Tarih hiçbir zaman sadece geçip giden zaman demek değildir. Onu tek başına yaşanmış olayların kronolojisi olarak okumak da doğru olmaz. Tarihten bahsediyorsak şayet; insan, toplum, uygarlık, ekonomi ve kuşkusuz sınıflar ile sınıf mücadelelerinden, bu zemin üzerinde şekillenen ama dönüp altyapıyı etkileyen siyasetten bahsediyoruzdur. Bu diyalektik ilişki kavranmadan tarih de kavranamaz. Tarihin belirli dönemeçlerinde sahne alan olaylar, kişiler, mekânlar zaman içinde bir sembole dönüşür; toplumların ve ulusların belleğine yerleşir. Mesela Versay’ın (Versailles) hem Fransız hem de Alman burjuvazisi için farklı anlamları olmuştur. Her iki ülke burjuvazisi için de Versay, orada yapılan antlaşmalar nedeniyle aşağılanma anlamına gelmiştir. 1870 savaşında Louis Bonaparte Alman ordusu karşısında hezimete uğradığında, Fransa bunun bedelini yenilmiş bir devlet olarak Versay Sarayında yapılan antlaşmayla ödemişti. Birinci Dünya Savaşında yenilen Alman emperyalizminin kolunun kanadının kırıldığı antlaşma da yine Versay Sarayında yapılmıştı. Versay’ın seçilmesi Fransız emperyalizmi açısından bir semboldü; 1870’teki aşağılanmasının intikamını ve rövanşını almış oluyordu. Versay’da Almanya’ya dayatılan ağır tazminatlar ve antlaşmanın aşağılanma getiren biçimleri Hitler faşizminin propagandasının temelini oluşturacaktı. 1870 ile 1945 arası kesit, gerçekten de önemli tarihsel derslerle doludur ve işçi sınıfının mücadelesinin doğru kanallarda yürütülmesi bakımından bugün de hatırlanması gerekmektedir.
Avrupa, tarih boyunca pek çok kez Alman-Fransız savaşlarına sahne oldu, 19. yüzyılda bu savaşların sonuçları itibariyle en önemlileri yaşandı. O yüzyılın henüz daha başında, Alman Krallığı’nın temelini oluşturan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Birinci Fransız İmparatorluğu tarafından tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Büyük bir çöküş yaşayan Almanlar, yaklaşık 9 asır ellerinde tuttukları Orta Avrupa’nın hâkimiyetini kaybetmekle kalmayıp, yüzlerce küçük devletçiğe bölündüler. Bunların bir bölümü de Fransa’nın ilk imparatoru Napolyon Bonaparte’ın seferleriyle ilhak edildi. Almanya “ulusal birliğini” sağlayamayıp krize sürüklenirken, Fransa kıta Avrupa’sının en güçlü aktörü olmuştu.
Avrupa’da kapitalizmin geliştiği, işçi sınıfının olgunlaştığı ve tarih sahnesine çıkarak “ben de varım” dediği bir dönemdi insanlığın bu yüzyılı. Ezilenlerin hayal kırıklıklarının, huzursuzluklarının, dipsiz bir sefaletin pek çok ülkede devrimlere yol açmasına tanıklık etmişti. Marksizm insanlığın bu dönemecinde doğmuştu. Yüzyılın ilk yarısı tüm kıtayı saran 1848-1849 devrimlerinin yenilgisiyle kapanırken, süreç toplumsal hareketlerin baskılandığı gericilik yıllarıyla ilerlemişti. İşçi sınıfının henüz nesnel ve öznel olarak yeterli olgunluk ve güce sahip olmadığı koşullarda patlayan devrimleri, karşı-devrimler izliyordu. Avrupa’nın saraylıları ve beyleri, gerek egemen sınıf içindeki hesaplaşmalara gerekse de iktidara elini uzatan proletaryaya karşı konumlarını demir yumrukla koruma niyetindeydiler. Fransa’da Bonaparte diktatörlüğü, Almanya’da ise aynı işlevi görecek olan Bismarck rejimi sahneye çıkacaktı.
1851 yılının Fransa’sında Cumhuriyet, Cumhurbaşkanlığı görev süresi dolmadan hemen önce darbeyle yeni bir rejim kuran ve kendisini imparator ilan ettiren yeğen Bonaparte (Louis Bonaparte) tarafından yıkıldı. Fransa yüzyılın ikinci yarısına, burjuva düzeni koruyabilmek için olağanüstü bir rejimle giriyordu. Dönemin Alman devletlerinin en güçlülerinden olan Prusya Krallığı ise politik bakımdan bölünmüşlüğüne rağmen kısa süre içinde güçlü bir sanayi atılımı yapmıştı. Prusya Krallığı, 1861 yılında tahta I. Wilhelm’in geçmesiyle birlikte daha saldırgan politikalar izlemeye koyuldu. Devletin en güçlü figürü Alman birliğini sağlayıp Avrupa’nın en güçlü imparatorluğunu kurma hedefinin mimarlarından Şansölye Otto von Bismarck’tı. Onun toprak beylerine (Junkerler) dayanan militarist politikaları sonucu Prusya Krallığı yayılmacı bir açgözlülük içine giriyor, çeşitli ittifaklar kuruyor, peşi sıra savaşlar açıp zaferler kazanıyor ve Alman birliğini kurma hedefinde ilerliyordu.
