Geçtiğimiz günlerde bir grup arkadaş olarak gerçek bir hikâyeden uyarlanan Mississippi Yanıyor filmini izledik. Film 1964’te ABD’nin Mississippi eyaletinde, ikisi beyaz, biri siyah üç insan hakları aktivisti gencin “esrarengiz” bir biçimde ortadan kaybolmasını ve sonrasındaki gelişmeleri ele alıyor. Bu filmin bize düşündürdüklerini sizlerle paylaşmak isteriz.
Bir Hollywood filmi olması sebebiyle elbette Mississippi Yanıyor’da burjuva ideolojisini izleyicinin zihnine zerk eden pek çok husus bulmak mümkün. En önemlisi, filmin kurgusu, iki FBI ajanının canhıraş bir şekilde olayı aydınlatmaya çalışması üzerinden ilerliyor. Gerçekte bunun böyle olmadığını, FBI’ın ABD emperyalizminin eli kanlı aygıtlarından biri olduğunu biliyoruz. Bu yönü atlamadan, yani bilincimizi bir kenara koymadan filmi izlediğimizde kimi sahneler üzerinden oldukça verimli sohbetler gerçekleştirdiğimizi söyleyebiliriz. O dönemlerden bugüne ABD’de siyah emekçilerin karşılaştığı insanlık dışı uygulamaları ve ırkçılığı verilen nice mücadeleyle birlikte anlatan Serhat Koldaş’ın “ABD’de İsyan Büyüyor, Tarihsel Kavga Devam Ediyor” yazı dizisi bu sohbetler sonrasında zihnimize daha net oturdu.
Filmin daha ilk sahnesi ırkçılığın ne boyutlarda olduğunu gösteriyor. Biri beyazlar, diğeri de siyahlar için iki ayrı lavabo çıkıyor karşımıza... Aslında tek bir lavabo da denebilir buna, çünkü beyazların kullandığı lavabo giderine dökülen pis su kanalizasyona değil, borularla diğer tarafa akıyor. Siyahlar da o pis sudan içiyorlar. Sonraki sahnede yanan ahşap evleri görüyoruz ve fonda da “beni yönlendir, güçsüzüm” diye tanrıya yakaran bir ilahi duyuluyor. Filmin devamında benzerleri çokça görülecek bu iki sahneden sonra da ıssız bir yolda ilerleyen ve ikisi beyaz, biri siyah üç kişinin bindiği bir araç görünüyor. Kısa bir süre sonra onları takip etmeye başlayan biri polise ait üç araç daha beliriyor. Çok geçmeden iyice yaklaşıyorlar üç gence. Sonrası malûm! Üç genç kahkahalarla, hakaretlerle kurşunlanarak katlediyorlar.
Bugün olduğu gibi o günlerde de siyahlara yönelik ırkçılık, şiddet ve “gerektiğinde” de ölüm vardı. Siyah karşıtlığı burjuva devlet ve onun eliyle beslenen çeşitli çetelerce azdırılıyor ve birlikte yaşayan halklar ırkçılık ile zehirleniyordu. Kimi insanlar devletin kullanışlı birer maşası haline geliyorlardı. İşte filmde de adını sıkça duyduğumuz Ku Klux Klan (KKK) bu faşist gruplar içinde en etkili olanıydı, yaşanan tüm katliamlarda parmağı olan faşist bir gruptu. 1865 yılında kurulan KKK, burjuvazinin palazlandırdığı, siyah ve göçmen karşıtı, eli kanlı bir örgüttür. Amacı da zincirli kölelikten kurtularak çeşitli haklara sahip olan ve “özgürleşen” siyahların haklarının elinden alınması, ABD’deki halkların ortak mücadelesinin baltalanmasıdır. Filmde ajanlardan birinin olay dosyasındaki bir kâğıttan okuduğu Klan marşı bize KKK hakkında fikir veriyor: “Komünist, zenci ve Yahudiler beni dinleyin. Dostlarınıza şu haberi yaymasını söyleyin. Hüküm gününe çok az kaldı. Tanrı tüm bilgeliği ile size yukarıdan baktı. Irklar karışınca bu savaş kayıp mı edilecek? Güzel bebekler istiyoruz, kahverengi yüzler değil.”
