Yaşadığımız topraklar tarihsel olarak Türk, Ermeni, Kürt, Rum, Süryani gibi pek çok halka, etnik ve dinsel topluluğa ev sahipliği yapmaktadır. Anadolu’nun kadim halklarının yanı sıra, yaşanan göçler nedeniyle de çok kimlikli ve çok kültürlü bir halklar mozaiği olan bu toprakların renkleri ırkçı-milliyetçi devlet politikalarıyla soldurulmuş, TC sınırları dahilinde yaşayan halklar yok sayılmaya, bazen de yok edilmeye çalışılmıştır.
TC devleti, kuruluşundan bu yana bu topraklarda yaşayan Türk olmayan halkları “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” karşı tehdit olarak görmüş ve sistematik bir asimilasyon politikası izlemiştir. Farklı kimlikleri yok etmek ve zorla Türkleştirmek, devletin resmi politikası olagelmiştir. TC Anayasası’nın 3. maddesi devletin resmi dilini Türkçe olarak dayatmış ve Türkçe dışındaki dillerin anadil olarak öğretilmesini yasaklamıştır. Anayasa’nın 42. maddesine göre “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”. Siyasi Partiler Kanunu da Türkiye’de “azınlıklar bulunduğunu ileri sürmeyi” ve “Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymayı” bölücülük saymakta ve yasaklamaktadır. Anayasa Mahkemesi bu hükümlere dayanarak defalarca parti kapatmıştır.
Lozan Antlaşması gereği sadece Ermenilerin, Rumların ve Musevilerin “azınlık” statüsü tanınmış, Kürt, Laz, Roman ve diğer halklara azınlıklara tanınan haklar bile tanınmamış, tüm bu halklar kendi okullarını açma hakkından bile mahrum bırakılmıştır. Türk burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda okullarda İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi diller öğretilebilirken, milyonlarca Kürdün yaşadığı bu topraklarda Kürtçe eğitim dili olmak bir yana yabancı dil olarak bile okutulmamış, hatta üniversitelerin filoloji bölümlerinde onlarca farklı dil için bölüm açılırken Kürtçe yasaklı dil olmaya devam etmiştir.
Lozan Antlaşmasıyla azınlık statüsü tanınmış olan halklar da asimilasyon politikalarından nasibini almıştır. Azınlık okullarına kayıt yaptırabilmek için Türk vatandaşı olmak zorunludur. Örneğin Türkiye’de yaşayan 15 bin Ermenistan vatandaşının çocuklarını Ermeni okullarına göndermesi yasaktır. Öte yandan bir gayrimüslim azınlık mensubu, çocuğunu diğer bir gayrimüslim azınlığın okuluna gönderemiyor. Devlet okullarına da özel okullara da Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden kaynak aktarılıyor ancak azınlık okullarına tek kuruş yok! Gayrimüslimlerin nüfusu azalıyor. Azınlık vakıflarının bütçeleri yeterli olmadığından azınlık okulları zor duruma itiliyor.
Devlet politikası: ırkçılık, asimilasyon, inkâr!
TC egemenleri, asimilasyoncu eğitim politikalarını gayet bilinçli olarak yürütmektedirler. TC, uluslararası sözleşmelerin azınlık haklarını ilgilendiren kısımlarına da çekince koymaya devam etmektedir. Avrupa Birliği’ne katılmak üzere devletin imzaladığı uluslararası sözleşmeler de asimilasyon politikasını değiştirmemiştir.