Prusya’da burjuva devrim, Fransa’dakinin aksine devlet bürokrasisinin öncülüğünde tepeden gerçekleştirilmişti ve bunun mimarı da Bismarck’tı. Her ikisi de olağanüstü rejimler olan Bonapartizm ve Bismarkçılık özde büyük bir benzerlik taşımaktaydı.[1] Marx bu benzerliğin savaşla arasındaki bağı şöyle kuruyordu: “O ana dek Ren Nehri’nin yalnızca bir yanında çiçek açmış olan Bonapartist rejim, böylece, diğer yanda dengini buldu. Durum böyleyken, savaş dışında hangi sonuç çıkabilirdi?”[2] Ren Nehrinin doğusunun diktatörü Bismarck, batısının diktatörü yeğen Bonaparte gibi olağanüstü bir rejim kurmuştu ve şöyle diyordu: “Zamanın büyük sorunları nutuklar ve çoğunluk oyları ile değil –ki 1848 ve 1849 yıllarında yapılan en büyük hata budur– ancak kan ve demirle çözülebilir.” Bismarck için kan savaş, demir ise sanayi demekti.
“Kan ve demir” ile Komün!
Fransa’daki Bonaparte rejimi gerek içerde gerekse dışarda sıkışmıştı; doymak bilmez bir yağma iştahıyla saldırabileceği her yere saldırmaya programlanmıştı. Orta Avrupa’da yeni doğan dinamik bir gücün, yani Prusya’nın karşısında yalnız başına kalmıştı. Hızlı bir kapitalist atılım yapan Prusya’nın egemenleri ise kendilerini Avrupa’nın ortasına sıkışmış hissediyor, ülkedeki halk muhalefetini bastırmak istiyor, sömürgeler elde etme ve nüfuz alanını genişletme hırsıyla saldırganlaşıyordu. “Kan ve demir” diyen diktatörler, yani Prusya’nın Bismarck’ı ve Fransa’nın Bonaparte’ı, yaklaşık 150 bin insanın yaşamını yitireceği bir savaşın fitilini ateşlediler. 1870 yılının Temmuzunda Avrupa’nın göbeğinde iki büyük güç, İkinci Fransız İmparatorluğu ile Prusya Krallığı arasında kıran kırana bir savaş başladı. Bonaparte’ın büyük bir cümbüş eşliğinde ama alelacele ilan ettiği savaş, üzerinden daha iki ay bile geçmeden Fransa’nın yenilgisiyle neticelendi. Fransa ordusunun büyük bölümü, üstelik fethe çıkan imparatoruyla birlikte esir düşmüştü.
1870-1871 Fransa-Prusya savaşı bir imparatorluğun doğumuna, diğerinin ölümüne yol açtı. Tıpkı yüzyılın başındaki gibi! Ancak zafer bu sefer Almanlarındı; Fransa’da imparatorluk çökerken dağınık Alman devletçiklerinin prensleri ve üst rütbeli ordu komutanları, 18 Ocak 1871’de bir araya geldiler. Nerede dersiniz? Fransa’da, Kral XIV. Louis’in mabedi Versay Sarayının Aynalar Galerisinde! Şansölye Otto von Bismarck, onların huzurunda Kral Wilhelm’i “Alman İmparatoru” (Kayzer) ilan etti. Wilhelm burada, yani yüzyılın başında Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nu yok eden Fransa Krallığının kalbinde taç giyerek tarihsel bir rövanş alıyordu. Aynı zamanda Alman milliyetçiliğinin sembol ismi “Demir Şansölye” lakaplı Bismarck’ın “Kan ve Demir” konuşmasında belirttiği hedef başarıya kavuşuyor, Avusturya hariç Alman devletleri, Prusya önderliğinde birleşik bir Alman İmparatorluğu altında toplanmış oluyordu. Cermen Dünyasındaki liderlik yarışının bayrağı bu tarihten sonra Avusturya’nın elinden adını Alman İmparatorluğu olarak değiştiren Prusya’nın eline geçecekti.
