“Üzerinde duman tüten yıkıntı dağları, parçalanmış ceset yığınları, baktığınız her yerde buhar ve duman tüten bir ateş denizi, çamur ve küller; çırpınan bir kırlangıç gibi volkanın kayalık yamacına konmuş kıpır kıpır küçük şehirden tüm kalanlar işte bunlar” diye başlar Rosa Luxemburg’un “Martinik” başlığını taşıyan makalesi. Rosa, bu makaleyi Fransa’nın sömürgesi olan Martinik adasındaki Pelée yanardağının patlaması sonucu 1 kişi hariç tüm ada nüfusunun (40 bin insan) yaşamını yitirmesi üzerine kaleme almıştır. Volkanik patlamadan tek sağ kalan kişi ise kalın duvarlarla çevrili hücrede bulunan bir tutsaktır! Rosa, 115 yıl önce yazdığı bu makalesinde, patlamanın öngörüldüğünü fakat önlem alınmadığını, önlem almayan burjuvaların ise felâketin akabinde sahneye “hayırsever katiller” kostümüyle çıkarak sahte gözyaşları döktüğünü teşhir eder. Bununla da kalmayarak işçi sınıfını, kapitalist katillere karşı uyarır ve görev başına çağırır.
Aslında insanlığın doğaya karşı verdiği yaşam mücadelesi çok eskilere, insanlık tarihinin başladığı sıfır noktasına dek uzanıyor. Diğer bir ifadeyle doğa-insan mücadelesi en eski mücadele! Sahip olduğu zekâdan dolayı insan, alet yapabilen ve bunları kullanabilen bir canlıdır. İnsanlık, zamanla icat ettiği aletlerin yani “teknolojinin” yardımıyla, doğa olaylarına karşı kendini korumayı da, doğanın cömertliğinden yararlanmayı da becerebilmiştir. Böylece doğanın karşısındaki çaresizliği büyük ölçüde sona ermiştir. İnsanlığın bugüne kadar kaydettiği gelişmenin etkisiyle doğa karşısında elde ettiği başarılar aynı zamanda ona bir yaşam alanı yaratır. Fakat kapitalizm altında bu yaşam alanı giderek yok oluyor. İnsanlık, aklının kendisine kazandırdığı doğa karşısındaki gücünü, tümüyle akıldışı bir sistem egemenliğinde giderek kaybediyor. Artık bugün insanın en büyük düşmanı kapitalist sistemden başka bir şey değil! Bir asır önce Rosa’nın da sözünü ettiği akıldışılık bugün tam anlamıyla çığrından çıkmış bulunuyor. Öyle ki, doğanın bile dengesi bozulmuş durumda.
“Son yirmi yıldır dünyadaki «doğal» felâketlerin ardı arkası kesilmiyor. Depremler, tsunamiler, seller, kasırgalar… Yaşanan felâketler giderek sıklaşıyor ve insan hayatında yarattığı yıkımlar onmaz acılara yol açıyor. Bizzat burjuva kurumların yayınladıkları raporlara göre de dünyadaki doğal afetlerin sayısı son 20 yılda 4 kat arttı. Özellikle 2000’den sonra bu tür felâketlerin yol açtığı yıkımı pek çok acı örnekte gördük.” (Gülhan Dildar, Kapitalizmde Felâketler Yoksulları Vuruyor, Aralık 2013, marksist.com) Felâketlerin bilançosu son derece kabarık. Son 20 yılda bu felâketlerden kaynaklı milyonlarca insan ölürken çok daha fazlası zarar gördü. Yakın zamanda Endonezya, Sri Lanka, Pakistan, Myanmar, Filipinler, Somali, Haiti, Nepal gibi sayısız örnekle adeta bir “doğal” felâketler zinciri oluştu. Bu topraklar yaşanan “doğal” felâketlerden ötürü acılarla doldu, gözyaşı ve kanla sulandı.