Osmanlı’nın son dönemine dek nüfusun önemli bir kısmını oluşturan gayrimüslim halklar, büyük baskılara ve ayrımcılığa tâbi tutulmuşlardı. 1890’larda ve 1915’te yaşanan Ermeni kırımları ve 1923-24’te gerçekleşen nüfus mübadelesiyle birlikte gayrimüslimler küçük birer azınlık haline geldi. Ancak egemenler için bu da yeterli olmadı. Irkçı politikaların sürdürülmesi sonucu gayrimüslim nüfusu yıldan yıla azaldı. 1930-31 yıllarında Türkiye’de azınlık okulu sayısı 117 iken, 1995-96 yıllarında bu sayı 34’e düşmüştür. Azınlık okullarında müdür yardımcısının “Türk kökenli” olması zorunlu kılınmış, böylece azınlık okulları üzerinde devlet denetimi tesis edilmiştir. 2007 yılında AB’ye uyum için makyaj tazelenmiş ve “Türk kökenli” müdür yardımcısı kuralı kaldırılmıştır. Bu tür durumlarda kanunu değiştirip uygulamayı değiştirmeme taktiği TC’nin devlet geleneğine gayet uygundur. İmajı düzeltmek için kanun değiştirilmiş ama yönetmelik kanuna uygun olarak değiştirilmemiştir. Böylece devlet eski durumu fiilen devam ettirebilmektedir.
Azınlıkların anadilde eğitim haklarını savunması “terör suçu” kapsamında cezalandırılmaktadır. TC, anadilde eğitim hakkı için imza toplayan öğrencileri bile üniversitelerden atıp cezaevlerine doldurdu. Hangi hükümet gelirse gelsin devletin, azınlıkların anadilde eğitim görme haklarına ilişkin ırkçı zihniyeti değişmemiştir. 2008 yılında Diyarbakır Barosu Başkanı, Tayyip Erdoğan’a Kürtlerin anadilde eğitim haklarının tanınması gerektiğini söylediğinde, Erdoğan “sadece Kürt kökenli vatandaşlar yok. Çerkezler, Lazlar var. Başkaları isteyince ne olacak?” yanıtını vermiştir. Ezilen halkların en doğal haklarını talep etmesi sorun olarak görülüyor. Türkiye halklar mozaiğidir. Toplum çok kimliklidir. Çok kimlikli bir coğrafyada tek kimlikliliği dayatan ırkçı, asimilasyoncu bir rejim halklara zulümden başka ne sunabilir?
“Başkaları isteyince ne olacak?” sözü, devletin demokrasi maskesinin altındaki çirkin yüzünü resmediyor. Azınlık haklarını tanımama ve asimilasyonda ısrar, Erdoğan tarafından da tasdik edilmiştir. Aynı Erdoğan Almanya’da yaptığı konuşmalarda asimilasyonun insanlık suçu olduğunu söylüyor, kendisini bu suçun dışındaymış gibi göstermek için rol kesiyor. AKP uluslararası kamuoyuna, Türkiye’de azınlık haklarında demokratikleşme yönünde olumlu gelişmeler yaşandığı imajını vermeye çalışıyor. Gerçekler ise çizilen imajla gizlenemeyecek kadar çarpıcı. AKP hükümetleri döneminde de ırkçı, tekçi, asimilasyoncu eğitim politikaları aynen devam ettirildi.
2004 yılında Eğitim-Sen, tüzüğünde “bireylerin anadillerinde eğitim ve kültürlerini geliştirme hakkı”na yer verdiği için Genelkurmay’ın başvurusu üzerine kapatma davasıyla karşı karşıya kaldı. Sendika 2005 yılında kapatılmamak için tüzüğünden anadilde eğitim ve kültürünü geliştirme hakkına ilişkin ifadeleri çıkarmak zorunda kaldı. Anadilde eğitim için imza kampanyası yürüten öğrenciler gözaltına alındı ve 30 kadar öğrenci tutuklandı.
AB kriterleri gereği azınlıkların kendi dillerinde kurs açması yasal hale geldi gelmesine, ancak Kürtçe kurs yetkisi almak için başvuranlara izin vermemek için bin dereden su getirildi. Kursun pencerelerinin kaç santimetre olduğu ölçülüp “pencereler standartlara uymuyor” denilerek izin verilmediği bile olmuştur.
“Yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle, getirilen özgürlüklere öylesine tuzaklar hazırlanıyor ki, bu hakları kullanabilmek neredeyse deveye hendek atlatmak kadar imkânsız hale geliyor. Kürt halkının en demokratik haklarından biri olması gereken Kürtçe eğitim hakkı, sözde yeni yasalarla tanınmış oluyor. Ama küçük bir farkla, Kürtçe eğitim olarak değil, Kürtçe öğretim olarak! Yani Kürt çocukları okullarda hâlâ kendi anadillerinde eğitim alma hakkından yoksunlar. Ama Kürt yetişkinleri, Kürtçe öğreten kurslara giderek kendi anadilleri olan Kürtçeyi öğrenebilirler! Bu denli soytarılık çok az ülkeye nasip olmuştur.
“Bu kursların, özel kurslar yönetmeliğine uygun olup olmadığını teftiş etmek üzere gönderilen müfettişler ise akla hayale gelmeyecek eksiklikler bulup, gerekli onayları vermiyorlar. İlk başvuruda bulunan kurs, dershanedeki kapıların olması gerekenden 5 cm daha dar olduğu gerekçesiyle gerekli izni alamadı. (…) Adana’da kurulan bir başka Kürtçe kursu ise, binadaki pencerelerin olması gerekenden 0,2 cm daha dar olduğu gerekçesiyle gerekli izni alamadı. Üstelik aynı bina eskiden İngilizce kursu olarak kullanılıyordu! Müfettişlerin 0,2 santimetrelik bir uzunluğu bu kadar hassas şekilde ölçme becerisine şaşmamak elde değil!” (Özgür Doğan, Özgürlüğün Santimetresi, Nisan 2005, www.marksist.com)
Yoksullara, sürgün Kürtlere, “ötekilere” okul haram!
Eğitimde ayrımcılık denilince sınıfsal eşitsizliğin eğitimde nasıl bir ayrımcılık yarattığına değinmemek olmaz. 2006 yılı verilerine göre, temel ve zorunlu eğitim alması gereken 6-14 yaşları arasında 945 bin çocuk hiçbir okula devam edemiyor. Yüz binlerce çocuk karınlarını doyurabilmek için atölyelerde ve tarımda mevsimlik işçi olarak çalışmak zorunda. Eğitim-Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre, bir yandan okula devam eden öte yandan mevsimlik işçi olarak çalışan on binlerce çocuk var. Bu çocuklar okula geç başlıyorlar ve dönem bitmeden okuldan ayrılarak aileleriyle birlikte mevsimlik işçilik yapacakları bölgelere gidiyorlar. Mevsimlik işçi olarak çalışan ailelerin ezici çoğunluğunu Kürt illerinde yaşayan yoksul Kürt aileleri oluşturuyor. Bu aileler yılın belli dönemlerinde gündelikçi işçi olarak çalışmak üzere Akdeniz ve Karadeniz illerine gidiyorlar. Eğitim-Sen’in görüştüğü 11 yaşındaki bir kız çocuğu şunları anlatıyor:
“Ben pamuğa gitmemizi istemiyorum ama paramız yok, bu yüzden çalışmak zorundayız. Geldiğimde okulda önceleri arkadaşım olmuyor. Benimle oynamak istemiyorlar. Dersleri anlamakta zorlanıyorum. Çok çalışmam gerekiyor. Ama görmediğim şeyleri anlamak çok zor oluyor. Yardım eden arkadaşlarım da olmuyor. Sen tembelsin, okula geç geldin, sınıfta kalacaksın diyorlar. O zaman ben çok üzülüyorum. Ben gitmeseydim çalışkan olurdum. Sınıfta kalmazdım. Tam öğrenirken gidiyoruz. Sonra anlamıyorum.”
Devletin 90’lı yıllarda yaktığı ve boşalttığı 3 binin üzerindeki Kürt köyünden zorunlu göçe tâbi tutulmuş milyonlarca Kürt köylüsünün büyük çoğunluğu göç ettikleri kentlerde sefalet koşullarında yaşıyor. Göç Edenlerle Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği (GÖÇ-DER) tarafından yapılan araştırmaya göre zorunlu göçe maruz kalmış çocukların Diyarbakır’da %34’ü, Batman’da %78’i, İstanbul’da %41’i, Van’da %56’si, İzmir’de %34’ü ve Mersin’de %50’ü hiç okula gidememiş durumda.