Versay Sarayının ünlü salonlarından Aynalar Galerisi, sadece Alman Kralının taç giyme törenine ev sahipliği yapmadı. Yaklaşık bir ay sonra, taraflar arasındaki ilk Versay Antlaşması (resmi adıyla Alman İmparatorluğu ile Fransa Arasındaki Barışın Ön Şartları, daha sonra Frankfurt Antlaşmasıyla son halini aldı) burada imzalandı. İmzaları Almanya adına Şansölye Bismarck, Fransa adına da Başbakan Louis Adolphe Thiers atıyordu. Fransa’daki burjuva rejim, imzalanan antlaşmaya göre Alsace bölgesinin neredeyse tamamını, Lorraine’in üçte birinden fazlasını ve Metz kentini teslim etmeyi, tazminat olarak üç yıl içinde 5 milyar frank ödemeyi ve bu para ödeninceye kadar da Fransa’nın kuzeyinin Alman askerleri tarafından işgal edilmesini kabul ediyordu. Prusya birliklerinin Paris’te bir zafer geçidi yapmaları da onaylanmıştı. Kısa bir süre önce “ulusal onur” çığırtkanlığıyla Almanya’ya savaş ilan eden ve Fransız emekçilerle Alman emekçileri birbirine kırdırtan Fransız burjuvazisi, böylelikle “ulusal onur”u Alman postallarına paspas etmiş oluyordu!
“Lenin’in isabetli tespitiyle, savaşlar devrimlerin anasıdır. Zira kriz ve savaş, süregiden toplumsal yaşam biçimlerini sarsar, insanların düşünme tarzlarını ve alışkanlıklarını değiştirir, çelişkileri su yüzeyine çıkartarak karşıtlıkları körükler, kitlelerin hoşnutsuzluğunu arttırır ve onları yeni arayışlara iter.”[3] Fransa’da da öyle oldu. Sadece Prusya ile savaşta 80 bin evladını kaybeden ve sancılı bir krizle karşı karşıya kalan Fransız işçiler muazzam bir dönüşüm yaşadılar. Nihayetinde eski bir monarşist olan Thiers başkanlığındaki burjuva hükümetin silahlanan Paris’i satışına ve Versay Antlaşmasının ağır şartlarına karşı harekete geçtiler. 18 Mart 1871’de ayağa kalkan ve sonrasında Komünü ilan eden Paris işçi sınıfı destansı bir direniş ortaya koydu. Tarihin ilk işçi iktidarı bu topraklarda kuruldu. Prusya-Fransa savaşı sadece bir imparatorluğu yıkıp yenisini tarih sahnesine çıkarmamış, Marx’ın veciz ifadesiyle göğü fethe çıkan Komünarları da doğurmuştu!
“Bütün savaşları bitirecek savaş”
İnsanlık 20. yüzyıla girdiğinde tüm dünya toprak bakımından bir avuç devlet arasında paylaşılmıştı. Dahası kapitalizm tekelci aşamaya yükselmiş ve söz sırası sanayiyi ve banka sermayesini kendi tekeline almış olan mali sermayeye geçmişti. Birçok ülkenin büyük tekelleri kendi aralarında anlaşarak çokuluslu kartelleri oluşturmuş ve bunlar da tüm dünya pazarını kendi aralarında paylaşmışlardı. Çağ artık Marksistlerin değerlendirmelerine göre emperyalizm çağıydı.
Emperyalizm, doğası itibariyle nüfuz mücadelesi ve emperyalist savaşlar demektir. Böylesi bir dönemde dünyanın toprak bakımından ve nüfuz alanları temelinde paylaşımı, beraberinde kaçınılmaz olarak yeniden paylaşım mücadelesini gündeme getiriyordu. Engels’in henüz daha 1880’ler gibi çok erken bir tarihte öngördüğü gibi, o zamana kadar tarihin gördüğü en büyük savaş yaklaşıyordu.
Tek çatı altındaki Almanya kısa sürede gerek sanayi, gerekse de askeri alanda muazzam bir atılım yapmıştı. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde, Almanya’nın sanayi üretimini tüm dünyada yalnızca ABD, donanmasının büyüklüğünü ise sadece İngiltere geçebiliyordu. İngiltere’nin dünya hâkimiyeti devam ediyor olsa da gerek Almanya’nın gerekse de ABD’nin yükselişiyle zayıflamaya başlamıştı.[4] Fransız burjuvazisinin aklı ise 1870 yenilgisinin rövanşını almaya takılıp kalmıştı. Öyle ki, Almanya’ya karşı derin bir öfke, nefret ve intikam duygusunun egemen olduğu bu dönemde, Rövanşizm diye bir akım doğmuş ve gazetelerden resim tuvallerine kadar hayatın her alanına damgasını vurmuştu.