Zincirin son halkası: Matthew kasırgası-Haiti
Haiti, Karayip denizinde yer alan, Amerika kıtasının birinci, dünyanın ise Afganistan’dan sonra en yoksul ikinci ülkesi. Sınıf çelişkileri ayan beyan ortada; Milli gelirin %90’ının nüfusun yalnızca yüzde 1’inin elinde olduğu Haiti’de, halkın ezici çoğunluğu günde 2 eurodan az bir parayla yaşıyor. Tabi buna yaşamak denirse! Çalışabilir nüfusun %85’i işsizken, yetişkinlerin yarısı okur-yazar değil. Ortalama ömür sadece 49 yıl! Bu rakamlar bile yoksulluğun, açlığın ve ölümün soğuk nefesini hissetmemize olanak sağlıyor.
Haitili sınıf kardeşlerimizi açlığı kandırmak için yedikleri çamurdan kurabiyelerden tanıyoruz. Sömürgeciliğe ve köleliğe karşı verdikleri kurtuluş mücadelelerinden, 2008 krizi sonrası tüm kentlerinde mayalanan “Açlık İsyanlarından” tanıyoruz onları. Bir de bu yoksul ada ülkesini, meydana gelen “doğal” felâketlerden tanıyoruz!
Son olarak, geçtiğimiz haftalarda Haiti’yi bir kasırga vurdu; Matthew kasırgası. Matthew’in, kapitalizm kasırgasıyla birleşerek yarattığı sonuç, tam sayı belli olmamakla birlikte binin üzerinde ölü, yüzlerce kayıp ve yaralı, gıda ve içme suyu yetersizliği, ilaç sıkıntısı ve salgın hastalık riski… Kasırga sonrası özellikle ülkenin güney bölgesi yerle bir oldu ve tüm ülkede iletişim kesildi. 400 bin kişinin yardıma muhtaç olduğu söylenirken göstermelik yardımlar altyapı yetersizliği ve yolsuzluklar nedeniyle yerine ulaşmıyor. Hâlbuki Matthew kasırgası günler öncesinden bekleniyordu. Kasırga öncesi tek bir önlem almayan “hayırsever katiller” ise şu an “ağlamakla” meşgul!
Katil kim, çözüm ne?
Burjuvazi için doğa yalnızca bereketli bir rant kapısıdır. Onun egemenliğinde insan emeği gibi doğa da hoyrat ve tahripkâr bir şekilde sömürülür. Açgözlü sermaye tarafından doğaya yapılan müdahaleler, onun cömertçe sunduğu kaynaklardan, onunla uyum içerisinde yararlanma üzerine değil o kaynakları talan etme üzerine kodlanmıştır. Böylece doğanın tahrip edilmesi ve hatta yok edilmesi kaçınılmazdır. Kapitalist ilişkilerin bir sonucu olarak doğanın dengesi bozulur, tüm canlılığı ve gezegeni tehdit eden sorunlar ortaya çıkar. Kasırga gibi doğa olaylarının bu denli şiddetlenmesi ve sıklaşması bir tesadüf değil, doğanın kendi iç dengesinin “insan eliyle” bozulmasıyla ilgilidir. Ortaya çıkan bu gibi sorunlar, alınmayan önlemlerle de birleştiğinde felâketlere zemin hazırlar.
Peki, bu felâketler önlenemez mi? Doğa olaylarını durdurmak veya tümüyle kontrol altına almak henüz mümkün değil fakat bu olayların felâketlere dönüşmesini engellemek elbette mümkün! Bilimsel araştırmalara muazzam sermaye akıtan burjuvazi, bu yolla kendi mülkiyetinde olan üretim araçlarını geliştirmeyi, dolayısıyla daha fazla kâr elde etmeyi hedefler. Bilimin gelişimi aynı zamanda bu doğa olaylarının yaşanacağı zamanın ve yerin büyük ölçüde saptanmasına da olanak sağlıyor. Fakat üretim araçlarını olduğu gibi bilimi de elinde tutan kapitalistler, onu insanlık için değil kendi sınıf çıkarları için kullanıyorlar. Çoğu zaman beklenen doğa olayları yoksul halktan gizlenir. Bu tahminler emekçilerle paylaşılsa dahi, yoksul emekçiler kendi güvenliklerini alacak ekonomik güce sahip değildir, çünkü bu güç burjuvazinin elinde toplanmıştır. Burjuvazi ise Martinik ya da Haiti’deki Matthew kasırgasında ve yüzlerce benzeri örnekte olduğu gibi öncesinden tahmin edilen doğa olaylarına karşı önlem alarak binlerce yoksulu yaşatmayı düşünmez. Kâr yoksa burjuvazi de o işte yoktur. Onların tek “kutsalı” kârdır ve “insan hayatının kutsal oluşu” onların dilindeki bir lakırdıdan öteye geçmez.