Roman ailelerin çocuklarında da okula gitme oranı ortalamanın altında kalıyor. Bazı Roman mahallelerinde okul bulunmaması, ekonomik güçlükler ve yoksul aile çocuklarının çalışmak için okulu bırakması, Roman çocukların okula gitme oranını düşürüyor. İstanbul’da Romanların yaşadığı bazı bölgelerde Romanların evleri kentsel dönüşüm rantı uğruna yıkılıyor ve aileler yerlerinden ediliyor. Evlerinden edilen Roman ailelerin çocukları yeni gittikleri yerlerde okula devam edemiyorlar.
Milli Eğitim’in ırkçı dili
Milli Eğitim ders kitapları ırkçı içeriğiyle genç kuşakları zehirliyor. Genç beyinlere “milli şuur” diye ırkçılık zerk ediliyor. Kitaplarda Türk ırkını yücelten ve Türk olmayan halkları düşman belleten bir dil kullanılıyor. Yalanlar üzerine kurulu bir resmi tarih kurgusu öğrencilere ders olarak veriliyor. Bu paranoyak kurgu içerisinde herkes Türklere düşman! Ulus kavramının ortaya çıkışı ve toplumların ulus devletler kurması son 250 yıla ait bir olgu. Ancak Milli Tarih Osmanlı’yı bile bir “Türk devleti” imiş gibi anlatıyor. Hatta bin yıllar içerisinde kurulan 16 devletin “Türk devleti” olduğuna dair zırvalıklar bile ders olarak anlatılıyor. Henüz insan topluluklarının kavimler olarak yaşadığı, ulusların tarih sahnesine çıkmadığı dönemlerde “Türk devletleri” icat edecek kadar bilim dışı bir anlayışla, nesillerdir bu ülkenin insanlarının beyinleri yıkanıyor devlet tarafından.
Milli Tarih ders kitapları yıllardır tarihi gerçekleri tamamen tersyüz etti. “Türkleri katleden Ermeniler”, “ezeli düşman Yunanlılar”, “arkadan vuran Araplar”, “sıcak denizlere inmek için pusuya yatmış fırsat kollayan Ruslar”, “dışarıdan kışkırtılan Kürtler”, “etrafı düşmanlarla çevrili ülke” kurgularıyla gerçeklik algısını yitirmiş ırkçı ve paranoyak nesiller yetiştirilmeye çalışıldı. Geçtiğimiz aylarda devlet, milli düşmanlar listesine Süryanileri de ekledi.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 10. sınıf öğrencilerini “eğitmek” için hazırladığı Milli Tarih ders kitabında Süryanileri hedef alan iftiralar sıralanmış. “Lozan Antlaşması’na göre Süryaniler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sayıldılar. ...Süryani göçü ekonomik nedenlerle son yıllarda artmıştır. Batı’nın ekonomik refahı içinde yaşamak için o devletlerin siyasi ve dini çıkarlarına alet olmaktadırlar.”
Şu ifadeye bir bakın: “Süryaniler TC vatandaşı sayıldılar.” Bu toprakların binlerce yıllık kadim halklarından biri olan Süryanilerin, anlaşma yüzünden TC vatandaşı sayılmış bir nevi “sözde vatandaş” olduğu genç beyinlere işleniyor. Milli Tarih ders kitabından ırkçı salyalar saçılıyor. Devletin resmi ders kitabı rezil bir iftiraya başvurarak Süryanilerin hain, düşman ve potansiyel suçlu olduğunu ilan ediyor: “Özellikle yurtdışına göç eden Süryaniler, Batı’nın ekonomik refahı içinde yaşamak için o devletlerin siyasi dini çıkarlarına alet olmaktadır.” Bugün Avrupa’da yaşayan yüz binlerce Süryani’nin ekonomik çıkarları uğruna “o devletlerin” siyasi dini çıkarlarına alet olduğunu ileri sürebilmek için hasta ruhlu paranoyak bir ırkçı olmak gerektiği düşünülebilir. Ancak bu iddiaların ve iftiraların yeni basılan Milli Tarih ders kitabında yer alması, meselenin bu kadar basit olmadığını gösteriyor.