Büyük güçler arasındaki hegemonya kavgası iyice kızışarak yeni saflaşmaları beraberinde getirdi, buna çılgınlık boyutuna varan silahlanma yarışı eşlik etti. Mali oligarşinin çıkarları temelinde savaş ve yıkım araçları hem niteliksel hem de niceliksel olarak devasa bir gelişim kaydetmişti. Emperyalist burjuvazi dünyanın yeniden paylaşılması ihtiyacını yakıcı bir biçimde hissediyordu. Emperyalist savaş, işçi sınıfının yükselen uluslararası örgütlülüğünün ve mücadelesinin geriletilmesinde korkunç bir rol oynayacaktı. Barış dönemlerinde işçi sınıfının sırtından mümkün olduğunca fazla kâr etmenin peşinden koşan burjuvazi, savaşa da aynı “kutsal” amaçla başvuruyor, işin acı kısmı işçi hareketinin temsilcilerinden önemli bir bölümünü o veya bu biçimde arkasına yedeklemeyi başarıyordu.
Lenin, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı karşısında doğru sınıfsal tutum alan ender işçi önderlerinden biriydi. Bu savaşın anlamını şöyle yorumluyordu: “Bütün ülkelerin hükümetleri ve burjuva partileri tarafından onyıllardan bu yana hazırlanan Avrupa savaşı başladı. Silahlanmanın artması, ileri ülkelerde kapitalizmin en yeni çağında, emperyalist gelişme aşamasında pazarlar uğruna savaşın şiddetlenmesi, en geri Avrupa monarşilerinin hanedanlık çıkarları, kaçınılmaz olarak bu savaşa yol açacaktı ve açtı. Toprak ilhakları ve yabancı ulusların boyunduruk altına alınması, rakip ulusun yenilgiye uğratılması, servetinin yağmalanması, emekçi kitlelerin dikkatinin Rusya, Almanya, İngiltere ve öteki ülkelerdeki iç politik krizlerden saptırılması, işçi sınıfının parçalanması, milliyetçilikle aptallaştırılması ve onun öncüsünün, proletaryanın devrimci hareketinin güçsüzleştirilmesi amacıyla yok edilmesi –bugünkü savaşın tek gerçek içeriği, önemi ve anlamı budur.”[5]
Rusya’da Bolşevikler savaşa karşı sarsılmaz bir doğru tutum içindeyken, dönemin uluslararası işçi hareketinin otoritesi olan İkinci Enternasyonal’de ve onun lokomotifi olan Alman Sosyal Demokrat Partisinde tam anlamıyla bir ihanet yaşanıyordu. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht (ki babası Wilhelm Liebknecht de 1870 Prusya-Fransa savaşında doğru bir tutum takınmıştı) ve onları takip eden bir avuç komünist dışındaki ekseriyet, “ulusal çıkarlar” lafzı ardında saklanan milliyetçiliğin hararetli bir savunucusu olup çıkmıştı. İşçi hareketi bu ihanetin bedelini ağır ödedi. “Bütün savaşları bitirecek savaş” propagandasıyla başlayan bu emperyalist savaşın faturası emekçi kitleler açısından hayli kabarıktı: 65 milyon askerin katıldığı savaşta hayatını kaybeden 10 milyon asker, 6,6 milyon sivil! Savaşın başladığı 28 Temmuz 1914’ten silahların sustuğu 11 Kasım 1918’e kadar günde ortalama 6 bin insan!
Ancak bu emperyalist savaş madalyonunun bir yüzünde kan, ölüm ve ihanet varken diğer yüzünde devrim belirecekti. Marx, hiçbir büyük tarihsel sorunun, aynı zamanda çözümünün maddi koşulları oluşmadan ortaya çıkmayacağını söyler. Nitekim nasıl ki 1870 Prusya-Fransa savaşı Komünü doğurduysa, bu savaş da çözüm olarak insanlığa 1917 Ekim Devrimini sunmuştu. Çarlık Rusya’sında 1917 Şubatında patlak veren devrim, 1917’nin Ekim ayında proletaryanın zaferiyle taçlandı. Rusya’da işçi sınıfı ve onun yoksul müttefikleri tarihin ilk muzaffer işçi iktidarını kurmuş ve tarih nehrinin yatağını değiştirmeye girişmişti. Kurulan işçi iktidarı, “tazminatsız ve ilhaksız” barış talebini yükselterek ve tüm gizli savaş anlaşmalarını deşifre ederek Rusya’nın savaştan çekildiğini açıkladı. Savaş henüz daha sürerken gerçekleşen bu büyük atılım, tüm dengeleri anında değiştirecekti.
Ekim’in gölgesinde Versay’ın rövanşı
Birinci Dünya Savaşı Rusya’dan Almanya’ya, Avusturya-Macaristan’dan Osmanlı’ya monarşilerin yıkılmasına yol açmış, pek çok ülkede devrimci durumlar yaratmıştı. Emperyalistler, savaşın en çetin döneminde Ekim Devriminin yarattığı rüzgârın Avrupa’ya sıçramasından ölesiye korkuyorlardı. Bu koşullarda Ekim’in kızıl fırtınasına tutulan ve saltanatları zangır zangır titreyen egemenler için en büyük tehdit, devrim isteyen işçi sınıfıydı.