Burjuvazi varlık içinde sefa sürerken, emekçiler en temel insani haklar da dâhil her çeşit yokluğun pençesinde kıvranıyor. Kâğıt üzerinde nitelikli ve sağlıklı barınma hakkı en temel insan haklarından biri. Peki, mülksüzler sınıfı olan proletaryanın bu haktan yararlanabildiğini söyleyebilir miyiz? Elbette hayır! Tüm dünyada işçi ve emekçiler son derece sağlıksız, bakımsız ve korunaksız evlerde yaşıyorlar, üstelik çoğunlukla kiracı olarak. Dünya genelinde sayısı yüz milyonları bulan evsizleri de hesaba kattığımızda barınma ihtiyacının karşılanmadığı ortada! Hayatın her alanına sinmiş olan eşitsizlik burada da tüm çıplaklığıyla karşımıza dikiliveriyor. Bir yanda görkemli saraylar, rezidanslar, villalar, diğer yanda en iyi ihtimalle “kutu gibi evler”, gecekondular, Haiti’deki gibi palmiye yapraklarından barakalar ya da bir karton parçası…
Haitili kara derili sınıf kardeşlerimiz de bu derme çatma barakalarda yaşam mücadelesi veriyorlardı, üstelik doğa olaylarına karşı korunaksız bir bölgede. Matthew kasırgasına da binlercesi bu barakalarda yakalandı. Kibritten minyatür bir evden farksızdı başlarını soktukları evleri. Çaresizlik ve şaşkınlık içindeydiler, korktular. Matthew kasırgasının kudretinin karşısında saniyeler içinde yok oldu naylondan veya palmiye yaprağından yapılma temelsiz barakalar, içerisindeki kara derili sınıf kardeşlerimizle birlikte. Onların kara elleri de diğer sınıf kardeşleri gibi hünerliydi fakat örgütsüz ve yoksuldular. Bunun bedelini canlarıyla ödediler. Haiti’de ya da yeryüzünün bir başka parçasında fark etmez; yoksul emekçilerin kaderi hiç değişmiyor. Kapitalizmde felâketler her zaman onları vuruyor.
Tüm bunları art arda sıraladıktan sonra diyebiliriz ki doğa olaylarını aslında bir afete çeviren, felâkete dönüştüren kapitalizmdir. Kapitalist egemenlikte önce bu felâketlere “doğal” sıfatı takılır, “doğanın acımasız kuralları” hatırlatılır, insanın doğa karşısındaki acziyetinden dem vurulur. Böylelikle kapitalist sistemin sorumluluğu gizlenir. Bu işlemin ardından felâketin faturası üzerine sahte gözyaşları dökülür. Bu ise kapitalizmin ikiyüzlü doğasıdır!
Enternasyonalist devrimciler ise yüz yıl önce olduğu gibi bugün de işçi sınıfını uyarıyor: Doğa olayları değil kapitalizm öldürür! İnsanlığın en ölümcül düşmanı olan kapitalist sömürü düzenine karşı işçi sınıfının örgütlü mücadelesi örülüyor. Günü gelip de bu örgü tamamlandığında, uğultusu Enternasyonal marşının ezgisi olan şiddetli bir kasırga kopacak! Tüm canlılığın baş düşmanı olan kapitalizmi yerle bir eden de işte bu kasırga olacak!
link: Yılmaz Seyhan, Uyarı: Kapitalist Felâketler Devam Ediyor!, 26 Ekim 2016, https://marksist.net/node/5357
Tutuklamalar, Yeni KHK’lar ve Cumhuriyet’e Operasyon