Kentin adeta Klan tarafından ele geçirildiği ve bu faşistlerin istedikleri gibi at koşturabildikleri çok iyi resmedilmiş filmde. Siyahların kentte beyazlarla herhangi bir şekilde konuşması, onlarla aynı masada yemek yemesi, aynı kiliselerde dua etmesi, hatta bahsettiğimiz gibi aynı lavaboları kullanması bile yasak. Ya dövülüyor, tehdit ediliyorlar ya da öldürülüyorlar. İpleri elinde tutan Klan için bunun tek gerekçesi var. O da filme de yansıdığı gibi “ırkların karışmasını engellemek!” Böylesi insanlık dışı bir gerekçeyle tüm bu ırkçı davranışları hayata geçiriyorlar ve hayatı siyah emekçilere zindan ediyorlar.
Bizi etkileyen sahnelerden biri de şu oldu: Yıkılan bir evin üzerinde toplanan bir grup siyah, kendi aralarında konuşuyor, yaşadıkları zorlukları ve artık böyle yaşamak istemediklerini anlatıyorlar birbirlerine. İçlerinden birisi şöyle diyor: “Gün gelecek ‘günaydın bay şerif’ değil, sadece ‘şerif’ diyeceğiz”. Filmdeki küçük Aaron’un da dediği gibi, “Buralarda insanlar kanuna karşı gelmekten korktukları için konuşmak istemezler. Kanun ise KKK’dan başkası değildir.” Neticede polisin ve devletin başka kurumlarından görevlilerin de bu katliamlarda yer aldığı ve KKK’ya destek verdiği bilinen bir gerçektir.
Polis filmde de gösterildiği gibi bizzat ırkçı saldırıların içindedir, peki ya yargı? Oradaki durumu da filmin bir sahnesi çarpıcı bir şekilde aktarmaktadır. Siyah bir aileye ait evi yakan dört Klan üyesi, bir şikâyet sonucu tutuklanıp mahkeme karşısına çıkar. Mahkeme heyeti, suçu bu kişilerin işlediğinin farkındadır. Heyet başkanı tutukluların barınma hakkını ihlal ettiklerini ifade eder. Fakat sonra buna “dış etkenlerin” neden olduğunu söyler. Siyahların ahlâksız insanlar olduğunu, hijyen kurallarına uymadıklarını ve varlıklarının birçok kişiyi kışkırttığını da sözlerine ekler. Yıkımın da işte bu kışkırtmalar sonucu yapıldığını, bu nedenle cezaların hafif tutulacağını belirtir ve sadece beşer yıl hapis cezası verir. Yani devletin hâkimi, evleri yıkılan siyahları suçlu ilan ederken beyaz Klan üyelerini aklamıştır. Benzer bir sahneyi bu sefer filmin sonunda, öldürülen üç gencin katilleri yargı karşısına çıkarıldığında izleriz. Tetikçilerin bir kısmı çok az ceza alırken, katliamın yargıç karşısına çıkarılan planlayıcıları ceza dahi almamıştır. Çünkü mahkemeler burjuvazinin mahkemeleridir ve “adalet” yargının sınıfsal konumuna göre tecelli etmiştir.
Bu filmin anlattığı olayların üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen ABD’de ırkçılık devam ediyor. Polisin George Floyd’u boğarak vahşice katletmesi ve Jacob Blake’i sırtına 7 kurşun sıkarak yaralaması bunun son ve en bariz örnekleridir. Sadece ABD’de de değil, Türkiye’de Suriyeliler, Kürtler ve Aleviler de benzer bir zulme ve ırkçılığa maruz kalıyorlar. Dünyanın her tarafında emekçiler birbirine düşmanlaştırılıyor; dil, din, ırk, mezhep ve ten renklerinin “farklı” olmasından dolayı öldürülüyorlar. Bugün yalnız Mississippi değil tüm dünya yanıyor. Irkçılığın da katliamların bu denli ayyuka çıkmasının da tek sebebi vardır, o da kapitalizm! Kapitalizm sıkıştıkça insanlığı bir uçuruma sürüklemektedir. Bu nedenledir ki bu vahşi sömürü düzeni yıkılmalıdır! Bilelim ki ancak o zaman bu acı ve zulüm biter, ancak o zaman bugün yangın yerine dönen dünyamız yeryüzü cenneti olur.
link: İstanbul’dan MT okuru bir grup genç, Dün Mississippi, Bugün Dünya Yanıyor!, 21 Eylül 2020, https://marksist.net/node/7034
Tarihten Güncel Bir Kesit: Adatepeli Refika’nın Hikâyesi
40 Yıl Sonra 12 Eylül Rejimini Andıran Bir Zulüm Tablosu