Almanya’da savaşa karşı devrimci ayaklanmalar başlamıştı ve aynı zamanda savaş cephelerinde de durum iyi gitmiyordu. Nihayetinde Alman egemenleri, ateşkes talep ettiler. Birinci Dünya Savaşına son veren son ateşkes antlaşması böylece 11 Kasım 1918’de savaşın galiplerinden İtilaf Devletlerinin üç üyesi (Fransa, İngiltere ve İtalya) ile Almanya arasında imzalandı. Üstelik daha sonra karşımıza tekrar çıkacak bir mekânda; Fransa’daki Rethondes garının yakınındaki Compiegne ormanında, bir tren vagonunun içinde… Fransız Mareşal Foch, ateşkesi imzalayan Alman delegasyonunun başkanının sıkmak için uzattığı eli havada bırakacak, “daha işimiz bitmedi” diyecekti.
Dünyanın egemenleri daha sonra yeni güç dengelerine göre nüfuz alanlarını paylaşmaya, dünyanın siyasi haritasını yeniden belirlemeye koyuldular. Savaştan zaferle çıkanlar, sözde sonsuz barış sağlayacak konferansın Paris’te toplanmasını kararlaştırmışlardı. Açgözlü niyetlerini ete kemiğe büründürecek toplantının adını çarpıcı bir ikiyüzlülükle Barış Konferansı koydular. 32 devletin katıldığı Paris Barış Konferansı önce Almanya ile “barış”ı gündemine aldı. Konferans, tesadüf o ki Alman İmparatorluğu’nun ilan edildiği 18 Ocak tarihinin yıldönümüne denk getirilmiş ve yine tesadüf o ki 5 aylık görüşmeler neticesinde antlaşma mekânı olarak da Versay Sarayı’nın Aynalar Galerisi belirlenmişti. Yaklaşık yarım asır önce Versay’da kurulan Alman İmparatorluğu Versay’da yıkılıyor, Fransız egemenleri 28 Haziran 1919 günü o çok arzuladıkları rövanşı alıyorlardı.
440 maddelik Versay Antlaşması tarihin bugüne kadar gördüğü en ağır şartları taşıyan antlaşmalardan biri olarak anılmaktadır. Şartları o kadar ağırdı ki, galip devletler safındaki burjuva ideologların kimisi dahi bu antlaşmaya karşı çıkıyordu. Mesela İngiliz burjuva iktisatçı Keynes, “Almanlardan ödeyebileceklerinden fazlasını savaş tazminatı olarak almakla veya almaya çalışmakla, Avrupa kendini cezalandıracaktır” diyordu.
10 Ocak 1920’de yürürlüğe giren antlaşmayla Birinci Dünya Savaşının çıkmasındaki sorumluluk sadece Alman burjuvazisine değil, bir bütün olarak Alman halkına yıkıldı. Antlaşmanın “Savaş Suçluluğu Maddesi” Almanya’yı İtilaf Devletlerinin zararlarını tazmin etme yükümlülüğüne soktu. Almanya 132 milyon altın markı tazminata mahkûm edilmişti. Dahası Cermen dünyasının iki büyük gücü olan Almanya ve Avusturya arasındaki siyasi ittifak sonsuza kadar yasaklanıyordu. Almanya toplamda neredeyse 70 bin kilometrekare toprak kaybederek yüzde 13 oranında küçüldü. Alman sömürgeleri resmi olarak yeni kurulan Milletler Cemiyeti mandası altına alındıysa da pratikte İngiltere, Fransa ve Belçika kontrolüne geçti. Meşhur Alsace-Lorraine bölgesi ise tekrar Fransa’nın kontrolüne geçmişti. Dahası Alman endüstrisinin merkezlerinden olan Ruhr ve Saar bölgeleri Alman askerlerinden arındırılacak ve galip devletler tarafından paylaşılacaktı.
Antlaşmanın ağır maddeleri bunlarla sınırlı da değildi. Almanya adeta silahsızlandırılmış, askeri gücü felç edilmişti. Zorunlu askerlik kuralı kanundan kaldırılmış, Genelkurmayı feshedilmiş, donanmasına el konulmuş, ordunun sadece olası devrim tehdidini bertaraf edebilmesi için 100.000 kişiyle sınırlandırılması karara bağlanmıştı. Egemen zihniyetin açgözlü doğasının bir ürünü olan bu sözde barış antlaşması, ileriki süreçte o denli çetrefilli sorunların kaynağını oluşturacaktı ki bugün kimi tarihçiler Versay’dan söz ederken “barışa son veren barış” diyor. Antlaşma galiplerin söylemine göre Birinci Dünya Savaşının başlamasına neden olan Almanların güçlerini sınırlamayı ve böylece yeni bir savaşı engellemeyi hedefliyordu! Oysa bu emperyalizmin doğasına aykırıydı ve öyle olmak şöyle dursun, 20 yıl sonra çok daha büyük bir emperyalist paylaşım savaşı patlak verecekti.
