleyecek ya da işçi-emekçi kitleler onu yıkıp sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceği kendi elleriyle yaratacaklar. Başka seçenek yok, zaman daralıyor!
link: Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, 29 Kasım 2007, https://marksist.net/node/1672
Dev-Sağlık-İş’ten Ankara’da Eylem
Hiçbir Burjuva Ordu Haksız Yürüttüğü Bir Savaştan Galip Çıkamaz