Süryanilere yönelik kin ve nefret dilinin neden geliştirildiğinin ipuçları yine ders kitabında yer alıyor:
“1915’te sözde Süryani soykırımı yapıldığı söylenmektedir. Süryaniler 1. Dünya Savaşı’nda Rusları destekleyerek taraf olmuşlardır. Süryanilerle mücadele savaş şartları içinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla soykırım söz konusu değildir.”
Yani “öldürdük ama savaş şartları içerisinde” deniliyor. Bu yalan formatını biz gayet iyi tanıyoruz. Bu iddia Ermeni kırımı gündeme geldiğinde ileri sürülen resmi söylemin birebir aynısıdır. Çünkü 1915’te Anadolu’da Ermenileri yok etmek üzere başlatılan kırımdan Hıristiyan oldukları için Süryanilerin de nasiplerini aldığı son dönemlerde giderek daha fazla dile getiriliyor.
Devlet halkın inançlarına da burnunu sokuyor
Devletin resmi din politikası din ve devlet işlerini ayırmak ve dini cemaatleri devletten, devleti de dini inançlardan bağımsız kılmak üzerine kurulmamıştır! Bilakis ceberut devlet, kuruluşundan itibaren halkın inançlarına burnunu sokmuştur. Halkın neye nasıl inanması gerektiğini belirlemeye çalışarak dini siyasi çıkarlarına alet etmek egemenlerin işine gelmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı siyasi otoritenin emirleri doğrultusunda fetvalar vermektedir. İmamların vaazlarında cemaate ne söylemeleri gerektiği devlet tarafından belirlenmektedir. İmamların cenaze törenlerinde bile ne söyleyeceği siyasi otorite tarafından standartlaştırılmıştır. Mezar başlarında devlet, vatan, millet, bayrak, polis, ordu, şehitler kutsanmakta, cenazelerinin başında acı çeken insanlara bile ne için dua etmeleri gerektiği devlet tarafından dikte edilmektedir. “Laiklik” adı altında yürütülen devletin resmi din politikası elbette eğitim sisteminde de yansımasını bulmaktadır.
Zorunlu din dersleri Sünni Hanefi İslam inancını temel alarak hazırlanmıştır. Bu derslerden sadece Hıristiyanlar ve Museviler muaf tutulmuş, farklı inanç ve mezheplerden çocuklara Sünni Hanefi İslam inancını öğrenmek dayatılmıştır. Türkiye’de Sünni olmayan mezhepler de Sünni Hanefi inancına dayalı zorunlu din eğitimi dayatmasından nasibini almaktadır. Devletin farklı kimlikleri ve inançları inkâr ve asimilasyona dayalı politikaları milyonlarca Alevinin, Bektaşinin ve Caferinin inanç ve ibadetlerini yok sayıyor. Alevi ailelerin çocukları okulda Alevi olduklarını gizlemek zorunda kalabiliyor.
Milli Eğitim sistemi düzenin baskıcı, ırkçı, tekçi, asimilasyoncu yapısını yansıtıyor. Eğitim sistemi, genç nesillerin beynini yıkayarak sömürü düzeninin çıkarları doğrultusunda şekil vermenin temel araçlarından biridir. Devlet, egemenlerin düzenini sorgulayamayan ve eleştiremeyen, bilim dışı zırvalıklarla ve yalanlarla beyni dumura uğratılmış kuşaklar yetiştirmek için elinden gelen her şeyi yapıyor.
Eğitim sistemi ırkçı zırvalıklardan, yalanlardan, asimilasyoncu zihniyetten, her türlü ayrımcılıktan arındırılmalı, herkese nitelikli, bilimsel, demokratik ve parasız eğitim olanağı sağlanmalıdır. Ezilen halklara anadilde eğitim hakkı koşulsuz tanınmalıdır.
link: Zehra Aras, Milli Eğitim: Irkçı Devletin Asimilasyon Yuvası, Aralık 2011, https://marksist.net/node/2853
Bir Kişi Daha “Yanlışlıkla” Öldürüldü!
Tutuklanan Basın Emekçileri Derhal Serbest Bırakılsın!