İki büyük savaş arasında
Versay Antlaşmasının imzalandığı sıralar dünya devrimi dalgası yükseliş kaydediyordu. Almanya ve Macaristan’da işçi sınıfı kurduğu sovyetlerini yaşatmaya çalışıyor, İtalya devrimci bir durum yaratan grev ve işgallerle sarsılıyor, kapitalizmin merkez üsleri İngiltere ve ABD’de dahi yer yerinden oynuyordu. Ancak ne yazık ki dünya devrimi dalgası, Çarlık Rusya’da olanın bir başka ülkede örneğinin olmayışından, yani Bolşevik tipte örgütlenmiş devrimci bir önderliğin yaratılamamış olmasından dolayı yenilecek ve geri çekilecekti. Yenilen her devrimci yükseliş, yerini burjuvazinin karşı-devrimci saldırısına bırakır. Nitekim gericilik ve barbarlığın ileri tezahürü olarak faşizm İtalya’da 1922’de iktidara gelirken, Almanya’ya ise biraz gecikmeli gelecekti.
Birinci Dünya Savaşı Almanya başta olmak üzere Avrupa’da muazzam yıkımlar ve bunalımlar yaratmıştı. Burjuvazinin savaşa yol açan sorunlarının Ekim Devrimi nedeniyle çözülmeksizin kalması, yeni bir paylaşım savaşını zaruri kılıyordu. Oysa daha birkaç yıl önce imzalanan Versay Antlaşmasıyla egemenler, dünya halklarına artık savaşların sona erdiğini muştulamışlardı. Komünist Enternasyonal ise “barış” imzalarının atılmasının üzerinden henüz birkaç yıl geçmişken 1922’de gerçekleştirdiği Dördüncü Kongresinde verili durumu şöyle özetliyordu: “Versay Antlaşması, gelişen olaylar tarafından tasfiye edilmektedir. Bununla birlikte bu tasfiye, yerini, kapitalist devletler arasındaki genel bir anlaşmaya, emperyalizmin terk edilmesine değil, yeni çelişkilere, yeni emperyalist gruplaşmalara ve yeni silahlanmalara bırakmaktadır.”[6]
İşte tam da böylesi bir ortamda ABD’de borsa balonu çöktü ve 1929 Büyük Bunalımı patladı. Piyasanın görünmez bağlarıyla birbirine bağlanan dünya ekonomisi adeta krizin şok dalgalarıyla sarsıldı. Birkaç yıl içerisine ortalama işsizlik oranı yüzde 25’e yükseldi, enflasyon tarihin görmediği bir noktaya fırladı, emekçi kitleler sefalet çukuruna itildi. Mesela Almanya’da ekmek ancak bir el arabasına sığan deste deste parayla alınabiliyordu. Kapitalistler için krizden tek çıkış yolu vardı, o da yeni bir savaştan başka bir şey değildi. Kapitalizm ve onun kaçınılmaz krizleri, tüm insanlığı bir kez daha büyük bir emperyalist savaşın içine yuvarlıyordu.
Bu sırada tarih, Almanya’da bu konjonktüre uygun faşist bir liderliği, önceleri kimselerin önemsemediği bir parti ve liderini sahneye çıkarıyordu: Nazi Partisi ve Hitler! Naziler ekonomik krizin yıkıcı etkilerine karşı kitlelerin taleplerini istismar ede ede giderek daha fazla güç kazandılar. Emekçi kitleleri akıl almaz bir çılgınlığa ortak ettiler. 1920 sonunda 3 bin Nazi Partisi üyesi varken, 1923’ün son çeyreğinde bu sayı 55 bine, 1933’te ise 850 bine çıkmıştı. Hitler, Versay Antlaşmasını diline pelesenk ediyor, antlaşmayı imzalayanları “vatan haini” ilan ediyor, Versay’ı yırtıp atma sözü veriyordu. Ulusal nefretten emperyalist bir intikam ruhu yaratmaya çalışıyordu.
Başta Thyssen Krupp tekeli olmak üzere burjuvazinin ve ordunun yol vermesiyle 1933 yılında tüm yetkileri elinde toplayan Alman faşizminin lideri Hitler, ülke içindeki toplumsal muhalefeti ezmekle işe koyuldu. Yalnızca 1933 yılında 100.000’i aşkın insan tutuklandı, ardından siyasi partiler ve sendikalar yasaklandı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ve Bismarck’ın Alman İmparatorluğu’nun sınırlarını geri kazanma hedefindeki Hitler, dünyaya hükmederek Almanlara eski güzel günlerini yaşatacağını ve bunun 1000 yıl süreceğini söylüyordu.
Almanya’yla birlikte dünyanın büyük bölümünü yeniden kana boğacak olan yeni bir rövanşizmi besleyen Hitler, Versay’ı adım adım delmeye başladı. Ordu ve donanmanın mevcudu hızlı bir şekilde arttırıldı ve Alman militarizmi kapasitesinin son sınırlarına kadar silahlandı. 1935’te zorunlu askerlik yeniden getirildi. 1936 yılında askerden arındırılmış Ruhr bölgesine askerlerini sokan Hitler Almanya’sı, 1938 yılında Avusturya’yı da yuttu. İtalya ve İspanya’daki faşist hükümetlerle, Japonya’daki aşırı sağcı iktidarla müttefiklik ilişkisi kuran Almanya, 1 Eylül 1939 günü Polonya topraklarına girdi. Böylece Versay Antlaşması resmi olarak son buluyor ve dünya henüz birincisinin yıkımını üzerinden atamamışken İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının arenası oluyordu.
Yine aynı tren vagonu ve Versay’ın ikinci rövanşı
İnsanlığın bugüne dek yaşadığı en kanlı savaş olan İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının yıkıcı sonuçları önceki savaşın çok ötesindeydi. 1939 Eylülünde başlayan savaş, 70 milyon insanın hayatına, en az bir o kadarının da yaralanmasına, sakatlanmasına, öksüz kalmasına yol açmıştı. Sadece Polonya, nüfusunun yüzde 16’sından fazlasını; Sovyetler Birliği ise tahminen yüzde 14’ünü kaybetti. Yunanistan nüfusunun yüzde 10’u öldürüldü. “Soykırım” diye bir kavram doğdu; 500 bini aşkın Roman gaz odalarında boğduruldu ve farklı coğrafyalardan 6 milyon Yahudi gaz odalarında boğma dâhil çeşitli biçimlerde katledildi. Yaşanan trajedinin tam içeriği, çekilen onca filme ve yazılan onca kitaba rağmen tam olarak anlatılamamıştır.
Savaşın hemen başında Almanya karşısında ağır bir yenilgi alan Fransa, bu sefer ateşkesi talep eden taraftı. Fransız Rövanşizmi bumerang gibi dönüp sahibini vuruyordu. Devran dönmüştü, Versay’ın rövanşını alacak olan taraf bu sefer Almanlardı. Hitler, ateşkesin Compiègne’deki o meşhur tren vagonunda imzalanması konusunda ısrar etti. Nitekim tren vagonu, 11 Kasım 1918’den sonra 22 Haziran 1940’ta da Almanya ile Fransa arasındaki ikinci bir antlaşmaya ev sahipliği yaptı. Vagon sonrasında Berlin’e götürülerek müzeye konuldu. Naziler için hem “utancı” hem de “ulusal dirilişi” aynı anda temsil eden bu vagon, İkinci Dünya Savaşının sonuna doğru yenilginin kaçınılmazlığını gören Hitler’in emriyle yeni bir rövanşa ev sahipliği yapmasın diye imha edilecekti. Rusların Berlin’e girmesiyle birlikte de Hitler komuta sığınağında intihar ederken kısa süre sonra da Almanya savaşı kaybedecekti.
Tarihi kazananlar yazar. Savaşın galipleri tarafından yazılan tarih anlatısında, o günlerden bugüne gerek Almanya’daki faşizm pratiğinin gerekse İkinci Dünya Savaşının başlamasının tek sorumlusu olarak Hitler gösteriliyor. Oysa Hitler ne gökten zembille indi, ne de cehennemden çıktı. Hitler ve cellatlar çetesini yaratan kapitalizm ve dönemin koşullarıdır, onları iktidara taşıyan ise burjuvazinin ihtiyaçlarıdır. Üstüne üstlük diğer emperyalist güçler de Nazilerin gerek iktidarı almasına yardımcı oldular gerekse de işçi hareketini boğmasını sevinçle karşıladılar. Buna Nazi Almanya’sının silahlanma programının en önemli ihtiyaçlarının, savaş süreci de dâhil olmak üzere büyük ölçüde Amerikan firmaları tarafından sağlandığını da ekleyelim. Alman tank üretiminin önemli bir bölümü Ford-GM tarafından gerçekleştirilirken, 1941 Eylülünde dahi Nazilerin savaş araçlarının motorlarının önemli kimyasalı motorenölün menşei ABD’ydi.
İkinci Dünya Savaşı emperyalizmin barbar doğasının bir sonucuydu, sistemin çelişkilerinden kaynaklanmaktaydı. Savaş istisnasız tüm tarafları için siyasetin başka araçlarla yani silahlar aracılığıyla sürdürülmesi anlamına geliyor, 1929 Krizini aşmanın kaldıracı olarak görülüyordu. Bu sebepledir ki Troçki, bu savaş için “aynı ray üzerinde birbirlerine doğru harekete geçirilmiş olan trenlerin çarpışması kadar kaçınılmazdı” diyecekti. İşin esasında emperyalistler kaçınılmaz olanı, yeni bir dünya savaşını başlattılar ve savaş tıpkı öncekinde olduğu gibi çok büyük bir yıkımın yanı sıra devrimci fırsatlar da yarattı. Devrim Çin’den Hindistan’a kadar Asya’nın kapısını bir kez daha çaldı. “Tüm Avrupa’da büyük devrimci yükselişler yaşandı, ama bu yükselişlerin önüne geçen bu kez Stalinizm idi. Eğer Stalinist bürokrasinin ihaneti olmasaydı, bugün bambaşka bir dünyada çok daha farklı şeylerin mücadelesini veriyor olacağımız çok açıktır.”[7]
* * *
Bu tarihsel kesit, birbiriyle iç içe geçmiş fırtınalı olaylarla doludur. Paris Komününden Ekim Devrimine insanlığın en ileri adımlarını, iki büyük emperyalist paylaşım savaşını, ekonomik, siyasi ve toplumsal krizleri ve faşizmle somutlanan karşı-devrimleri içine sığdırmıştır. Filizlenen umutlara ve coşkun sevinçlere, kahrolası ihanetlere, insanlığın nice acılarına ve düş kırıklıklarına tanıklık etmiştir. 75 yıllık bu kesit, Marksizmin ustalarının “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” sözünün doğruluğunu en net şekilde ortaya koyan zaman aralığıdır belki de!
1870-1945 arası dönemin burjuva aktörlerinin neredeyse eksiksiz şekilde bugünkü kurtlar sofrasında da yerlerini aldığı ve kıran kırana bir hegemonya kavgasına tutuştuğu bir zamanı yaşıyoruz. Kapitalizmin daha da çürüdüğü ve tarihsel bir sistem krizi yaşadığı koşullardan geçiyoruz. Verili koşullar nedeniyle öncekilerin aksine kendine özgü biçimde ve parçalı bir şekilde yürüyen Üçüncü Dünya Savaşı giderek genişleyip yayılıyor. İçinden geçtiğimiz döneme her alanda savaş ve kriz olguları damgasını vuruyor. Bu durumun insanlığa tıpkı geçmişte olduğu gibi yıkım getirdiği ve daha büyüklerini de getirmeye aday olduğu doğrudur, ancak aynı durum yine geçmiş örneklerde gördüğümüz gibi pek çok fırsatı da beraberinde getirmektedir. Kapitalizm altında insanlığa bir gelecek olmadığı daha fazla sayıda insan tarafından görülmekte, değişim arzusu giderek ete kemiğe bürünmektedir.
Ünlü düşünür İbni Haldun’un 700 sene evvel söylediği gibi “Geçmiş, geleceğe suyun suya benzediğinden daha fazla benzer!” İçinden geçtiğimiz moment, geçmişin derslerinin çok daha duru bir şekilde özümsenmesini, tarihin dikkate alınmasını şart koşuyor. Peki, tarihin 1870-1945 arası kesiti bize ne anlatıyor? Burjuva politikacıların ve diplomatların sözde “barış” antlaşmaları imzalamalarıyla emperyalist savaşların son bulmayacağını, bunun ancak yeni iltihaplanmalara ve kangrenleşen sorunlara sebebiyet vereceğini! İşçi sınıfının tarihsel görevinin, yani tüm dünyada kapitalizmi yıkıp yerine kendi iktidarını kurmasının hayati önemini anlatıyor. Dahası bu tarihsel görevin başarıya ulaşabilmesi için uluslararası devrimci bir önderliğin gerekliliğini, olmazsa olmazlığını haykırıyor!
[1] Bonapartizm ve Bismarkçılık hakkında daha geniş değerlendirme için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[2] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Fransız Üçlemesi, Yordam Kitap, s.273
[3] Utku Kızılok, Lenin’i Anlamak, marksist.com
[4] 1913 yılında ABD’nin çelik üretimi 31,8 milyon ton, Almanya’nın ise 17,6 milyon tonken; İngiltere’nin çelik üretimi yalnızca 7,7 milyon tondu. Hâlbuki 1875 yılında İngiltere, dünyanın demir-çelik mamullerinin yüzde 40 gibi devasa bir payını üretiyordu!
[5] Lenin, “Savaş ve Rus Sosyal-Demokrasisi”, Seçme Eserler, c.5, İnter Yay., s.133
[6] Komintern’in Dördüncü Kongresi Tarafından Kabul Edilen Taktikler Üzerine Tezler, marksist.com
[7] Özgür Doğan, Emperyalist Savaş ve Marksist Tutum, marksist.com
link: Yılmaz Seyhan, 1870-1945: Fransız-Alman Rekabeti ve Rövanşizm!, 25 Ekim 2021, https://marksist.net/node/7493
Dünden Bugüne Saraylılar
Korkuyorlar!